Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1492 articles
Browse latest View live

12 TEMMUZ (BENİM AĞAÇLARIM)

$
0
0
Bugün önce Radyo Z (Real Time Moments), sonra da Ekmekçi Kız ın bloglarında gündeme bağlı ağaçlarla ilgili yazıları okuyunca aklıma bir challenge fikri geldi. Böylece blogları da biraz canlandırmış oluruz. Her iki blogger arkadaşım da çocukluklarından bu yana hayatlarında yer etmiş ağaçları yazmışlar, pek de güzel etmişler, klavyede koşan parmaklarına sağlık. Birazdan ben de yazacağım ama başlamadan evvel davet ediyorum, haydi sevgili takipçilerim, siz de yazın hayatınızda yer etmiş ağaçları, ne güzel bir etkileşim olur, Edip Cansever'in dediği gibi, "derken karanfil elden ele..."

Hayatımın hatırlamadığım ama en önemli olayının kahramanı bir at kestanesi ağacı, ömrümün ilk ağacı. Daha önceleri değişik vesilelerle bahsetmiştim, eski takipçilerim bilir. 1,5 yaşında iken konuk olduğumuz anneannemin evinde yüzü aşkın kişinin öldüğü Hatip Çayı taşkınında sele kapılmaktan annemin kucağında bir at kestanesi ağacına çıkarak kurtulmuşuz. Hayatımı borçlu olduğum bu güzelim ağaç o günden beri kutsalımdır. Kimi zaman kırmızı, kimi zaman beyaz açan, avize gibi çiçekleri ve sonbaharda harelenen yapraklarıyla Ankara caddelerini süsler. Altından geçerken dikkat etmezseniz kafanıza minik bir kestane yollayıverir 😊


Çocukluğum ağaçlar arasında geçti desem yeridir. Tüm ailem ağaçlara çok meraklı idi, ayrıca dedemin ve büyük teyzelerimin kocaman bağları, bahçeleri vardı ve her yaz mutlaka hepsini ziyaret ederdik. Niğde'deki büyük teyzemin bahçesi adeta Cennet'ten bir parça idi. Her çeşit meyve ağacı içinde favorim evin tam önündeki mürdüm eriği ağacı idi. Temmuz ya da Ağustos aylarını orada geçirdiğimiz için erikler henüz olgunlaşmamış olurdu, tam ağzıma layık. Malum morumsu rengine daha dönmeden, çiğ yeşilken ve adeta acı denecek kadar ekşiyken tuzlayıp tuzlayıp yerdim. Onca elma, armut, kayısı, vişne şurada dursun, ben ham mürdümlerimi taşıyan ağacımla mutluydum. 

Konya Ereğli'de yaşayan büyük teyze Gülbahçe denilen bir semtte otururdu. İnsanı hayallere sevk eden efsunlu adının tersine tren yolunun hemen arkasında bir kenar mahalle idi. Gül ağacına da pek rastlanmazdı ama teyzenin bahçesinde bir aşı vişne vardı ki, of of of. Çıkrıklı bir kuyunun olduğu küçük ön bahçede, pencerenin hemen önünde salınırdı. Bildiğimiz vişnelere göre rengi daha sarımsı, ebadı da normal vişnelere göre çok daha iriydi. O vişnelerden az yemedim, ağacın altında da nice aile sofralarına iştirak ettim. 

Dedemin Ulukışla'nın biraz dışında, E5 karayolu üzerindeki bahçesi devasa bir meyvelik ve bağlıktı. Şehirden uzak olması, elektriğinin ve suyunun olmaması beni biraz ürkütse de ağaçların arasında dolanmaktan büyük keyif alırdım. Oradaki favorim bugüne kadar benzerini bir daha görmediğim iri, sarı, mayhoş meyveler veren bir elma ağacı idi. İncecik kabuğunu soymak için bıçağa gerek kalmazdı, tırnağınızla küçük bir kesik attınız mı zar gibi sıyrılır çıkardı. Dedemin bahçesindeki ağaçların, dikilmesine vesile olmuş ya da meyvesini seven kişilerden esinlenilmiş isimleri vardı, "İzzet Bey eriği", "Nermin'in kayısısı", "Mustafa'nın kirazı" gibi.  

Çocukluğum ve ilk gençliğim Yenimahalle'de geçti. Bahçe içindeki iki ya da tek katlı evleri, her bahçedeki envai çeşit ağaçları ile yemyeşil, tertemiz bir yeni yerleşimdi o zamanlar, şimdiki hali ise içler acısı. Leylağa olan sevgim o yıllardan gelir, baharda her bahçeden salkım salkım leylak çiçekleri sarkar, ortalık mis kokardı. 


Ortaokulu ve liseyi okuduğum okulun olağanüstü güzellikte bir ön bahçesi vardı (artık yok), öyle ki bahçeye zarar gelmesin diye teneffüsleri okulun içinde geçirmek zorundaydık. Pırıl pırıl çamlar, güller, çiçek tarhları, zemindeki taşların arasından fışkırmış çimenler ve diğer ağaçların süslediği ön bahçenin tersine bakımsız arka bahçenin toprak zemininden fışkırmış, dalları kaldırıma uzanan bir iğde ağacı vardı ki, şimdi yarı yıkık haldeki o okulu düşündüğümde en çok iğde ağacını özlerim. Okulun son günlerinde altına oturup şarkılar söylediğimiz, baharda mis kokusuyla sarhoş olduğumuz gösterişsiz, çelimsiz bu ağacın çiçeklerinin kokusu zaman zaman çocukluğumdan bir hatıra gibi burnuma gelir. 



Anneannem ciddi anlamda bir ağaç delisiydi, çocukluğu Niğde'nin bağlarında bahçelerinde geçmiş kadıncağız Ankara'nın bozkırında yaşamak zorunda kalınca gördüğü her ağaca bir nevi evlat muamelesi yapardı. 4. kattaki evinin balkonuna yükselen uzun kavak ile adeta dert ortaklığı kurmuştu. Kapının önüne attığı küçük kerevette oturur, kavağın rüzgarla kıpırdayan yapraklarına bakarak hayallere dalardı, çocukluğunun Kayaardı bağlarına mı giderdi, kaderine mi ağlardı bilinmez. Boyu dört katlı apartmana ulaşmış o kavak benim için anneannemdi. Ölümünden sonra bile evin önünden her geçişimde o kavağı yerinde gördükçe anneannem yaşıyormuş gibi gelirdi. Şimdi ne o ev kaldı, ne de kavak. Anneannem sanki o yıkımla bir kez daha öldü. 

Yenimahalle'den ayrılıp Küçükesat'a taşındığımızda kalbimi caddenin iki yanında, kaldırımlar boyunca uzanan akasya ağaçları çaldı. Taşındığımızda neredeyse insan boyunda olan ağaçlar yıllar içerisinde serpilip apartmanların boyuna ulaştı, hatta geçti. Dallarıyla caddenin üstünde bir tak oluşturan ağaçlar kimi zaman arabalar çarpıp  kökten devirseler, kimi zaman sokak lambası dikeceğiz diye hoyratça kolunu kanadını kırsalar da inatla yeşermeye, yazboyu  minik sarı çiçekler açıp petallarını sokaklara savurmaya devam ettiler. Bol araçlı, bol egzoslu, bol betonlu caddemizin en nadide süsü onlar.



Antalya'ya yerleşinceye kadar ağaçlar hakkındaki bilgi seviyem bulvardaki çınarlardan, at kestanesi, kavak, selvi, iğde, leylak ve meyve ağaçlarından ibaretti. Ne zamanki Antalya'ya taşındım, ağaç çeşitliliği ve güzelliğinden adeta beynim yandı. Baharda mis kokular saçan narenciye ağaçlarından, kalın ve kaba yapraklı, mütevazı çiçekli yenidünyalara, mor bir bulut gibi, bir rüya gibi açan jakarandalara, kırmızı tohumlarıyla kafamı karıştıran kocaman, beyaz çiçekleriyle manolyalara, imparatorların ağacı erguvanlara, her bahar altına geçip hayran hayran seyrettiğim, binbir ayrıntılı çiçekleriyle yalancı orkidelere, kaldırımları süsleyen incecik gövdeli, kıvırcık taç yapraklı oya ağaçlarına, püsküllü çiçekleri ve masalsı isimleriyle gülibrişimlere, minicik çiçekleri bile baharat kokan, salkım söğüde benzeyen karabiber ağaçlarına, baharda en erken açan ve ilk yağmurda tez solan sapsarı ponponlarıyla Kıbrıs akasyalarına, her gördüğümde bir dal koparıp evdeki şişeleri temizleme isteği uyandıran kırmızı fırçalarıyla fırça ağaçlarına, kunt gövdeli, sık yapraklı benjaminlere, yeşil meyvelerine hayretle baktığım keçiboynuzlarına, yanlarından geçerken kolumuzu tırmalayan palmiyelere, dikenli, kocaman gövdeleriyle maymunçıkmazlara, ağaçtan çok heykeli andıran zeytinlere, ilkbaharda ayrı, sonbaharda ayrı güzel tesbih ağaçlarına, ateş gibi parlayan alev ağaçlarına ve hatırıma gelmeyen nicesine aşık oldum.










Son gözdemse apartmanımızın yapıldığı yıl on santimlik bir fidanken dikilen ve şimdi balkonumu aşıp apartmanın boyunca yükselen çınar. Her ne kadar geçen yıl ben Ankara'da iken aptalca budanmış olsa da gözümü, gönlümü açan yeşil bir mutluluk o.


Ve giderek uzayan bu postu Haydar Ergülen'in "Ağaçlar Gazeli" ile bitirelim. Haydi, oturun klavye başına, sizin ağaçlarınızın öyküsünü de okuyalım:

"inadına aşk, inadına özgürlük, inadına yaprak…
ağacın utandığı çığlığı şiir fısıldar
ne batıda ne doğuda tek yaprağını görmedim
kırgınım felsefeye yer vermemiş ağaca bir bilge olarak
şiirle ağacın kökleri aynı: ya sabır ya aşk!
insanın hızla terkettiği anıların gölgesi olmak
yavaş git ruhum yetişemiyor sana, dedim, içimden
kopan yolcuya, dursaydı, ağaçların gözyaşını dinletecektim
ruhun sendeyse hâlâ bir ağaca emanet et onu
dünyaya yalnızca hayvanların ve ağaçların itirazı var
ey ağaçlarla konuşmadan insanlarla konuşmaya çalışanlar
Adilin ağaçlarını dinleyin, susmakmış o kayıp dil
zeytini dinledim beklemeyi öğrendim, akasyadan gitmeyi,
vuslatı ceviz ağacından, limonun dediği ayrılığı ve aşkı nardan
ağaçlar komşumuzun evidir, ruhumuz gülümsüyor avlusundan"


24 TEMMUZ (NELER OLUYOR HAYATTA)

$
0
0
Merhabalar değerli kârîlerim (yeni yetmeler için açıklama, kârî=okuyucu, okur). 12 gün sonra tekrar burada olmak güzel. Yazmayınca unutuyorum, yazınca seviniyorum. Ah ah eskiden buralar ne şenlikti, ne kalabalıktı, ne komşu kapısıydı. Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, bizim gibi tek tük nesli tükenmiş Anka kuşları yuvayı terk etmiyorlar işte, seyrek de olsa uğruyorlar 😃

Geçen hafta kız kardeşle elden geçirilip yeniden inşa edilen Atakule'yi ziyaret ettik. Yıllar yıllar önce ilk açıldığında ne sükse yapmıştı ama. Ne kadar pahalı mağaza, şık cafe, yeni nesil eğlence merkezi varsa oradaydı. Bodrum kattaki Dreamland çocukların gözdesi idi, az para bayılmadık oyun jetonlarına. Oğlumu eğlendirirken ben de fırt fırt fırtlayan küçük adamların kafalarına tokmakla vurmaya bayılırdım. İçimde bir cani saklıymış meğersem 😃 Ankara'daki ilk donut dükkanı da orada açılmıştı yanılmıyorsam, hiç sevemedim o tatlı mı, tuzlu mu ne idüğü belirsiz yiyeceği. Kulenin tepesine çıkıp Ankara'ya kuş bakışı bakmışlığımız da vardı haliyle, ne görmeyi umuyorsak artık bolca binadan başka. Hoş o zamanlar bu kadar gökdelen cenneti değildi bu şehir, en azından kırmızı çatıların bir estetiği vardı. İlk günlerin ilgisi ve itibarı zamanla kaybolmuş, nikah salonu ve dış cepheye açılan Hacı Bekir dışında yamacından geçerken kafayı çevirmez olmuştuk sonraları, kulesi  ise bize tepeden tepeden bakmaya devam etmişti. 


Birkaç yıl süren yenileme inşaatının sonunda bu yılın başında yeniden açılışı yapıldı medar-ı iftiharımız Atakulemiz'in. Eh Leylak Ankara'ya gelir de eski dostu ziyaret etmeden döner mi, döner kebap dönmez olsun görmezsem dedim ve taktım koluma kız kardeşi, girdim kapıdan içeri. Görmeyeli epey büyümüş, gelişmiş yavrucak, genç irisi adeta. Pek pırıldak, pek cilalı, pek fiyakalı. Lakin ne mağazalara girmek istedim, ne de vitrinlerine bakmak. Aslında kule satılık değil bakılık olmuş eski bir deyimin tersine. Afili vitrinler, pahalı restaurantlar, şık cafeler ve bütün bunların hepsinden çok adeta fotoğraf çektirilsin diye oluşturulmuş ilginç köşeler. Kaçar mı Leylak'tan poz poz pozlandık, sanırsın sosyete dergisine kapak oluciiiz. Butik konseptleri, restoran konseptleri, cafe konseptleri, sayfaları açılmış kitaplar, salkım salkım sarkan güller, çiçekli çerçeveler, dergi kapakları, hangisini beğenirsen geç önüne, arkasına, ver pozunu. Aslında hepsini buraya koymak isterdim ama kaç saattir uğraşıyorum jfif formatlı fotoğrafları bir türlü jpeg'e çeviremedim, blogger de eklemek istediğim jfifleri yüzüme geri tükürdü. Artık kusura bakmayacaksınız, Atakule'nin terasına çıkıp Botanik Parkı üzerinden Ankara panoraması seyreden Leylak fotoğrafıyla yetineceksiniz 😄




1 AĞUSTOS (TEMMUZ OKUMALARI)

$
0
0

Temmuz ayını memnuniyetle yolcu ettik, zira okuma açısından hayli verimli geçti. Hedeflediğim sayıyı fazlasıyla aştım. Üstelik okuduğum çoğu kitaptan da memnun kaldım. O halde başlayalım:


-Mahir Ünsal'ın son 2 kitabından "Kara Yarısı"nı anı olarak Bodrum Zai'den almış ve severek okumuştum. Diğerini, "Sarı Yaz"ı almak ve okumak Ankara'da kısmet oldu. Kısacası Mahir Ünsal'ın son kitaplarını deplasmanda edinmiş oldum. "Sarıyaz" uzun zamandır okuduğum en güzel öykülerin birleşimiydi. Marmara'da bir kasabada, tozlu, sarı birkaç yaz gününe sığmış, aynı zaman, aynı mekan ama farklı kişiler ve farklı yaşamlar barındıran öykülerdi. Çok sevdim, kapağa ayrı bayıldım. Tavsiye ederim...


-"Garson", D&R ziyaretlerimden birinde Nar kampanyasına ve kapağın hoşluğuna aldanarak aldığım bir kitaptı. Tabii yazarın İskandinav kökenli olmasının etkisini de inkar etmemem lazım. Gelgelelim tam bir hayal kırıklığı oldu. "Hills" isimli asırlık bir Avrupa restoranının gündelik olayları oranın emektarlarından orta yaşlı bir garson tarafından anlatılıyor. Normalde seveceğim bir konu olmasına rağmen dili ya da anlatımın kuruluğu hiç mutlu etmedi beni. Almayınız :)


-Bilenler bilir, şiir seven bir okuyucuyumdur, Akgün Akova da sevdiğim şairler arasında ilk 10'a girer. İncelikli dilini, mizahi yönünü, betimlemelerini çok severim. Kendimi zaman zaman kitap elimde yüksek sesle o güzelim şiirleri okurken bulurum. Uzun zamandır yeni bir kitabı çıkmamıştı, "Yüzünden Yollar Çıkardım"ı kitapçıda görünce şeker bulmuş çocuk gibi atladım. Yine yanılmadım, her bir şiir ayrı bir şölendi. Şiirseverlere duyurulur...



-Seray Şahiner'i "Antabus" ve "Hanımların Dikkatine" isimli kitaplarından tanıyordum. Severek okumuştum ama tiryakisi de olmamıştım. "Kul" D&R'ın "ikinci kitaba yüzde 50" indirim kampanyasında "Garson"a arkadaş olarak aldığım bir kitaptı.  Mercan'ın çok bilindik ve hüzünlü hikayesi, pek çok kadın gibi. Akıcı bir dille yazılmış ve kolay okunuyor ama genelde ödül alan kitaplar beklentimi karşılamıyor, bu da farklı olmadı...



-Ters bir okuma yapmışım aslında, önce"Ucunda Ölüm Var", sonra "Aşıklar Bayramı" olmalıydı. "Heves Ali"yi vaktinden önce, Kemal Varol'u ise gecikmeli tanıdım anlayacağınız. Yine de çok bir şey değişmedi, şiir gibi cümlelerle Tanpınar'ın 5 şehrinde ilginç yaşamlara denk geldim. Ankara yerine Arkanya olmuş ne gam, zira Arkanya Kemal Varol'un olmazsa olmazı. Her kitabını gönül rahatlığıyla tavsiye ederim...



-"Idaho", kitaba adını veren, kışları sert geçen çetin ve güzel doğada, erkek olanı giderek hafızasını yitiren bir çiftin gizemli öyküsü. Ortada ölen bir kız çocuk, kayıp bir başka çocuk, hapiste bir anne, ne olup bittiğini tam olarak hatırlamayan bir baba ve bu gizemi çözmeye çalışan bir ikinci eş var. Bir nevi polisiye tadında ilerliyor. Sonuçta tüm düğümler tam olarak çözülemese de "Idaho" okunası bir kitap...



-Latife Hanım hakkında ilk okumamı bir gazetede yayınlanan tefrikadan yapmıştım. Gazete "Ulus" mu idi, "Cumhuriyet" mi tam hatırlayamıyorum, ilkokuldaydım zira. Salih Bozok'un ağzından yazılmıştı yanılmıyorsan, haliyle pek güzel duygular bırakmamıştı o yaşta bir kız çocuğunda, Atatürk'ü üzen bir kadın olarak. Sonraları çeşitli kitaplar ve belgeseller fikrimi biraz değiştirse de hala şüphelerim vardı. YKY'de yeni baskısı çıkan İpek Çalışlar'ın "Latife Hanım"ı bilmediklerimi öğrendiğim, yanlış bildiklerimi düzelttiğim ufuk açıcı bir okuma oldu. Yine de bazı şeyler kişiye özel ve asla açığa çıkmayacak. Kitap hayli kapsamlı bir çalışma sonunda hazırlanmış. İki baskın karakterin birlikte olmasının ne kadar zor olduğunu bir kez daha görüp kime hak vereceğim konusunda kararsız kaldığımı da belirteyim. Her şeye rağmen Latife Hanım Atatürk'ün hayatında ve Türk tarihinde oldukça önemli bir figür. Meraklısı için kesinlikle okunmalı derim...    



8 AĞUSTOS (SEYRÜSEFER)

$
0
0
Dün kız kardeşle buluşmak üzere dolmuş bekliyordum. Miyop gözlüklerimi her zaman olduğu  gibi yine takmadığım için dolmuş burnumun dibine girmeden tabelasını okuyamıyordum. Hâl böyle olunca sağa yanaşmadan doğrudan yolun ortasından giden aracı neredeyse kaçırıyordum. El edince lütuf yapıp durdu. Tuhaf ki tek bir müşteri bile yoktu, sürücü ise binen kimdir diye merak edip kafasını bile çevirmedi. Uzattığım parayı da elini arkasına doğru uzatıp avucuna koymamı bekledi. Lingir lingir sallanan dolmuşta, ciyaklayan Cevriye'nin de etkisiyle epey bir akrobatlık yaptıktan sonra parayı isabetle yerleştirebildim avucun ortasına. o süreçte şoför efendi Hint dansçıları gibi sağ avucu açık, eli havada epeyce beklemek zorunda kaldı ama ne bir kelam etti, ne de kıpırdadı. 

Tamamı boş olan koltuklardan en beğendiğime yerleştim, bir süre gittikten sonra bir adam bindi, epey bir süre gittikten sonra da yaşlıca bir hanım el etti. Dolmuş durdu, hanım bindi ve "Teşekkür ederim" dedi. Şoförde "tık" yok. Hemen şoförün arkasındaki koltuğa oturup çantasından çıkardığı parayı "Buyur bakalım yakışıklı" diyerek uzatan kadın ne sözüne, ne de gülümsemesine yine cevap alamadı. Ayrıca kel kafası, 130 civarında seyreden kilosu, boğum boğum yağlı ensesi ile arkadan gördüğü şoförü nasıl yakışıklı buldu onu da çözemedim. Dil alışkanlığıdır deyip geçiyordum ki hayli dik bir yokuşu poflayarak tırmanan dolmuş için öndeki hanım yine dile geldi: "Çok sıcak, araba çekmiyor değil mi?" No comment. "Hava diyorum, çok sıcak. Araba çekmiyor diyorum, değil mi?" Bir kez daha no comment. Ama hanım teyze sohbetlere doymuyordu. Alamadığı cevabın yerine sıcağı ıspatlamak için hırkasını çıkarıp katladı ve eliyle yelpazelenmeye başladı. Vın vın gidiyoruz, şoför hala iri kıyım bir mumya modunda. Derken teyze yine aldı sazı: "Beni şu ilerdeki durağın yanında indirmeniz mümkün mü?" Tıs yok. "Ben oradan karşıya geçip başka dolmuşa bineceğim de". Yine tıs yok. "Zahmet olacak size". Ay arkadan bir bez parçası atıp kadının ağzını bağlamak geldi içimden. "Yahu bindin bineli adam bir tek sözüne cevap vermedi, bırak cevap vermeyi kafasını bile sallamadı. Neyine zahmet olacak da kırılıp dökülüyorsun" diyeceğim ama ben de onun kadar kibar kadın olduğum için içimden geçirmekle yetindim. Sonra kadının dediği yerde durdu mumya, teyzem sessizliğe doymamış olacak ki, "Çok teşekkür ederim efendim, hayırlı işler" diyerek indi. Ben de orada inecektim özellikle arkaya kaldım ki adam cevap verecek mi, yok arkadaşlar, "Teşekkürler" bile çıkmadı hödüğün ağzından. 

Bol monologlu seyahatimi böylece sonlandırıp kız kardeşle buluştum, işlerimizi halledip eve döndüm. Akşam çocuklar geldi, evdeki yemeğe ilaveten felafel sipariş etttiler. Eve yürüyerek 15 dakika mesafedeki lokantadan motorla 45 dakikada ulaşan felafeller o kadar sertti ki, yemekten vazgeçtik, masayı kenara çekip halı üzerinde birkaç delik açarak saplı fırça ile golf oynadık top niyetine. Kalburüstü bir sporu evde yapma şerefini bize bahşettiği için de felafelci ve yedi sülalesine çok olumlu duygularımızı gönderdik.  Bir dahaki siparişimizde tenis turnuvası düzenlemeyi düşünüyoruz felafel topları ile. 

Bu fotoğraf da bugün, Ankara sokaklarından. Aklıma Shakespeare geldi niyeyse 😄


18 AĞUSTOS (MERHABA)

$
0
0
Bu sabah bizim eve biri gelse dün akşam düğün var sanırdı. Halılar, koltuklar, tüm zemin gelinlerin başına atılan konfetiler gibi sarımsı beyaz renkteki taç yapraklarıyla örtülüydü. Caddenin iki yanındaki devasa akasyalar çiçek açma ve açtıkları çiçekleri rüzgara savurma mevsimine girdiler çünkü. Savrulan çiçek petalleri de en ufak esintiyle açık duran kapılardan, pencerelerden evin içine dolmaktalar. Kapıyı kapatsan sıcaktan bunalıyorsun, açsan akasya çiçeğinden oluşmuş bir kar doluyor evin içine. Bugün artık pes ettim ve istemeyerek de olsa o güzelim çiçekleri elektrik süpürgesinin tozlu haznesinde müebbet hapse yolladım. Çok sürmez yeni bir dalganın eve dolması, onları da yollarız arkadaşlarının yanına. Yeter ki akasyalar çiçek açmaya devam etsin. Yerlerde o petalleri gördükçe şu şarkıyı söylemeye başlıyorum: "Mahallede Akşamlar"


"Kımıldanır mahallemin daralan ruhu
Basma perdelerimde gün batarken
Alıp saatler süren uykusunu
Odama uzanır akasyam, pencereden"

Şarkının güzelim sözlerini de canım Orhan Veli Kanık yazmış. 



Bitmek bilmeyen bayram yapmışlar derken bitirdik şükür. Herkes tatilde, biz evi bekledik, bol bol yemek yapıp bol bol sofra kurduk. Çocuklar ve kız kardeşle ailesi dışında kapı çalmadı. Çok müteessir olduğumu söyleyemeyeceğim bu durumdan. Eski bayramları falan da özlemedim. Seyahat dışında rutinimi bozan hiçbir şeyden hoşlanmıyorum ben. Bizim vızırdak cadde bile gayet sessizdi, kafamızı dinledik. Ortalıkta ne bir koyun, ne de benzeri kurbanlık bir hayvan gördüm. Mahalle nüfus sayım gününde gibiydi, bomboş. Atkestaneleri meyvelenmiş onu farkettim, yakında yolda yürürken kafamıza düşmeye başlarlar. Ankara iki gündür sonbaharı yaşıyor, zaten kuru yapraklar düşüp duruyor, canım sıkılıyor. Ne kadar sıcak olursa olsun yazcıyım ben, Antalya'dan kaçma olayım bile bu gerçeği değiştiremiyor. Elimde mendil ter silerek öf, pöf etsem de yaz bitecek diye ödüm kopuyor. Neyse ki Ankara dönüşü Antalya bize iki ay daha yaz sunuyor sağolsun. 

Bugünlük bu kadar olsun, bir "Merhaba" demek istedim esasen. İlerleyen günlerde görüşmek dileğiyle hoşçakalın...

28 TEMMUZ (ESKİŞEHİR)

$
0
0
Galiba 5. gidişimdi bu, belki de 6, unutmuş olabilirim. Çok bunaldık bu yaz kız kardeşle ve ilk yardım kolunu çekiverdik: Komşu kapısı Eskişehir. YHT ile Ankara'dan ulaşım 1,5 saate inince günübirlik geziler çok rahat yapılabiliyor. İstanbul'da hatta bazen Ankara'da bile şehir içinde bir semte ulaşmaktan daha kolay, daha kısa, üstelik trafik derdi de yok. Sabah 8.40 trenine almıştık biletleri, garda kısa bir süre bekledikten sonra vagonumuza ve koltuğumuza kavuştuk. Yepisyeni idi tren, sanırım sefere çıkmaya başlayalı çok olmamış. Koltuklarımıza oturduk oturmasına da önümüzdeki koltukta oturan adamdan kesif bir ter kokusu yayılıyordu. Kız kardeşle fısıldaştık önce bu konu üstüne, havalandırma çalışmaya başlayınca hissedilmeyeceği umuduyla sırt çantalarımızı yerine yerleştirdik. Sonra kardeşim yanımda deodorant olup olmadığını sordu, ben daha "Yok" demeye kalmadan ön koltuktan bir el uzandı ve elimize bir kolonya tutuşturuldu 😄 Fısıldaşmamızı duymuş olması mümkün değil ama bu senkronizasyona çok güldük. Derken tren hareket etti, biz de kitaplarımızı açıp kahvelerimizi yudumlamaya başladık. Ben Akgün Akova'nın "İçimden Geçen Yolda" isimli denemelerini, kız kardeşim de çok önceleri okuduğu ve tekrar okumak isteği duyduğu Füruzan'ın "Gül Mevsimidir" adlı novellasını kıraat ettik yol boyu. Trende çok çocuk vardı ve bu nedenle gürültü kapasitesi olağanın üstündeydi, ayrıca koltukların arasında adeta sokak gibi gidip gelen insanlar dikkati dağıtıyordu. 50 sayfayı ancak okuyabildik, o arada tren Eskişehir Gar'ına girdi. Gide gele öğrenmiştik şehri, bu kez tramvay bileti almadan yürüyerek gitmeye karar verdik Adalar'a. Yol boyu ara sokaklara dalıp güzel evler, ilginç yapıda camiler, değişik isimli oteller ve duvar resimleri gördük. 


Eskişehir için hayli sıcak bir güne denk geldiğimizi öğleden sonra talkan kurabiyesi ve met helvası aldığımız dükkanın sahibi kadın söyledi. Gerçekten öyleydi, saat henüz 11.00 bile değildi ama Adalar'daki sevdiğimiz kitap-kafeye ulaşana kadar sıkı terledik. Yine de şikayetimiz olmadı, zira geçen sene ekim ayının başında geldiğimiz bir gün o kadar üşümüştük ki mağazanın birine girip kazak alıp giymiştik. 

Porsuk boyunca yürüdük, niyetimiz Porsuk'ta ring yapan teknelerden birine binmekti, daha önce gondol sefası yapmıştık ama tekneyi ihmal etmiştik, bu defa azimliydik, binecektik, süresi 12 dakika olsa da 😄 Görevli teknelerin belli bir saati olmadığını, yolcu talebine göre doldukça hareket ettiğini söyledi. Tabii sabahın o saatinde henüz kimse tekne rüyası görmemişti, biz de hevesimizi öğlene sakladık ve kahve içip dinlenmek üzere Adımlar Kitap-Cafe'ye yerleştik. Geçen yıl geldiğimizde de burada oturmuş, nefis bir bitki karışımı içmiş, içeri girip kitapları karıştırmıştık. Yine aynını yaptık, buzlu kahvemizi içip bir çikolatalı sufleyi paylaştık, sonra kitapları kurcaladık. "Her gittiğim şehirden bir kitap" adetim üzere Jean Echenoz'un "Koşmak" kitabını aldım ve "Şelale Parkı"na gitmek üzere vedalaştık "Adımlar"daki zarif dövmeli tatlı garson kız ile.


Yola çıkmadan önce internette biraz ders çalışmıştım, Eskişehir'de hala gitmediğimiz bir yer kaldı mı diye, kurada "Şelale Park"çıktı. Anlatan da bir ballandırmış sanırsın dünyanın 7 harikasından biri, eh kusur kalmayalım o zaman dedik. Sorduk soruşturduk, çok yokuş yürünmez dediler, toplu taşım aracı nerden kalkar bilemedik, taksiye binmeye karar verdik. Odunpazarı'ın arkalarında, tepede bir yer imiş. Gözümüze ilk çarpan taksi durağına seğirttik, yola düştük. Hakikaten yürümek sıkıntılı olacakmış, tırmandık da tırmandık, sonda ulaştık "Şelale Parkı"mıza. Sıcak havada şelaleden çağlayan suların yanında serinlemek hevesiyle girdik parktan içeri ama o da ne?


Şelale yok, yapay kaya var, buyrun serinleyin. Çekinmeyin altta birikmiş sularda da cupcuplayabilirsiniz 😄 Şelale nerde? İnek içti? İnek nerde? Dağa kaçtı? "Hüsranla gönül hep inler"şarkısını terennüm ederek beton binalardan oluşan Eskişehir manzarasını tepeden seyran eylemeye gittik:


Ama hakkını yemeyeyim park oldukça yeşillikti, hele de biraz ilerleyince gördüğüm manzara sıcağı da, şelaleyi de, suyu da, suyu içip dağa kaçan ineği de unutturdu. Hele siz de bir bakın haksız mıyım?


Leylak, çiçek açmış, hem de bu mevsimde. Oy severim ben seni, geleceğimi bilmiş de bana sürpriz yaparmış. Varsın akmasın şelaleler, mevsimsiz açan leylağım bana yeter 💜

Aman neler görüyorum? Şelalelerin akmadığına kızan Don Kişot, bunu değirmenden bilmiş, çekmiş mızrağı, takmış peşine Sanço Panza'yı, düşmüş yola:



Don'umuz, Kişot'umuza "Gazan mübarek olsun" diyerek Şelale Parkı'ndan ayrılıp şehre geri dönüyoruz. "Park çıkışında taksi zilleri var, basınca hemen bir taksi gelir" demişti bizi getiren şoför arkadaş, biz de öyle yaptık. Atladık gelen taksiye ve Porsuk kıyısına geri döndük. Niyetimiz yemek yemekti ama baktık Köprübaşı Tekne İskelesi'nde kalabalık var, yemeği sonraya bıraktık. Gerçekten epey insan toplanmıştı. Biletimizi aldık (kişi başı 7,5 TeLe) ringe çıkan teknenin dönüşünü beklemeye başladık. Derken geldi "Malhatun", teknenin adı yani. Aman içinden inen inene, bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk hesabı, bitmek bilmedi. Sanırsın belediye otobüsü. Neyse sonunda boşaldı, girip oturduk cam kenarına. Ne göreceksek, sanki Boğaz Turu'na çıkıyoruz. Bildiğimiz Porsuk Çayı, çevresindeki binalar, altından geçeceğimiz rengarenk köprüler. Teknesiz de görüyorduk zaten. Olsun, madem geldik buraya kadar, denemedik şey bırakmamak lazım değil mi? İçerisi feci sıcak ve kalabalıktı. İmece usulüyle birbirlerimizin fotoğraflarını çektik, komşu komşunun külüne muhtaç sonuçta. Yan tarafımızda oturan genç çift 12 dakikalık tekne turu boyunca kafalarını cam tarafına çevirmeden ellerindeki telefondan oyun oynadılar. Halam sağ olsa "Yavruuum" derdi, "o oyunu evinizde oynasanız da boşa para vermeseydiniz tekneye". Hoş belki hafif sallantıda şekerler daha iyi patlıyordur.. 


"Kaptan, üzerimize doğru bir gondol geliyor!""Tüm yelkenler fora, kaçınnnn!"


12 dakikalık turdan sonra "Niye bindiydik ki, aman bir şeyden eksik kalmayalım" duygusuyla indiğimiz teknemiz efendim, yeni yolcularını bekliyor. 

Sıra yemeğe geldi, daha önceleri muhtelif alternatifler denemiştik. Bu sefer tam yöresel olsun, hem de yakında nasılsa diye "Papagan Çi Börek"e gitmeye karar verdik. Küçücük dükkan her zamanki gibi tıklımdı, fazlalıklar dışarıdaki masalara taşmıştı. Ortada dolanan yaşlıca bey çok komikti, çocukların yanağından makas alıyor, büyüklerle şakalaşıyor, bir yandan da tabak tabak çibörek taşıyordu masalara. Bize de "Kızlaar" diye hitabetti 😄 İkimize 1,5 porsiyon istedik, devasa börekler geldi, pişman olduk. Zar zor yemeye çalışıp sonuncuyu da tabakta bıraktık. Müsrüflük!



Böreğin adını yanlış yazmışlar bir kere "Çiğ" değil "Çi" börek o. "Çi", lezzetli demekmiş, ben Tatarların ve internetin yalancısıyım:

"Bolsa eger sıprada birkaç tane çibörek
Her bir derkde devadır, başka ilaç ne kerek"
(Varsa eğer sofrada birkaç tane çibörek
Her bir derde devadır, başka ilaç ne gerek"

Bu dizeler koridor yolluğu uzunluğunda bir çibörek destanının sonundan, tabii ki Kırım Tatarları yazmış. Ben de Cevriye görüp hizaya girer diye şuraya alayım dedim 😄

Çiböreklerle öyle bir şiştik ki Hamamyolu'nda bir yürüyüş eyleyelim dedik. Yolüstü girdiğimiz dükkandan Ankara'ya götürmek için leblebi unundan yapılma Talkan kurabiyesi ve bir çeşit pişmaniye olan Met helvası alıyorduk ki karşıda tabelasında "Karakedi Boza" yazan mekanı gördük. Ününü duymuştum fakat daha önceki gelişlerimde hiç rastlamamıştım. Alışveriş yaptığımız kadın da çok övünce içmeden gidemedik, zira ikimiz de, hele de ben boza delisiyimdir. Paketleri kapıp karşı dükkana damladık:



Lakin bardaktaki sıvı o kadar yoğun ve o kadar tatlıydı ki (zannımca sürüm çok fazla ve bozalar yeterince mayalanmadan satışa sunuluyor), ikinci yudumdan sonrasını getiremedik. Nerede Akman'ın caanım bozası, nerede bu adeta içilmeyen, yenen madde. Yine de çamur atmayayım, bozaya kıyamam çünkü, belki bize denk gelende bir olmamışlık vardı.

Bozalarımızı kapının önündeki çöpe bırakıp (yine müsrüflük, açgözlüyüz aç 😃) Hamayolu'nda piyasa yapanların arasına karıştık. Çok kalabalıktı, kimi yürüyor, kimi yol ortası kafelerde oturuyordu. Biz de kenarlarına çiçekler ekilmiş üst geçit benzeri, tünelimsi yapıya çıkalım dedik. Birkaç ahşap heykel sergileniyordu burada, ki daha önceki gelişlerimizden birinde Mozaik Parkı'na gitmiş ve orada daha çoğunu görmüştük. 



Hamamyolu turumuz da bitince rotayı Odunpazarı'na çevirdik. Her gelişimizde mutlaka uğrar, her seferinde de aynı keyfi alırız. Epey yürüdüğümüz için önce dinlenme ve kahve dedik, rengarenk örtülerle, sandalyelerle, minderle süslenmiş bir konağın bahçesine oturduk: Kasr-ı Nur. Pek iddialı bir isim değil mi? Bu yaz Eskişehir bana çalışmış, mevsimsiz leylaklar çiçeklendirmiş, adıma yakışan mekanlar açmış, daha ne isterim. Bir de boza ekşi olsa ne vardı?



Yeterince dinlendikten sonra biraz dolaşıp torbamıza Eskişehir simitleri, çantamıza minik bir lületaşı kedi, birer seramik bileklik, bir-iki ıvır zıvır daha ekleyerek ayrıldık Odunpazarı'nın güzelim sokaklarından:






Son bir kahve ve son bir görüşme için Adalar'a geri döndük. Porsuk'tan geçen iki gondol dikkatimizi çekti, fotoğraflarken gördük ki kutsal bir amaca hizmet etmekteymiş bu küçük seyahat:


Her iki gondol da köprülerden birinin altına geldiğinde genç bir adam diz çöküp yanındaki genç kıza evlenme teklif ederken diğer gondoldan çiçek ikmali yapılıyor, köprüde biriken arkadaş kontenjanından gençler de konfeti ve dumanlı birtakım zımbırtılar patlatarak bu kutsal olayı Eskişehir tarihine nakşediyorlardı. Ne diyeyim ne kadar absürd olsa da Nusret'in kaburgası üzerine tektaş koyarak yapılan tekliften daha tehlikesiz geldi bana. Etle teklif alan kızın talihi varmış ki o tektaş dişini kırmadı 😄

Gençlere "bir yastıkta kocasınlar" diyerek son bir kahve içmek için Rumeli Çikolatacısı'na girdik. Pek şık bir mekandı, kalp şeklinde bir tepside (izlediğimiz evlenme teklifinin üstüne cuk oturdu) kazan büyüklüğünde kupalarda geldi kahveler, köpüre köpüre içtik. Sonra da gara doğru yola düştük. 

Ufak tefek aksaklıklar olsa da pek güzel, pek keyifli bir gezi idi. Devamının gelmesini diler, kuaförün gafleti nedeniyle kısacık kesilmiş kahküllerimle gün boyu geçtiği dalgaya rağmen her yolculuğumu şenlendiren eşlikçim bacıma ve beni fazla sıkıntıya sokmadan günü bitiren Cevriye'ye teşekkürü bir borç bilirim, sağ olsunlar, var olsunlar...

3 EYLÜL (NİĞDE GEZİSİ 1)

$
0
0
Farkındayım, aslında Ağustos'da okuduğum kitapları yazmam gerekiyordu ama onu birkaç gün erteleyip detayları unutmadan kız kardeşle yaptığımız 2 günlük Niğde yolculuğumuzu anlatmak istiyorum. İlginç, şaşırtıcı, yer yer ürkütücü, kimi zaman mutlu, bazen hüzünlü ve birlikte yaptığımız her yolculukta olduğu gibi keyifli zamanlar geçirdik. "Onca şehir dururken neden Niğde?" diyecek olursanız orada hiç yaşamamış olmamıza rağmen hem anne, hem baba tarafından Niğdeliyiz. Benim çocukluğumun yaz tatilleri (yani babamın izinli olduğu zamanlar) annemin teyzesinin olağanüstü güzellikte ve büyüklükteki bahçesinde geçti, hayatımın en mutlu zamanları içinde oldukça önemli bir yer kaplar o günler. Bu yolculuk biraz da çocukluk sonrası bir daha Niğde'ye gitmemiş olan kız kardeşle anıları canlandırma, hafıza tazeleme yolculuğu idi. 

Cuma gecesi ulaştık ilk kez gördüğüm otobüs terminaline. Çocukluğumda şehrin daha merkezi bir yerindeki küçük garajda iner, bir fayton kiralar, nalların dıgıdık sesleri kuzenlerime ve o yemyeşil bahçeye ulaşmanın heyecanına neşe katar, sabırsızlıkla arabacının atları "Bırrrsss!" sesiyle "Fesleğen"in önünde durdurmasını beklerdim. Fesleğen pek de büyük sayılmayan beton bir havuzdu. İkindi üzeri su verilir, civardaki, evlerinde su tesisatı olmayan kadınlar oraya çamaşır yıkamaya gelirlerdi. Tokaç seslerine kahkahalar karışır, sabun baloncukları havada uçuşur, Fesleğen'in bekçisi Hüsam efendi taşlıktaki sandalyesine kurulup sigarasını tüttürerek çamaşır yıkayan kadınları seyrederdi. Niğde'nin alamet-i farikalarından biriydi Fesleğen, tabii ki izi dahi kalmadı şimdi. Hatta bindiğimiz taksiye adres tarif ederken (büyük teyzenin artık tek bir ağaç bile kalmamış bahçesinin yerine dikilmiş beton bloklardan birindeki boş evinde geçirdik iki geceyi) Fesleğen, Çayır Mahallesi falan diyerek tarif etmeye kalktım, boş boş yüzüme baktı, öylesine habersizdi bunların varlığından. Diğer taksicilere sorup bin güçlükle nereye gideceğini anladı da öyle koyulduk yola. Karanlıkta pek göremesek de benim hafızama yerleşmiş yeşil Niğde'nin mazide kaldığı, bahçelerin yerini çirkin beton binaların aldığı belli oluyordu. Sonunda eve ulaştık ve yol yorgunluğuyla kendimizi yataklara attık.

Her yolculukta yaptığımız gibi, ne kadar yorgun ve uykusuz olsak da sayılı günlerden azami faydayı sağlayabilmek için sabahın köründe ayaktaydık ikimiz de. Giyindik ve çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin izini sürmek için düştük yollara. Bulunduğumuz bölge betonlaşmış olsa da bizi şehir merkezine götürecek yolun üstünde hala eskiyi hatırlatan kimi yıkılmış, kimi harabe halinde, kimi direnen tanıdık binalar göze çarpıyordu. İnce bir hüzünle sağa sola bakarak defalarca inip çıktığım merdivenlere ulaştık, Cevriye'den yükselen "Of!" sesini duymamazlıktan geldim. 

Merdivenleri Cevriye'ye rağmen tırmanıp caddeye çıkınca tüm görkemiyle Kale ve bahçede geçirdiğimiz tatillerde her saat başı vuran gonguyla bize vakti hatırlatan Saat Kulesi dikildi karşımızda. Artık onun da sesi kesilmiş. Görkemse sadece uzaktan, bakımsızlığını ertesi gün Kale'ye çıktığımızda görecektik. 



Yolun bir kısmını sağlı-sollu tanıdık binaların varlığını sürdürdüğünü görmenin çocuksu sevinciyle yürüdük. Niğde'nin bir bölümü hâlâ direniyordu, bunu ilerleyen saatlerde de görecektik. Kendimize kahvaltı edecek bir mekan arayarak yürüdük de yürüdük. Yine yol boyu Niğde'nin çocukluğumdan bu yana benim için bir nevi sembolü olan dükkan üstü güzel evlerinin hala yıkılmadığını, hatta bir kısmının elden geçirildiğini görüp bir kez daha sevindim. Bazıları ise el dokunulmadan bir dükkan ve tabela kalabalığı üstünde kaderini bekliyordu:


Sonunda kahvaltı edebileceğimiz bir pastane bulduk. Sabah mahmurluğunu üstünden atamamış suratsız garson kızın en ufak bir tebessümü bile esirgeyerek masamıza getirdiği simit, peynir, çay vs ile kahvaltımızı yaptık. Veda ve teşekkür sözlerimize ağzının içinden bir şeyler geveleyen kızımızı mutsuzluğuyla başbaşa bırakarak hedefimizdeki "Gümüşler Manastırı"na doğru harekete geçtik. Niğde'de çoğu insanın yol tarifi özürlü olduğunu zaman geçtikçe anlayacaktık. Sorduğumuz yeri ya hiç bilmiyorlardı ya biliyorlar tarif edemiyorlardı ya da her biri farklı tarifler veriyordu. Altın vuruşu ise ertesi gün "Fertek minibüsleri nerden kalkıyor?" diye sorduğumuz amca yapacaktı: "Bizim evin oradan kalkıyor"😃

Sonunda Gümüşler Kasabası'na giden minibüsün eski terminalden kalktığını zor bela öğrenip, yerini de aşağı yukarı kavrayarak yürümeye başladık ama önce şurada poz verdik, olmazsa olmaz tabii ki 😎 Çalmayan saat kulesi ve şehir içinde eser miktarda rastlanan elma ağaçları ile Niğde, "I love you". İhtiyar neneler gibi durmadan tekrarlayacağım "Ah! Teyzemin yokolup giden güzelim bahçesi"😔


Yolüstünde karşımıza "Hüdavent Hatun" türbesi çıktı. Eh bir selam vermeden geçersek hemcinsimiz bize darılır. Kendisinin ilk kadın vali olduğu söyleniyor bazı kaynaklarda. Yalnız ilginç bir durum var bazı yerlerde Anadolu Selçuklu Sultanı 4. Kılıçarslan'ın, bazı yerlerde de 1. Alaaddin Keykubat'ın kızı olduğu söyleniyor. Bazı kaynaklar türbeyi kendisinin yaptırdığını, bazısı da mezarının üstüne sonradan türbe yapıldığını ileri sürüyor. Bir kafa karışıklığı sözkonusu, hep bunlar nüfus memurunun işine dört elle sarılmamasından kaynaklanıyor, muhtemelen nüfus kaydı sırasında bilgisayarda Solitaire oynuyordu 😃 O yüzden biz içindekini bırakalım yapının güzelim taş oymalarına bakalım:




Neyse ki son gördüğümden bu yana epey bakım yapılmış türbeye ve çevresine, küçük bir park düzenlenmiş etrafında, hatta şirin bir çay bahçesi de var ama sabahın o saatinde kapalıydı. Aynı parkın içinde Hüdavent Hatun Türbesi'nin küçük kardeşi gibi bir türbe daha var; "Gündoğdu Türbesi". Kare planlı, piramit külahlı bu türbe 1344 yılında ölen Gündoğdu oğlu Ahi Bevvap Bey adına yapılmış. Fotoğrafını çekmeyi unutmuşum, merak ediyorsanız Google'dan bulabilirsiniz. 

Hüdavent hemşiremizin hatırını sorduktan sonra yola devam edip asıl hedefimize adım adım yaklaşıyoruz. Eski Terminal binasına geldik ama ortada pek bir bina görünmüyor, parkımsı bir alan, içinde birkaç bank, yanda salaş bir kahve ve eski de olsa terminal olamayacakmış gibi duran köhne bir yapı. Halbuki ben buradan da otobüse binmiştim, o zaman gözüme daha parlak görünmüştü, pek eskimiş. Minibüsler arka taraftan kalkıyormuş, ilerleyince gördük. Sorduk soruşturduk, Gümüşler Köyü'ne gideni bulduk ama kalkmasına daha yarım saat varmış. Sözünü ettiğim kahve pek testosteron soslu olduğundan banklara oturup beklemeye karar verdik, lakin bankları sulamışlar, fena halde ıslaktı. Evet sulamışlar, çimleri sularken daha gümrah olsun, büyüyüp üç kişi yerine beş kişi oturabilsin diye onları da sulamışlar. Mecburen kahveye yöneldik, zira Cevriye mızıldanıp duruyordu. Biz yokken masalardan birine yerleşen orta yaşlı adamla kadının zulasında bir yere konuşlandık. Lakin bu defa her ikisinin de ısrarlı göz hapsine maruz kaldık. Kaldığımız iki gün boyunca alnımızda çakılı olduğunu düşündüğümüz levhada "Yabancı" yazılı olduğu için şehirde yanından geçtiğimiz genç yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk herkesin dikkatli bakışlarının hedefi olduk. Göğsümüze bir başka levha çakıp "Yabancı sanıyorsunuz ammaaa aslen biz de Niğdeliyiz, naaber?" yazmayı düşündük, sonra uğraşmaya değmez deyip caydık 😃 Sonunda minibüsün kalkış vakti geldi, yerleştik. 15 dakika kadar süren bir yolculuktan sonra Gümüşler Köyü'nde, Gümüşler Manastırı'nın yanında indik. Haydi bakalım başlasın Manastır turu, giriş 7 TeLe, Müzekartla ücretsiz:


Manastır büyük bir kaya kitlesine oyulmuş ve günümüze kadar oldukça iyi korunarak gelmiş, Kapadokya yöresindeki en büyük manastırlardan biri imiş. Kilisedeki duvar resimlerinden hareketle 11. ve 12. yüzyıla tarihlenmekte imiş. Manastırın en önemli özelliği dünyadaki tek gülerken betimlenmiş Meryem resminin burada bulunması imiş. Sadece Meryem değil, kucağındaki İsa da gülümsemekte, hem de hayli cingöz bir gülümseme var suratında:


Bize gönüllü rehberlik eden üniversite öğrencisi bir genç bu gülüşün aslında resmin üzerinde yapılan oynama sonucu olabileceğinin de düşünüldüğünü söyledi. Bende ise tebessümden ziyade tavşan dudak imajı uyandırdı, o yüzden bu görüşün doğru olabileceğini düşünüyorum. Ama öyle ya da böyle Meryem Ana, sana gülmek daha çok yakışıyor.
Duvar resimleri oldukça canlı renklerde ve günümüze kadar hayli iyi durumda gelmişler. Rehber genç bunu şöyle açıkladı. Manastırı restorasyondan önce köylüler inek-koyun ahırı olarak kullanıyorlarmış ve sık sık zeminde ateş yakıyorlarmış. "Kahırdan lûtfa uğramak" diye bir deyim vardır. Zarar vermek amacıyla yakılan ateşin isleri resimlerin üzerinde koruyucu bir tabaka oluşturup bozulmalarının önüne geçmiş neyse ki. Zaten kilisenin içinde duvarlar, sütunlar bu isten dolayı siyaha kesmiş. 





Manastırda kilisenin yanı sıra yeraltı şehri, papaz odaları, çilehaneler, mutfak vs amaçla kullanılan bölümler var. Yeraltı şehrine inerken Cevriye'ye epey eziyet ettiğimi söyleyebilirim, sadece Cevriye değil diğer bacağı da öyle zorlamışım ki hala kaslarım ağrıyor. Siz siz olun talimli değilseniz o kedi merdivenlerinden inmeye, çıkmaya kalkışmayın 😄


Manastırın iç avlusu ve ortada Manastır'la takım giyinen ben, selam ey halkım 😄 Yerdeki çukurlar mezar oyukları. 



Kayalığın dıştan görünüşü ve Gümüşler Köyü'nden küçük bir görünüm. Esasen köyü gezmeye de niyet etmiştik ama hava o kadar sıcak, güneş o kadar tepede idi ki, Manastır'ı dolaşırken ahbaplık ettiğimiz genç çift bizi arabalarıyla Niğde'ye bırakmayı teklif edince reddedemedik. Zaten Cevriye de kazan kaldırmak üzere idi.

Niğde'ye dönünce ilk işimiz aç karnımızı doyurmak oldu. İnternette ders çalışırken not aldığım "Şehir Lokantası"na gittik. Tipik bir taşra esnaf lokantası, biraz daha irice. Biz kapıdan içeri girince lokantanın sahibi olduğunu düşündüğüm iki adam ayağa kalkıp "Hoşgeldiniz" dediler. Sokakta maruz kaldığımız bön bakışlardan sonra bu zarif saygı gösterisi hoşumuza gitti. Lokanta daha önce büyük dayımın oturduğu sokakta idi, evlerini aradım ama bulamadım. Sokağı yanlış mı hatırlıyorum diye sorunca bana son derece farklı bir ev gösterdiler. Meğer bina satılmış ve alan kişi üzerinde tadilat yaparak hiç tanınmayacak şekle getirmiş. Öyle çok anımız vardı ki o evde ve o sokakta. Evin karşısında, artık olmayan helva imalathanesinden büyük dayının annem sever diye aldığı yaz helvaları, benim evin kilerinde oynattığım Karagöz oyunları, seyre gelen ve taşra sakinliğiyle büyük şehirden gelmiş akraba kızının gevezeliklerini dinleyen komşu çocukları (kağıttan kesip bilet bile yapmıştım), geceleri yeni sahibinin camla çevirip ek bir kata çevirdiği terasta izlediğimiz yıldızlar, Karınca yengenin kayısı marmaratları (marmelat), saat başı dong dong vurup irkilten emektar duvar saati, divanın üstünde asılı kahve içen harem kadınları betimlemeli duvar halısı, koca göbekli, şirinler şirini aşçı dayının bize özel yemekleri, sabahları evin erkeklerinin erkenden kalkıp Bolkepçe Lokantası'na kelle-paça içmeye gidişleri, oyunlar, kahkahalar, sohbetler. Buruk bir hüzün eşlik etti yediğimiz Niğde tavaya. 

Yemekten sonra Öğretmenevi'nde bir kahve içip Müze'ye düşürdük yolumuzu. Çocukken gitmiştim en son, Müze'nin en büyük süksesi camekanda sergilenen bir kadın mumyası idi. Hâlâ öyle, hiç yaşlanmamış kadın, olduğu gibi duruyor, yanına ilaveten çocuk mumyaları da konmuş. 


M.S. 10. Yüzyıla tarihlenen mumya Yılanlı Kilise'den çıkarılmış. Yanında 8-9 yaşlarında bir oğlan çocuğuyla müzeyi gezen kadın oğluna "İstersen sen bakma, korkabilirsin" deyince aldığı cevap şu oldu: "Ne korkacağım yahu, ben bilgisayar oyunlarında bunun gibi neler görüyorum". Sanal alem sen nelere kadirsin. 

Niyetimiz Müze gezisinden sonra Niğde'nin en güzel yeri olan Kayardı Bağları'na gitmekti ama kime sorduysak nasıl gidebileceğimiz konusunda net bir cevap alamadık. Tek çözüm olarak taksi seçeneği kaldı ama ortalıkta taksi de göremeyince Müze görevlilerinden yardım istedik. Şaşırtıcı bir hevesle yardımcı oldular. İçlerinden biri telefon edip tanıdıkları bir taksiyi çağırdı, taksi gelene kadar eşlik etti, taksi gelince kapıyı açıp binmemize yardımcı oldu. Eh, teşekkür ettik haliyle. Lakin iki dakika içinde gideceğimiz yere varıp üstüne yüklü bir taksi parası ödeyince şoförün dönüşte çağırmamız için elimize tutuşturduğu kartviziti çöpe atıp yürüyerek şehre ulaştık. Böyle yani, aslında çok rahat ve kısa sürede yürüyebilirmişiz. Bu da bize ders olsun 😄 Lakin Kayardı öyle güzeldi ki, kafaya takmadık bile:








Kayardı'nın daracık sokaklarında, çıkmazlarında dolaşırken yine çocukluğum düştü aklıma. Büyük dayının da bağı vardı burada, bakımsız ve haraptı ama öyle yeşil, öyle güzeldi ki. Hâlâ rüyalarıma girer. Yazları tatile geldik mi toplanır bir at arabası kiralardık. Motorlu taşıt yolu henüz açılmamıştı çünkü. Doluşurduk içine neşe içinde varırdık bağa. Arıklardan akan sular, ceviz ağaçlarının gölgelediği yollar, elmalar, türlü türlü meyveler, mis gibi hava, bir tatlı huzur Kalamış'tan değil ancak Kayardı'dan alınırdı sanki. Taze cevizleri yemek, ağaçlara tırmanmak, salıncak kurmak, hem komşu, hem akraba Niyazi Ağa'nın (ağır işittiği için Kulak derlerdi aile arasında) bitişik bağından hırsızlama Frenk üzümü koparmak, koruk terletmek ve dönüşte yorgun, bitkin ama mutlu, araba olmadığı için tabana kuvvet dönmek. Neyse ki Kayardı hâlâ yeşil, hâlâ keyifli. Umarım öyle de kalır.


Fotoğraf çocukluğumdan, at arabasıyla Kayardı'na gelmişiz. Örgülü saçlı benim, yanımdaki bebekli Karınca Yenge, en arkadaki evinde kaldığımız rahmetli büyük teyze. 

Kayardı'dan yürüyerek çabucak ulaştık şehir merkezine, benim Cevriye biraz mızıldansa da yüz vermedim. Yol üstü bir sokak arasında "Üvercinka Sahaf"çıktı karşımıza. Kitapçı arayıp dururduk, malum adetimdir ya her gittiğim şehirden anı niyetine bir kitap almak, hemen girdik içeri:


Duvarda şöyle bir yazı vardı: "Sahaf, aradığınız her kitabı değil, kısmetiniz olan kitabı bulabileceğiniz bir yerdir". Benim kısmetime de Elsa Morante'nin "Tarih Devam Ediyor"u düştü. Eski sahibine ait bir iz aradım içinde, iki yapraklı boş bir post-it ile son sayfadaki şu yazı çıktı karşıma:

"Kim ne derse desin. Gençler bazı davranışlarında sorumlu değillerdir. sorumlu arıyorsanız. Bunu toplumun şimdiye kadar alışagelmiş davranışlarına bağlayın."
11/12/1982   Cevdet

Yazım yanlışlarından da ben sorumlu değilim, Cevdet ne yazdıysa aynen geçirdim 😄

Ve evet sırada Niğde'nin ara sokakları var. Bir duvar resminin izini sürerek istesek bulamayacağımız güzellikte ve eskilikte sokaklara ulaştık. Bunlardan biri Üniversite'nin restorasyonunu üstlendiği Cullaz Sokak:











En son fotoğraf Göncü Konağı. Üniversite restore ederek konuk evine dönüştürmüş. Herkes kalabiliyormuş, fiyatlar makul, aklınızda bulunsun. Gayet hoş bir mekan olmuş, fotoğrafta görülen de arka bahçesi.

Yeterince sokak arşınladıktan sonra Cevriye'yi sabrı için kutlayarak önce yemek yemeye sonra da kahve içip dinlenmek için bulduğumuz en makul yere, Kahverengi Cafe'ye gidiyoruz. Balkona kuruluyor, bir yandan kahvemizi içip canlı müzik dinlerken bir yandan da hayli hareketli ve renkli olan caddeyi temaşa ediyoruz:



Çok yorulduk ve geç oldu. Gidip yatalım artık. Yarın da yarına kalsın 😄😉

4 EYLÜL (NİĞDE GEZİSİ 2)

$
0
0
Geldik kısa gezimizin son gününe. Yine erkenden kalkıp yola düşüyoruz, niyetimiz Kale ve Saat Kulesi'ni görmek, hatırladığım kadarıyla bir cafe vardı Kale'de, uygunsa orada kahvaltı etmek. Ama önce evinde kaldığımız büyük teyzenin kışlık evini bulmak niyetindeyiz. Şimdi kaldığımız bloklar silsilesi zamanında devasa ve yemyeşil bir bahçe idi, içinde minicik bir yazlık ev vardı. O küçük eve onca insan nasıl sığardı şaşırıyorum. Hele düğünlerde iyice kalabalık olurduk ama kimse de halinden şikayet etmez, bir şekilde becerirdik yerleşmeyi. Çok sonraları o ev yıkılınca benzer bir konu geçtiğinde büyük teyze şöyle açıklamıştı bu durumu: "Evvelce evler dardı ama gönüller genişti. Şimdi evler genişledi, gönüller daraldı". Yıkılana kadar yazları gittiğimizde bahçedeki evde, sonraları ise kışlık evde geçti tatillerimiz. Bahçeye çok yakındı, yazları Adana'nın sıcağından kaçıp gelenlere kiraya verilirdi, evin bir odası depo gibiydi, kapalı olurdu. O odaya bayılırdım, Ali Baba'nın hazine dairesi gibiydi benim çocuk gözümde. İhtiyaç duyulan bir şeyi almak için kuzenlerden biriyle giderdik bazen, yazlık evden çıkar, evin arkasındaki muhteşem kavaklığın içindeki patikadan yürür, sokağı geçer ve kışlık eve girerdik. Adanalı kiracılar tahta zemine yayılmış sohbet ediyor olurlardı. Yerlerde halı olmayınca kiracıların fakir olduklarını düşünürdüm. Oysa sıcak nedeniyle yerdeki yün halılar toplanıp kaldırılmış olurdu. Onlara bir "Merhaba" deyip depo odaya dalardık, ben mutluluktan sarhoş. Her gittiğimde bir ganimetle dönerdim, bazen bir kitap, bazen bir küçük biblo, incik boncuk, hiçbir şey bulamazsam mutfaktaki kilerden ceplerimi Şam fıstığı ile doldururdum. Anılarımızda öyle yer etmişti ki kız kardeş bile orada çok fazla zaman geçirmemesine rağmen rüyalarına girdiğini söylerdi. O yüzden Kale'den önce bir nostalji yapmaya karar verdik. Çok aramadan çıktı karşımıza ev, elbette biraz harap, oldukça eskimiş. Zaten sokaktaki evlerin tümü öyle, bir çoğu da yıkık dökük. İçeri giremedik tabii ki, kapı kilitliydi, dışarıdan baktık, anılar akıp gitti gözümüzün önünden. Sofra toplarken eşiğe takılıp kırdığım üstüste dizilmiş bir yığın tabak, merdivenin başındaki tutunup sallandığım demir, balkondaki kadife çiçekleri, eniştenin kitaplıktan çekip orada kaldığımız sürece yüksek sesle okuyup neredeyse Hayyam'dan soğuttuğu "Rübailer", hep birlikte yenen neşeli düğün yemekleri, insanın içine işleyen Niğde ayazında bürünüp yattığımız sıcacık yorganlar, daha nice anılar. Dalarsak çıkamayacağız diyerek vurduk kendimizi Kale yollarına.


Kale ve Alaattin Camii'ne Cevriye'yi delirten bir yokuşu tırmanarak ulaştık. Çok erken gelmişiz tabii ki, Kale'ye giriş kapısı kapalı, camiin de ışıkları bile yakılmamıştı. Ünlü "Taçlı Kadın Başı" olan kapının fotoğraflarını çekip camiin içini de loş ışıkta şöyle bir gezdikten sonra Kale'ye yönlendik ama yazdığım gibi kapısı henüz açılmamıştı. 



Kapının üstündeki kadın silüetini fotoğrafta daha rahat görebilirsiniz. Efsaneye göre 1223 yılında Niğde Sancak Beyi Ziyneddin Beşare tarafından yaptırılan caminin inşaatında çalışan taş ustası sancak beyinin kızına aşıkmış. Kavuşamayacağını bildiği için de bu aşkı sonsuza dek yaşatmak için kızın silüetini taşa oymuş derler. Ne derece doğrudur, tesadüf müdür bilinmez ama gerçekse taş ustasının hünerine ve aşkının büyüklüğüne şapka çıkarılır. 


Caminin içinden, loş ışıkta ancak bu kadar çekebildik. 

Kale'nin kapalı olduğunu öğrenince daha sonra uğramak üzere ayrıldık ve her zaman ilginç ve görülesi olan, eski evlerin yoğunluklu olduğu Kaleiçi sokaklarına vurduk kendimizi. Yalnız ayrılmadan önce Kale Parkı'ndaki kurumuş havuzun ortasını süsleyen, itibarlı zamanlarında fıskiye görevi yapmış devasa laleden fırlamış yavru laleleri görmenizi isterim, size sarı laleler aldım Niğde Kalesi'nden 😃


Kale'den ayrılıp sokaklar boyunca yürüdükçe bunca zamandır buralara hiç gelmediğimi farkedip şaşıyorum:




Dar sokaklardan geçerek Eskisaray Mahallesi'ne geliyoruz. Sungurbey Camii restore edildiği için gezemiyoruz ama karşımıza 1913 tarihli bir Rum Okulu iken şimdi ilkokul olarak kullanılan Dumlupınar ilkokulu çıkıyor. Okulun yan tarafı hayli ilginç:



Ön tarafta dış duvarlarının restorasyonu yeni yapılmış irice bir bina görüyor ve  yakından bakmak için ilerliyoruz, buranın eski bir Rum Kilisesi olduğunu fark ediyoruz. Dışının restorasyonu bitmiş gibi ama içeride iskeleler kurulu ve restorasyon devam ediyor gibi ya da durmuş bilemiyorum. Kapı kilitli zira, pencereden görebildiğimiz kadarını fotoğraflıyoruz.



Kilisenin hemen karşısında Eskisaray Parkı adında bir yeşil alan, içinde de restoreden geçmiş tarihi bir yapı var. Meraklıyız ya, illa öğreneceğiz. Buranın da kapısı kilitli, oradaki iki adam ilgileniyor. Restorasyondan sonra Sanat Merkezi'ne dönüştürülen bir Ermeni Kilisesi imiş. Henüz açılışı yapılmamış. Bizi o gün Yeşilburç Köyü'nde düzenlenecek açık hava sergisine davet ediyorlar. "Nasıl gidebiliriz?" sorusunu ise şimdiye kadar aldığımız cevaplara çok benzer şekilde cevaplıyorlar: "Vardır mutlaka oraya giden bir vasıta". O zaman teşekkürler, almayalım.


Vakit neredeyse öğleye geliyordu ve biz hala kahvaltı edememiştik. Yol üstünde bir fırına rastlayınca simit bari alalım dedik. Simit yokmuş yağlı ekmek teklif etti görevli genç kız, aldık ve paylaştık kardeşle. Pek sevmediysem de açlığımızı bastırdı en azından. Derken karşımıza "Ak Medrese"çıktı. Gökte ararken yerde bulmuş gibi olduk ama her zamanki gibi kapısı kilitliydi. 1409'a tarihlenen Ak Medrese'nin güzelim taş oymalarına bakmakla yetinip bitişiğindeki "Küçük Ev" isimli cfeye kendimizi dar atarak kahve ve çay ihtiyacımızı giderdik.


Cevriye'nin dinlendiğine, vücuda yüklediğimiz kafeinin de yeterli olduğuna kanaat getirince Fertek Köyü'ne gitmek üzere hareketlendik. Tabii ki öncesinde yol sormak, tarif almak ve hiçbirinden sonuç elde edememek vardı. İlk rastladığımız amca "Bizim evin önünden kalkıyor minibüs" demişti malum, evi hakkında birkaç ipucu aldıktan sonra durağı bir gün önce gördüğümüzü hatırladık ve "Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?"şarkısını çığırarak dün Kayardı'ndan gelirken geçtiğimiz yollara tekrar vurduk kendimizi. Neyse ki durakta çok beklemeden minibüs geldi. Tonton bir şoföre denk geldik, sorduğumuz sorulara tek kelimeyle ama istekle cevap verdi ve bizi takriben 10-15 dakika sonra Fertek'te, kendince uygun gördüğü bir durakta indirdi. Yine daldık ara sokaklara. Fertek yemyeşil ve güzel, eski tip evlerin olduğu bir köy. Niğde'de bir söylencedir Fertek'in eğitim düzeyinin ne kadar yüksek olduğu, çoğunluğun üniversite eğitimli olduğu. Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama biz köyü-ya da mahalleyi-çok beğendik.







Yorulunca yolda rastladığımız kapı önü muhabbeti yapan fotoğraftaki teyzelerin tavsiyesiyle Çamlık Restaurant'a girdik. Girmeden önce dışardan bazlama fırını zannettiğimiz tuhaf yapıların peri bacası şeklinde inşa edilmiş kapalı oturma mekanları olduğunu gördük. Orada oturmak hayli sıkıcı olsa gerek. Biz sıcaktan bunalmış bünyeyi aşağıdaki alamet-i farika ile serinlettikten sonra ayrıldık mekandan.


Tesadüf bu ya bizi getiren aynı minibüsle ayrıldık Fertek'ten, dün yemek yediğimiz yerde karnımızı doyurduktan sonra tekrar Kale'ye gitmeye niyet ettik. Yerel bazı ürünler almak için girdiğimiz dükkanda çalışanların tavrını sevmeyince vazgeçip tekrar tırmandık Kale'nin yokuşunu. Aslında Niğde'ye Perşembe gününü içeren zamanlarda gelmek lazım, zira o zaman Kale'nin dibinde pazar kuruluyor ve şahane ürünler bulunuyor ama kısmet değilmiş. Kale ve Saat Kulesi kocaman bir hayal kırıklığı ve Cevriye için de zorlu bir parkur oldu. Kale'nin içine girilmiyor, surlara çıkılmıyor, cafesi bakımsız, kahvesi bayat, satış mağazası saçma sapan objelerle dolu ve Kale'den görünen manzara da iç acısı bir beton yığını idi. Yıllar önce yeşilden gözünüzü alamazken aynı noktadan bir binalar denizine bakmaktaydınız:



Yorgunlukla ve sıcaktan bezmiş şekilde tekrar merkeze dönüp yerel ürünler satan bir başka dükkandan (Niğdelioğulları) aldığımız ürünlerin ağırlığıyla eve ulaştık. Otobüsümüzün saati yaklaşmıştı. Valizimizi yüklendik ve bizi terminale götürecek taksiye yerleştik. Hoşça kal Niğde, bir daha ne zaman görüşürüz, görüşür müyüz bilmiyorum .

"Velhasıl bir garip adamım ki Niğde'de 
Ömrümüm otuzuncu, evimin beşinci katındayım 
Sormayın günlerimin nasıl geçtiğini 
Başka sefere anlatayım..."


Demiş Ümit Yaşar Oğuzcan, o anlatmak istememiş ama ben detayıyla anlattım. Umarım sıkılmadınız, yeni bir seyahate kadar kalın sağlıcakla...


10 EYLÜL (AĞUSTOS OKUMALARI)

$
0
0
Evet biraz (biraz mı?) geciktim farkındayım ama hem gezme tozma hem düzenli blog yazma olmuyor. Neyse geç olsun güç olmasın diyelim ve başlayalım Ağustos ayında okuduğum kitapları sıralamaya:



-Ağustos ayının ilk kitabı kızkardeşi Perihan Bakır'ın Cemal Süreya'yı anlattığı "Size Nefesimi Bırakıyorum"du. Biyografi ve anı okumayı her daim sevmişimdir. Eh, Cemal Süreya'yı da sevince okumak şart oldu. Oldukça naif ve detaylı bir anlatımı var, yer yer hüzünlü. İlerlemiş yaşına rağmen bunca ayrıntıyı hatırlayıp yazabilmesi dikkat çekici. Siz de benim gibi Cemal Süreya'yı seviyor ve yaşamını merak ediyorsanız fazla edebi bir beklentiye girmeden okuyabilirsiniz...




-Graham Greene'in yazdığı "İstanbul Treni" Ostende'den başlayıp İstanbul'da sona eren bir tren yolculuğuna katılımları nedeniyle hayatları kesişen bir grup insanı anlatıyor. Yahudi bir işadamı, bir alkolik, bir revü kızı, lezbiyen bir gazeteci, bir hırsız ve bir devrimcinin ana karakterlerini oluşturduğu kitap yer yer ilgi çekci bölümler içerse de tavsiye eder miyim bilemedim...




-Gizli Defterlerim" sinemacı Ali Özgentürk'ün yıllar içinde defterlerine not aldığı çeşitli pasajlardan oluşuyor. Birkaç bölüm ilgi çekse de genel olarak kitabın bende uyandırdığı duygular pek parlak olmadı. 




-Arzu Zafer Adıgüzel'in adıma imzalayarak yolladığı şiir kitabı "Neresinden Başlamalı Ölmeye Bu Hayatın" beklediğimden daha yetkin şiirler içeriyordu. Özellikle bazı dizeler aklımdan çıkmayacak. Şiir sevenlere öneririm:

""Yaşamak
Bayram şekeri toplamaktı ağaçtan"




-Ağustos ayının en etkileyici okuması idi "Baharda Ölmek"İkinci Dünya savaşının sonlarına doğru askere alınan iki süt sağıcı gencin yaşadıkları ve savaşın travmaları incelikli ve ayrıntılı bir dille anlatılmış. Çok trajikti, bir o kadar da edebi yönü kuvvetli bir kitaptı. Okuyun derim...




-Daha önce "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" ve "Bazen Bahar" ile tanıyıp sevdiğim Melisa Kesmez'in "Nohut Oda" en az diğerleri kadar beğenimi kazandı. Öykü okumaktan sıkıldığım bir dönemde "başı-sonu belli, güzel öyküler de yazılabiliyormuş" dedirtti. Kitaptaki  favori öykümse "Kız Kardeşim Handan" oldu. Öykü sevenlere de, tercih etmeyenlere de tavsiyemdir. 


-Akgün Akova esprili olmasının yanısıra vurucu dili ile son yıllarda en severek okuduğum şairlerden biridir. uzun zamandır yeni kitaplarının çıkmasını bekliyordum. Tüm kitaplarının yeni basımı Karakarga Yayınları'ndan şahane kapaklarla çıkmış. "İçimden Geçen Yolda"şiir değil ama şiir gibi denemeler, şair yazarsa böyle olur tabii ki. Akgün Akova Türkiye'nin ve dünyanın dört bucağını dolaşıyor, kah dünyadan Türkiye'ye bir kanat ucunda selam gönderiyor, kah Türkiye'den dünyaya. Çünkü ne diyor şair: "Yalnızca kanatlarına güven". Kesinlikle okunmalı...




-Çek Lokomotifi adıyla anılan atlet Emil Zatopek'in yaşam öyküsü okuyanı yormayan, hatta yer yer gülümseten bir üslupla anlatılmış "Koşmak"ta. Ufak tefek ama ilginç bir kitap...

Ağustos ayını 8 kitapla kapatırken Eylül ayı okumalarında buluşmak üzere diyorum. Kitaplar eksik olmasın hayatınızdan...

24 EYLÜL (ANTALYA-SAGALASSOS-BURDUR)

$
0
0
Ankara'dan hom svit hom'a kesin dönüş yapalı bir haftayı geçti ama bir satır yazacak fırsat bulamadım bugüne kadar. Gerçi Kasım sonu bir süreliğine tekrar Ankara yolu görünüyor ama o pek güzel bir sebeple olacak, o zamana kadar tekrar başlayan yazın, Akdeniz'in, dostların ve evin tadını çıkarmak lazım. 

Antalya sıcak sıcak olmasına da, yıllardır bu şehirde yaşayan biri olarak bu sıcaklar Temmuz-Ağustos sıcaklarının yanında solda sıfır kalır diyorum, hatta Eylül sonunda yaz sıcağı yaşamak faidelidir, hoştur, keyiflidir. En azından nem yok, akşamları rahat yatılıyor, esinti var, hasılı havalardan memnunum. Balkon çınarım geçen yaz eşek kemirmiş gibi budanmıştı yokluğumda hatırlarsanız, budanan yerlerinden yeni dallar fışkırtmış, hatta birini balkonuma uzatmış dost eli gibi, hemen ben de uzattım elimi, "tekrar görüştüğümüze mutlu oldum" dedim, cevaben hışırdadı. Mutfak balkonunda hazırlanmış ve terkedilmiş bir kumru yuvası buldum. Yuva dediysem üç-beş çam iğnesi, pek kalenderler, konfor aramıyorlar, yapıyorlar bir gecekondu, besleyip büyütüyorlar bebeklerini ama bu kez nedense caymışlar yaptıkları inşaattan, ruhsat mı alamadılar nedir 😃 Sevinmedim desem yalan olur, 10 yıldır verdiğim doğumhane hizmeti kafidir, yeterince gübre temizleyip bitlendim payıma düştüğünce, artık başka balkon sahipleri üstlensin bu görevi. Toparlayıp attım yuvayı ama belli ki o faaliyet sonucu dünyaya gelmiş bir yavru kumru geldim geleli balkonumu şenlendiriyor. Ağacın dalına ya da balkon demirine tüneyip kumru dilinde sohbet ediyor benimle: "Guguuk guk, guguuk guk, guguuk guk". Karşılığında ben de gukluyorum ama sanırım telaffuzum hatalı, ciddiye almıyor, uçup gidiyor 😃 Onun dışında mahalle eski tas eski hamam. Karşı apartmanın balkona kaynak yapmış amcasını bıraktığım yerde buldum, sandalyesini bile değiştirmemiş. Güneş ensesinde boza pişirene kadar çay içip, sigarayı birbiri ardına ekliyor. Sonra da tüm mahalleyi çınlatan bir öksürük krizi yaşıyor. Hemen yanındaki balkonda bir başka balkon amcası var, onun plastik koltuğu açık kahverengi, yaz boyu denizden çıkmamış olacak koltukla aynı renge bürünmüş, oturunca seçmek mümkün olmuyor hangisi koltuk, hangisi amca. Hatta bazen boş koltuğu amca orada oturuyormuş gibi algılıyorum. Binanın diğer yönündeki balkonları sevgili çınarım sayesinde göremediğim için çok mutluyum ama Cennet Mahallesi sakinleri olarak sesleri her daim kulağımda; "Kız Ayşeee sana diyorum", "Çantanı topladın mı çantanı?", "Allah cezanı versin, yemek yanmış niye bakmıyon" ve benzerleri. Şehir bu mevsimde balkonlarda yaşadığı için özel hayat yaz boyu kamuya açık hale geliyor. Apartman altı dükkanlarda bir grup küçük esnaf var, terzi, emlakçı, su tesisatçısı türünden. onlar da gün boyu süren bir tavla maratonuna oturuyorlar, bitmiyor tükenmiyor şakırtılı ve çocuk gibi çekişmeli tavla şampiyonası. Adım kadar eminim ki akşam evlerine gittiklerinde çok yorgun olduklarını ileri sürüp bir bardak suyu bile karılarından istiyorlardır. 

Ankara'dan döndükten birkaç gün sonra yıllardır merak edip bunca yakın olmasına rağmen bir türlü fırsat yaratıp gidemediğim Sagalassos'a gitmeyi başardım. İyi ki de gitmişim, çok etkileyici bir yerdi. Ağlasun'dan geçerek gidiliyor Sagalassos'a, oldukça virajlı bir yoldan, tepelere doğru tırmanıyorsunuz ama yol düzgün, sanırım yeni asfaltlanmış. Ağlasun'un girişinde kemerli bir tak var- bu aralar hemen her küçük kentin girişinde benzerleri mevcut-takın her iki yanındaki sütunların üstünde aile boyu, rengi kırmızıdan tabaya dönmüş güller, tam ortasında da tabağımsı bir şeye yerleştirilmiş kiraz-ya da vişne-ve ne olduğunu bir süre çözemediğimiz beyine benzeyen, grimsi, üzerinde çizgiler olan bir nesne vardı. Sonunda anladık ki cevizmiş 😃 Beldeler yetiştirdikleri ürünlerin saçma sapan heykelimsilerini yapmaktan bir vazgeçseler keşke, görüntü kirliliğinden başka bir şey değil. Zaten her şehirlerarası yolculukta yol kenarlarında uydu anteni boyutunda Taymek ekmekleri replikası görmekten yeterince usandık.  Neyse kirazların, cevizlerin altından, bizi şaşırtan yeşillikteki Ağlasun'un içinden geçip hayli tırmanarak Sagalassos'a ulaştık. Biraz dinlenip çay içerken de geldiğimiz yeri kuşbakışı seyrettik.


Geçmişi M.Ö. 3000 yılına dayanan antik şehre ben müze kart ile ücretsiz, çocuklar da 14'er lira ödeyerek girdiler. Girişteki tabelada en kısası 1, en uzunu ise 4 saat olan üç güzergah belirlenmişti. Vaktimiz kısıtlı olduğundan ve Cevriye'nin hışmından korktuğumuzdan biz 1 saatlik kısa güzergahı tercih ettik. En kısasını tercih etsek de yokuş tırmanıp merdiven çıkacağımız için tura başlamadan Cevriye'yi bandajla bir güzel kundakladım. Sonra da hamam kalıntılarından başladık şehri gezmeye.


Roma dönemi mimarisinin en iyi örneklerinden olan ve seramik üretimiyle öne çıkan antik kenti 18. yüzyılda Avrupalı gezginler keşfetmiş ve ilk kazı çalışmaları 1989 yılında Belçika Leuven Üniversitesi'nden Prof.Dr. Marc Waelkens tarafından başlatılmış.


Antik tiyatroya uzaktan bakmakla yetindik, zira tırmanılacak kısım o kadar dikti ki, bırakın Cevriye ile beni, bizim gençler bile yarı yolda caydılar. Ama bir grup Japon rehberlerinin öncülüğünde aşk ile şevk ile tırmanmaya devam etmekteydiler.


Burası değerli ürünlerin satıldığı pazar yeri imiş, muhtemel ki en değerli ürünler üretiminde ilk 5 arasında yer aldıkları seramiklerdi.



Ve antik şehrin en güzel, en çarpıcı yeri, Antoninler Çeşmesi. İçeni güzelleştiren, birlikte içenleri birbirine aşık eden çeşmenin suyundan içmedik ama elimizi soktuk, buz gibiydi. Taş işçiliği ve heykellerin güzelliği ise nefesimizi kesti adeta. Çeşmedeki heykellerin replika olduğunu ve asıllarının Burdur Müzesi'nde olduğunu öğrenince Sagalassos sonrası Burdur'a geçmeye karar verdik. Bu heykeller Afrodisias'lı bir mermer ustası tarafından yapılıp Sagalassos'a gönderilmiş.





Eh kısa turu tercih ettiğimize göre artık dönüş vakti geldi demektir. Bir zamanlar yayınlanan Yasemin Yalçın'ın komedi dizisindeki bir skeçte dedikleri gibi "Ne eyi ettik de geldik deel mi, açıklık eyi oluyor" diyerek ayrılıyoruz Sagalassos'tan, istikamet Burdur.

Burdur'da önce Müze'yi geziyoruz ki tahminimizden daha düzenli ve güzel bir müze buluyoruz. Girişte bir bankoda broşürler ve kartpostallar var, ücretsiz sunulmuş. Hediyelik eşya standı ise otomat. Parayı atıp istediğiniz ürünü alıyorsunuz, müze mağazalarını pek seven ben bir adet magnetle iktifa ettim bu defa 😃



Çok net çıkmamış ama şu lahit kapağıyla ilgili ne düşüneceğimizi bilemedik, gülsek mi, hüzünlensek mi? Adeta evlilik fotoğrafı çektirir gibi birlikte yatacakları mezarları için sağlıklarında heykeltraşa poz vermişler karı koca.

Ve bu heykeller de Sagalassos'daki replikaların orijinalleri. Nemesis ve Satyr tarafından desteklenen sarhoş Dionyzos. eh, Dionyzos sarhoş olmayacak da ben mi olacağım 😃



Bir adet de Herakles'imiz vardı ama onu fotoğraflamayı unutmuşum. Gezimizi bitirince çok yardımsever ve kibar görevlilere veda ederek ayrılıyor ve aç karnımızı doyurmak için internetten ders çalışarak bulduğum lokantaya gidiyoruz. "Bizim Şişçi" buranın adı ama sonuç pek iç açıcı değil, sıradan bir şiş köfte, üstelik fazla yağlı. "O kadar çatlak su kaçırmaz" diyerek rahmetli dayımı anıyor ve Antalya'ya dönüş yoluna vuruyoruz kendimizi.

Çok uzun yazdım galiba, idare ediniz artık, sonuçta epeydir sesim çıkmıyordu. Haydi kalın sağlıcakla...

29 EYLÜL (PAZAR SELAMI)

$
0
0
Eylül sonuna yakışmayacak kadar sıcak bir hava var dışarıda ama burası Antalya, normaldir. Sabahleyin ufak çaplı bir patlama sesiyle balkona çıktığımda minibüs benzeri, parlak siyah bir arabanın başında (markalardan anlamıyorum, daha doğrusu ilgi alanım değil) balon şişiren bir grup genç adam gördüm. Balonlar kalp şeklinde ve kırmızı idi. Az daha dikkat edince arabanın kırmızı tülden bir kurdele ile süslenmiş, farların arasına da kocaman, kırmızı bir çiçek buketi iliştirilmiş olduğunu farkettim. Asıl komik olanı ise arka camı kaplayan yazı idi:"Bir çay içelim demiştik, iş nereye vardı". Damat kimin nesiydi, gelin neredeydi, neden araba bizim sokakta süsleniyordu anlamadan girdim içeri, zira minibüsün açık ön kapısından fışkıran şıngırdaklı Angara havası durumun arabeskliğini iyice katmerlendirmiş idi. 

Bizim sokakta sesler ve trafik bitmez, alt tarafı daracık bir ara sokak ama görmesen, sadece duysan E5 Karayolu sanırsın. Civarda işi olan herkes arabasını buraya getirip uygun olan ya da olmayan boş buldukları yere parkeder. Öyle ki bazen parkedilmiş iki araba arasından hareket halindeki araç geçemez ve geri dönüp başka bir yol aramaya başlar. Park edene dert mi, başka yerden gitsin herifçioğlu. Antalya'nın bizimki gibi eski semtleri bir küçük esnaf Cenneti. İstisnasız bütün apartmanların altı dükkan. Bu dükkanların kimi hikmetinden sual edilmez işlere evsahipliği yapar. Eğer üstündeki tabelada "Futbol Topunu Sağ Ayaklarının İçiyle Sol Tarafa Zıplayarak Atabilenler Derneği" gibi abuk bir isim yazıyorsa bilin ki mis gibi kumar oynanıyordur içeride. Bazıları hiçbir faaliyete hizmet etmez, depo olarak kullanılır. Pek azı berber, emlakçı,  tuhafiyeci, bakkal, çakkal vs olarak çalışır. Bir bölümü de ev olarak kullanılır. Geçen gün marketten dönerken gördüm, emmim kapının önüne bir koltuk atmış, ayağında beyaz donu, üstünde devasa göbeğinin dürtüp kenardan selam verdiği atletiyle, eviçi rahatlığında geleni gideni kesiyordu. Az evvel overlokçu ziyaret etti sokağımızı: "Hanımların dikkatine...", dün de Taşköprü Sarımsakçısı şenlendirmişti, Sulukule'den halliceyiz hareketlilik ve gürültü konusunda velhasıl. 

Geçen hafta iki film izledim, 4 aylık sinema orucundan sonra şifa gibi geldi ruhuma. İlki Serhat Karaarslan'ın yönetmenliğini yaptığı Berkay Ateş ve Saadet Işıl Aksoy'un ana rollerinde oynadığı "Görülmüştür" idi. Çok konu edilen aile içi taciz olayının farklı bir yaklaşımla anlatıldığı filmde hem oyunculuklar, hem de anlatım son derece iyi idi. Film Karlovy Vary Film Festivali'nde "Jüri Özel Ödülü", bu yılki Adana Altın Koza Film Festivali'nde de "En İyi Kurgu Ödülü"nü almış. Füsun Demirel ise anne rolündeki şahane performansıyla "En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü"nü kapmış. 

Diğer film ise "Tepenin Ardı" ve "Abluka" ile tanıdığımız Emin Alper'in "Kız Kardeşler"i idi. ana rollerini Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel, Helin Kandemir, Kayhan Açıkgöz ve Müfit Kayacan'ın paylaştığı film annelerinin ölümünden sonra çeşitli yerlere besleme olarak verilen ve bir şekilde baba ocağına geri dönmek zorunda kalan üç kız kardeşin biraraya gelmelerini ve gerçeklerle yüzleşmelerini konu alıyor. Son derece iyi kotarılmış bir filmdi, Emin Alper'in ilk iki filmini de çok severek izlemiştim ama sanırım bu son filmi daha bir iyi olmuş. İstanbul Festivali'nde "En iyi Film"ödülünün yanısıra toplam 5 ödül alan "Kız Kardeşler" Saraybosna Film Festivali'nde de Emin Alper'e "En iyi Yönetmen ödülü"nü getirmiş. İzleyin derim. 


Önümüzdeki hafta tiyatro, opera, bale, konser, sergi sezonu açılıyor, yaşasın. Yaz günlerinin durgunluğundan etkinlikli günlere geçeceğiz. İlk etkinlik Antalya Devlet Operası'nın açılış konseri, önümüzdeki cumartesi. "Beethoven'in 9. Senfonisi" ile açılış yapacak operamız. Biz de keyifle dinleyeceğiz. Bir sonraki hafta da Devlet Tiyatrosu'nda sezonun ilk oyununu izleyeceğiz: "Buzlar Çözülmeden". Cevat Fehmi Başkut'un bu ünlü oyununu defalarca sahnede ve uyarlandığı filmlerde izledik, keşke daha farklı bir seçim yapılsa idi diyeceğim ama önce bir görelim bakalım, sonra kelam ederiz hakkında. 

Niyetim arayı açmadan bir pazar selamı vermekti ama uzattım sanırım. Sararmaya başlayan balkon çınarıyla bitireyim bu yazıyı, kalın sağlıcakla...


30 EYLÜL (EMEL ABLA)

$
0
0
Bazen saçmasapan bir şeyden uzun yılları aşıp çocukluğuna gidiveriyor insan. Bana da bir baget ekmek sebep oldu. Tezgahtar bageti kağıda sarıp uzattığında elimde ekmek değil çocukluğum vardı sanki. Ha, "Çocukken baget mi yerdiniz?" diye sorarsanız, "Ne gezeer" diyebilirim ancak. Bizim Niyazi Bakkal'ın da, Mıstaa Bakkal'ın da ekmek dolaplarında ya francala, ya da yuvarlak ekmek olurdu. Bagetin ne olduğunu Emel abla sayesinde öğrenmiştim. Evdeki ve halamın kitaplığındaki tüm kitapları bitirip, kat komşularımızın evlerindeki mütevazı rafları da elden geçirince kitapsız kalmıştım. İmdadıma Emel abla yetişti. Bez ciltli, üç koca kitaptan birini tutuşturdu elime, "Bunu oku, bitirince diğerlerini vereceğim" dedi. Roman ya da hikaye değildi, ansiklopedimsi bir şeydi. İçinde çocuklar için resimli bilgilerin olduğu, fasiküller halinde birleştirilip ciltlenmiş bir başvuru kitabıydı. Adını hatırlamıyorum, roman ya da hikaye olması tercihimdi ama "gurbette sıcak suyun da faydası vardır" derler ya, kitapsız kalınca mecbur taşıdım koca cildi bir üst kattaki evimize. Hemen çöktüm başına, sayfaları çevirdikçe de hoşlanmaya başladım. İşte "baget ekmek" nedir, ilk oradan öğrendim. Resim bir Fransız fırınını tasvir ediyordu, tezgahın arkasındaki fırıncı müşterisine uzun mu uzun, baston misali bir ekmek uzatıyordu, altında da açıklaması: Daha çok Fransa'da üretilen ince, uzun bir ekmek türü. "Olsa da yesek" diye heves etmiştim 😃

Emel abla; apartmandaki, belki de 4 blokluk sitedeki en güzel döşenmiş ev onundu. İlkokuldaydım ama dekorasyon zevkim oldukça gelişmişti, en azından 24 daireden 23'ü benzer biçimde döşenmiş evlerden farklı olanı ayırdedebilmek için iç mimar olmak gerekmiyordi. Nohut oda, bakla sofa dairelerden oluşmuş sosyal konut sitemizdeki evlerin kapısından adım attınız mı sizi rengi, deseni farklı ama tarzı aynı mobilyalar karşılardı. İki odanın açıldığı, mozaik zeminli bir antreden girilen salonda örtüsü ve baskı düğmeli yastıkları takım karşılıklı iki somya, kenarda bir masa, 4-5 sandalye ve ortada çoğunlukla göbekli bir taban halısı fiksti. Mutfaklar çok dar olduğu için salonun bir köşesine verevine yerleştirilmiş buzdolabı ile dekorasyon tamamlanırdı. Varsa koltuklar bayramlar dışında yılda 3-5 sefer kapısı açılan misafir odasında durur, oraya destursuz girilmez, girilirse de anneden sıkı bir azar işitilirdi. Emel ablanın kapısından içeri ayak bastığınız anda ise antrenin zeminini kaplayan mavi peluş ile farkı farkederdiniz. Salonun bir duvarı şık ferforje raflarla kaplıydı. Tabii o zaman ferforje sözcüğünü bilmezdik, demirden yapılmış rafların nasıl bu kadar hoş durduğuna akıl erdiremez, marifeti Emel ablanın Devlet Tiyatrolarının demir atölyesinde şef olarak çalışan kocasına bağlardık. Emel ablanın koltukları da bizimkilerden çok farklıydı, daha şıktı, daha zarifti ve bizimkilerin aksine salona yerleşmişti. Duvardaki ferforje raflarda ise bir sürü hoş obje sıralıydı. Hasılı ev güzeldi, hem de o minik, sıradan dairenin olabileceğinden daha güzeldi. Esasen Emel abla da güzeldi ama Neriman abla daha güzeldi. Her ikisi de uzun boylu, yapılı, uzun siyah saçlı, beyaz tenli kadınlardı. Neriman abla Sevda Ferdağ'a benzerdi, Emel abla herhangi bir artiste benzemezdi ama beni bir artiste benzetirdi, Filiz Akın'a. Komikti esasen, cılız bir çocuktum, ne saçlarım sarıydı, ne de burnum Filiz Akın'ın tek deliği diğerinden biraz daha yukarıda duran, estetik ameliyatlı, ucu havaya bakan minik burnuna benzerdi. Henüz çocuksu hatlar taşımakla birlikte ailemin alamet-i farikası olan hanedan burnuna evrilmek üzereydi. Yine de bu benzetmeye sevinirdim, Emel abla'yı Neriman abla'dan daha çok sevişim belki de bu sebeptendi 😃

Kocası Devlet Tiyatrolarında demir atölyesi şefiydi dedim ya, başka bir yerde çalışsa demirci deyip geçeceğimiz adamın tiyatro camiasına dahil olması nedeniyle karizması, bohem bir havası ve o zamanlar için hayli sıradışı kabul edilen bir top sakalı vardı. Kocasına soyadıyla hitap ederdi Emel abla,  bu da onu analarımızdan farklı kılan bir ayrıntıydı. Komşuların kiminin "Bey", kiminin "Efendi" ya da annem gibi düpedüz adıyla hitap ettiği kocalar popülasyonu içinde ayrıksı bir modeldi Mehmet amca. Tiyatro ekibiyle turnelere gider, gelirken oğullarına çeşit çeşit hediyeler getirirdi. Bir yurtdışı turnesinden getirdiği, kurulduğu anda iki eline (maymunların eline ne denirdi yahu?) takılmış zilleri şıngırdatarak birbirine vuran maymun uzun süre apartmanın gündeminden düşmedi. Sinemaya gider gibi Emel ablalara gider, "Maymunu kursana" diye boynumuzu bükerdik. Hiç kırmazdı sağolsun, oyuncağı kurar, sehpanın üstüne şıngırdaması için bırakır, mutfaktaki işine dönerdi. Kurmanın devri bitip şıngırdama kesilince tuvalet eğitimine yeni alışmış bebeler gibi "Bitti Emel ablaa" diye bağırırdık, garibim yine gelir yine kurardı. Seyretmek serbestti, ellemek yasak.

Maymun dışında bir ziyaret sebebimiz daha vardı Emel ablanın evini, zira dekorasyondan başka bizde olmayan bir şey mevcuttu o evde, "telefon". Evlere telefon bağlatmanın yıllar sürdüğü zamanlardı, bunu başarmış aileler parmakla gösterilirdi. O yüzden apartmanın PTT şubesi gibi çalışırdı Emel abla. Vakitli vakitsiz çalan telefonların muhatabını çağırmak için gece-gündüz demeden hizmet verir, bundan da hiç gocunmazdı. Uzaktaki ahbaplarımıza kendi evimizinmiş gibi verirdik Emel ablaların şimdilerde unuttuğum telefon numarasını. Kimi zaman da acil bir şehirlerarası görüşme için ayak basardık girişteki o mavi peluşun üstüne. Santrala numara ödemeli yazdırılır ve beklenirdi. o kadar uzun beklenirdi ki tekrar eve dönerdik. Telefon bağlandığında Emel abla yine tırmanırdı bize çıkan merdivenleri.

O evde oturduğumuz sürece telefonumuz olmadı, Emel ablalarınki gibi bir ev dekorasyonumuz da. Onlar ne zaman taşındılar hiç aklımda kalmamış. Yıllar var ki ne gördüm, ne de hakkında bir şey duydum. Yine de kalbimde yeri farklıdır. O zaman bu çiçekler Emel ablaya ve o sitedeki bütün güzel komşularımıza gitsin:


5 EKİM (EYLÜL OKUMALARI)

$
0
0
Şöyle söyleyim ki Eylül okuma açısından biraz verimsiz geçti. Malum Ankara'dan Antalya'ya bir göçmen kuş durumu söz konusuydu, sıcak iklimlere geçiş yaptık. Sonra çocuklar geldi, eh 4 ayı geçmişti evden ayrılalı, haliyle oryantasyon çalışması gerekti 😃 Ev düzeni, alışveriş, eş-dostla buluşup görüşme derken okunması planlanan kitaplar raflarda kaldı. Sağlık olsun, okunan okunur, kalan raflar bizimdir. Şimdi gelelim kitaplarımıza:


-"Radyoda Şarkımız Çalıyor" eski bir Yeşilçam yıldızı Handan Leyla ile pek tanınmayan bir yazarın İstanbul'da, eski bir köşkte biraraya gelmesini ve Handan Leyla'nın parlak günlerine dair paylaştığı anılarını konu alıyor. Bir nevi Yeşilçam filmi yazmış Emre Saraçoğlu. Kolay okunan fakat iz bırakmayan bir kitap, vakit geçirmek için okuyabilirsiniz. 


-"Son İstasyon Venedik" bir gezi kitabı. Yazarı Onur İnal interrail aracılığı ile yaptığı yolculuğu, özellikle İtalya ve orada gezdiği şehirleri hoş bir dille anlatıyor. Gezi yazılarını okumaktan hoşlananlar ve interrail aracılığı ile yolculuk etmek isteyenler için ideal. 


-"Katil Orospular"bir öykü kitabı ve benim Roberto Bolano ile tanışma kitabım. Lakin tanışmak için yanlış bir seçim olduğunu düşünüyorum. Açıkçası beklentimi karşılamadı, başka bir kitapla şansımı yeniden denemeyi düşünüyorum. 


-Nina Berberova epeydir okumak istediğim bir yazardı, kısmet Eylül ayına imiş. "Eşlikçi Kız" az sayfalı fakat konusu itibarıyle ilginç bir kitaptı. Yetenekli bir piyanist olan ama çekingen ve fakir Soneçka ünlü opera şarkıcısı Marya Nikoleyevna'nın eşlikçisi olarak çalışmaya başlar ve onun ardından çeşitli ülkelere sürüklenir. Başlangıçta bu durumun sağladığı rahatlıktan memnunken zaman geçtikçe içinde uyanan kıskançlık ve hırs eşlik ettiği şarkıcıdan intikam alma hayalleri kurdurmaya başlar. Bu ayın severek okuduğum kitaplarından oldu...


-İletişim yayınevi geçen yıl çıkardığı "Yengeler Cumhuriyeti"nden sonra bu defa enişteler konusuna el atmış. Çeşitli yazarların enişteler hakkında yazdığı deneme ve öykülerden oluşan "Enişte Risalesi"eğlenceli bir derleme. 


-Ve ayın son kitabı "Hep Sondan Başlar"Taçlı Yazıcıoğlu'nun dil kullanımı oldukça  güzel. Akıcı, içiçe geçmiş öykülerin kurgulandığı bir roman. Yer yer eski kelimelerin, deyimlerin kullanılmasından da keyif aldım. 

Evet gördüğünüz gibi hem nicelik, hem nitelik bakımından pek bereketli bir ay olmamış Eylül ayı. Ne yapalım her zaman, her şey istediğimiz gibi olmuyor, önümüzdeki maçlara, pardon kitaplara bakalım. Kalın sağlıcakla...
 

15 EKİM (NE VAR, NE YOK)

$
0
0
Çok ara verdim girizgahı yapmadan dalıyorum konuya, zira anlaşıldı ki artık ara vere vere yazacağım, hiç yazmamaktan iyidir yine de. 

Antalya sıcak, hem de epeyce sıcak, uzun zamandır yapmadığım kadar balkon kullanıyorum. Kahvaltıyı balkonda yapıyorum mesela, çınarı mesken tutan kuşların ve mahalledeki inşaatların makinalarının sesi eşlik ediyor kahvaltıma. Güneş "Ben geldim, haydi sen git" diyene kadar vakit geçiriyorum balkonda, kitap okuyarak, "Toyblast" oynayarak. Öğleden sonra kendime bir etkinlik yaratıyor, akşam yemekten sonra tekrar balkona kaçıyorum. Bu defaki müziğim karşı apartmandaki Cennet mahallesi sakinlerinin ve üst kattaki öğrencilerin avaz avaz sohbetleri oluyor. Kitabım sürükleyici ise sorun olmuyor da, zorlu bir kitapsa okumaktan cayıp yatmaya gidiyorum çoğunlukla. Benimle birlikte balkonların iki değişmez müdavimi daha var-daha önce de bahsetmiştim-öksürüklü balkon amcası ve kahverengi balkon amcası. Kahverengi olan ara sıra kayboluyor, muhtemel ki denize gidiyor, diğeri ise sabah sekiz, gece onbir balkonda, birbiri ardına eklediği sigara, bittikçe doldurduğu çay ve eşlikçisi öksürükleriyle birlikte. Uzun zamandır ilk defa balkon hayatında bir değişiklik yaptı geçenlerde, iki yaşndaki torunuyla oyun oynadığına şahit oldum ve hayli eğlendim. Çocuk elindeki oyuncağı dedesine uzatıyor, dede almak isteyince de "Ağla" diyor. Dede her seferinde öyle bir ağlıyor ki can dayanmaz, "Hörrrk" ile başlayıp "Öööğğ" ile tekrarlanan, "Böğğrrk" ile devam eden, "Ağğğ" ile çeşitlenen muhtelif ağlama sesleri yansılıyor öksürüklü balkon amcası. İşin tuhafı hiçbiri ağlama sesine benzemiyor, o nedenle çocuk sürekli oyuncağı vermekten vaz geçip "Yine ağla" diyor. Amca ağlayamıyor yavrum neylesin, çıkardığı sesleri bozuk bir iş makinesi çıkarabilir ancak. Git yaşıtlarınla oyna sen 😃

Geçen gün taksiye binmem icap etti, mahallenin taksi duraklarından birine yöneldim. Sıradaki taksinin sürücüsü elinde çay bardağı yandaki bakkalla sohbet ediyordu. Beni görünce çay bardağıyla birlikte oturdu direksiyona. Elli metre kadar gitmiştik ki arkasını dönüp yarısı içilmiş bardağı bana uzattı ve "Çay içer miydiniz?" dedi. Fesüphanallah, ikramın böylesi de olmaz olsun. Toplu taşıma araçları da taksilerden kalmıyor. Otobüse bindim çarşıya gideceğim, önümde yaşlıca bir kadın oturuyor, yanında kim vardı farkında değilim ama karşılıklı koltuklarda oturduğu için onun karşısında orta yaşlı bir adamın oturduğunu görüyorum. Derken otobüs bir durakta durdu, kadının karşısındaki adam inmek için doğruldu ve inmeden önce kadına eğilip şöyle dedi: "Birinin kalktığı koltuğa zinhar oturma, vücudunun sıcaklığı siner ve sen oraya oturursan o insanda ne hastalık varsa sana geçer. Bu da benden sana nasihat olsun". Ben ağzım açık adamın arkasından bakakaldım, kadında tepki yok, etraftan gülme sesleri geldi. Olayı çözemedim, adam bunu gerçekten inanarak mı söyledi, yoksa ben binmeden önce oluşan bir durum üzerine mi kadınla kafa buldu bilemedim. Zira var öyle kadınlar, erkek yolcu kalkınca sıcaklığı sinmiştir diye oturmayan, belki bu kadın da benzer bir şeyler yaptı. Ama her zaman söylerim, bir nevi paratoner gibiyim, nerde tuhaflık varsa üstüme çeker ya da şahit olurum 😃

Geçen gün Kitap Fuarı açıldı Antalya'da, Tüyap'ın değil, belediyenin düzenlediği bir fuar bu, bu yıl onuncusunu eda ettik. Pek kapsamlı olmayacağını tahmin ediyordum ama yine de gitmekten kendimi alıkoyamadım. Açılış günü gitmişim, daha önce de çarşıdan bir torba dolusu yün almıştım, kapıdaki görevli tarafından "Yüncü geldi" diye karşılandım. "Size kazak öreceğim" dedim, o dize kadar çıkan nakışlı çorap istedi. Isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara olduğu için kararmış bir yüzle girdim içeri. Çok kalabalıktı ve aceleleri varmış gibi bol miktarda ilkokul öğrencisi mevcuttu, kitaplardan ziyade eşantiyon ayraç ve broşürlerle ilgiliydiler. Bir de şu arkadaş vardı:


Dişe dokunur yayınevi olarak YKY, İş Bankası, Bilgi, Kırmızı Kedi ve benim en sevdiğim yayınevlerinden olan Aylak Adam stand açmıştı. Lakin getirdikleri kitaplar hep çok satanlardı. Biraz daha Stefan Zweig, Sabahattin Ali ve Küçük Prens görseydim "Yangın vaaar!" diye ortalığı ayağa kaldırıp kaçacaktım. Telif hakkı süresi dolduysa her yayınevi mi basmak zorunda yahu. Yine de dayanamayıp deşine deşine 6 kitap alarak çıktım. Aylak Adam'dan "Büyümenin Sancısı" ve "Üvey Kardeş", Kırmızı Kedi'den Carlos Ruiz Zafon'un "Marina"sı, Ayrıntı'dan "Zürafanın Boynu", YKY'den "Kayıp" ve "Altı Yaprak üstü Bulut". "Büyümenin Sancısı"nı Kanadalı bir yazar kaleme almış, Isabel Huggan. Çok beğenerek okudum, tavsiye ederim. "Zürafanın Boynu" da şu an elimde ve oldukça iyi gidiyor. 



Cam Piramit'i kalabalığıyla başbaşa bırakıp Film Festivali'nde görüşmek üzere diyerek ayrıldım. Yazmadığım sürece iki film seyrettim, Antalya Operası'nın Sezon Açılış Konseri'ne gittim, Antalya Devlet Tiyatrosu'nun açılış oyunu "Buzlar Çözülmeden"i izledim, iki de sergi gezdim. 

İzlediğim filmler Alman yapımı "Oyunbozan/System Crasher" ve "Aşkı Beklerken/Deux Moi" isimli Fransız filmi idi. Özellikle ilk film çok çarpıcı idi. Açılış konseri şahaneydi, Beethoven'in 9. Senfonisi'ni seslendirdi Opera Orkestrası ve Korosu. "Buzlar Çözülmeden"e bilet alırken "bu kadar eski ve bilinen bir oyunu ne diye seçmişler ki" diye düşünmüştüm ama sahneye konuş ve oyuncular o kadar başarılı idi ki düşüncemden utandım. Sergilerin ilki Antalya Kültür Sanat'taki üçlü sergi idi, özellikle Elvan Alpay'ın "Cennet Uzaklarda Bir Vaat Mı?" adıyla sergilediği eserler olağanüstüydü:




Diğer sergi Gürbüz Doğan Ekşioğlu'nun "Yolculuk" isimli illüstrasyonlarından oluşmuştu ve her zamanki gibi çok güzel ve düşündürücü idiler:




Son fotoğrafa yansımışız ama bu illustrasyon o kadar hoşuma gitti ki paylaşmadan edemedim. 

Eh, bunca uzun yazarak gecikmemi telafi ettim sayılır, yeni bir yazıda buluşana kadar hoşça kalınız sevgili dostlar...

24 EKİM (HASTANELER, FESTİVALLER, İNSANLAR)

$
0
0
Geçen haftanın bazı günleri birkaç tetkik için hastanede geçti. Şehrin en eski hastanelerinden birinde yaptırdık gerekli işlemleri. Hastane ne kadar makyajlansa da yaşını belli ediyor maalesef. Üstelik artan ihtiyaçlar için bahçesine yapılan eklentilerle de iyice sevimsiz hale gelmiş. Bugüne kadar iki hasta ziyareti dışında adım atmışlığım yoktu, bir arkadaşın tavsiyesi üzerine gittik ama kafamda binbir soruyla. Dün tüm işlemler sonuçlandığında düşündüklerimden utanmış olarak ayrıldım. Tüm eskiliğine, bakımsızlığına rağmen işlemler o kadar hızla ve aksamadan yürüdü ki şaşıp kaldım. Bundan sonra ihtiyaç olduğunda ilk tercihtir kendileri :) 

Dün daracık bir koridorda neredeyse yüzlerce insanla doktorun gelmesini bekledik. Aslında gözlemci olarak gitseniz onlarca hikaye çıkar bu bekleyişten ama insanın aklı yapılacak muayenede ve çıkacak sonuçta olunca kendinizi yeteri kadar veremiyorsunuz. Genci-yaşlısı, kibarı-kabası, sağlamı-engellisi, temizi-pisi bağırış çağırış sıranın kendilerine gelmesini beklediler. Sistem gayet güzel, ister telefonla, ister internetten randevu alanlar dışında hastane çift numaraları randevusuz gelenlere tahsis etmiş ve eskisi gibi kuyruklarda "ben ilk geldim, sen son geldin" kavgası çıkmadan herkes sırasına razı bekliyor. Tabii ki ortam şahane değil, daracık alanda onca insan, havasız, pis kokulu, gürültülü ama o kadarına razı olduk çoktan. Doktor biraz gecikince yanıbaşımda bekleyen genç kız düşüp bayıldı. İçerden hemşirelere seslendik, kızcağızı pis hastane koridoruna yatırdık, hemşirenin direktifiyle ayaklarını yükseğe kaldırdık, ayılttık ama neden içeri alıp da muayene masasına yatırmadılar onu da anlamadık. Neyse sonuçta doktor geldi, kız muayene edildi, sebep neydi bilmiyorum, en son EKO sırası beklerken gördüm, yardım teklifimi reddetti. 

Bizim tetkiklerde önemli bir bulgu çıkmayınca bunun şerefine cumartesi günü başlayacak film festivaline bilet almaya yollandım. Biletler daha sabah 10'da satışa çıkmıştı ve ben gişeye vardığımda saat 11'du. Lakin sıkı bir kuyruk vardı. Öncesinde Biletix'den almayı denedim ama Biletix bu, annemin deyimiyle "Kirasız kilim ucuna yapışmaz". 3 liralık emekli biletine 4 lira komisyon koyup hediyesi 7 liradan satmakta idi internetten. "Uğurlar ola" dedim kendisine ama kurtulamadım, zira gişe de fiyat dışında Biletix kurallarına göre satış yapmakta idi. Yani yer numaranızı seçemiyordunuz, hazret size hangi numarayı uygun görürse razı olmak durumundasınız yani. Böylece aldığım 18 biletten en az 8 tanesi ilk sıra, geri kalanların en uzağı da 5. sırada falan. Festival esnasında başağrsı, bitiminde de sıkı bir boyun tutulması yaşayacağım kesin, zavallı gözlerime ne olacak bilemiyorum artık. Biletix'i ve anlaşma yapıp yer numarasını kendi vermeyen salonları-ya da her kimse-buradan kınıyorum efenim :) Diyeceksiniz ki onca filmi izlemeye mecbur musun? Ee bu işin de raconu budur sevgili dostlar, o salondan o salona koşturacaksın ki işin tadı çıksın. Umudum gelmeyen davetiyelilerin ya da basın mensuplarının yerlerine yerleşebilmek. 

Bilet gişesinde işler o kadar uzun sürdü ki anlatamam, insanlar ellerine festival programını almış, tek tek bakarak bilet alıyorlardı. Oysa Leylak hemşireniz 3 gün önceden internette yaptığı üç saatlik bir mesai ile hangi filme gideceğini, hangi saatlerde gideceğini, film sürelerini çakıştırmadan nasıl salon değişimi yapacağını ince ince hesaplamış ve kendine bir liste hazırlamış idi. Ben listemi görevlinin eline vermiş biletlerimin hazırlanmasını beklerken arkamdaki adam festival katalogunun geç yayınlanmasına, filmlerin tanıtımının geç yapılmasına söyleniyordu. Dönüp "internette bir hafta önce yayınlandı filmler de, program da" demeye kalmadan internetin zararlarından, bir şeyi eline alıp somut bir şekilde görmenin güzelliğinden dem vurmaya başladı. Mesela arkadaş e-kitap da okuyamıyormuş, e okuma, ben de okuyamıyorum ama mecbur kalırsam okurum. Ayrıca kitap okumayacaksın, işini kolaylaştırmak için film programına bakacaksın, hem de evinde, rahat koltuğunda. Derken yancıları çıktı, "evet ya kitabı eline alıp, kokusunu içine çekip okumak gibisi var mı, hayatta e-kitap okumam vs vs". Konu buraya nasıl geldi anlayamadım ama o esnada biletlerim basıldı, gişe görevlisine 1 lira borçlanıp en ön sıra biletlerimin mutluluğuyla ayrıldım mekandan. Emekli bir şahsiyet olarak 18 adet filmi 54 liraya seyredeceğim, varsın ön sıradan olsun :) Parayı bozdurup 1 lirayı görevliye götürdüğümde de gişenin önündeki kadın tarafından "sıra var hanım" diye azarlandım. "Bana sıra sökmez, geçerim öne" dedim pis pis gülerek. Kadın tam üstüme atlayacakken parayı görevlinin avucuna koyup "Buyrun efendim, sıranız" diyerek kaçtım :)

Cumartesiden itibaren 18 tane film görecek olan ben değilmişim gibi birazdan "Joker"i seyretmeye gideceğim. Uzun süren bir kararsızlık sonucu arkadaşımın teşviki ve Joachim Phoenix'in oyunculuğunun methi üzerine lütfettim izlemeye :) Hazırlanmaya gitmeden önce avize çiçekleriyle hoşçakalın diyorum:





31 EKİM (ALTIN PORTAKAL'DAN 1)

$
0
0
Umumi arzu üzerine sizlere bol sinemalı bir yazı yazacağım bugün, hatta bugünle kalmayacak, devamı da gelecek. 

Bir süredir Ulusal Yarışma bölümü iptal edilmiş ve adından "Altın Portakal" ibaresi çıkarılmış olan festival bu yıl Ulusal Yarışma dahil edilerek ve adına "Altın Portakal" eklenerek başladı geçen hafta. Biletlerin satışa çıktığı gün topluca aldığımı ve pek çoğunun da en ön sırada olduğundan bahsetmiştim son yazımda. Neyse ki en ön sıradan izlemek zorunda kalmadım, anlatacağım birazdan. Festivalin kalbi Antalya Kültür Merkezi'nde atıyor, oradaki büyük salona ilaveten yakındaki AVM'nin sinema salonlarından ikisi de festivale tahsis edilmiş. Uzun zamandır böyledir bu durum ama son iki yıldır sadece Kültür Merkezi'nde olmaktaydı gösterimler, bu yıl öze dönüldü neyse ki. Festivalin başladığı Cuma günü ve takibeden iki gün AVM salonlarında izledim filmleri. Dedim ya biletlerimin çoğu ön sıradaydı ama şöyle bir taktik geliştirerek arkalardan izlemeyi başardık. Galalar AKM'de olduğu için AVM salonlarına basın mensubu, oyuncu ve davetliler pek rağbet etmediler. Bu durumda onlara ayrılan arka sıralardaki koltukların çoğu boş kaldı, bu da bizim gibi Biletix'in gadrine uğrayan ön sıra izleyicileri ve salon dolu göründüğü için bilet bulamayan sinemaseverlerin işine yaradı. Bizler ön sıra biletlileri otomatikman gidip arka sıralara oturduk, biletsizler de filmin başlama saatinde salon dolmadıysa içeri davet edilip boş kalan yerlere oturtularak izlemeleri sağlandı. İzleyici için olumlu, organizasyon için olumsuz puan tabii ki. Dünden bu yana da AKM salonunda izliyorum filmleri, haliyle oyuncuların iştirakiyle. Durum böyle olunca koca salon hıncahınç doluyor, bu sefer de görevli, davetli ve basın mensupları ayakta kalıyor. Bugün görevlilerden biri biletlilerin yerine oturmuş, yerin sahibi gelince tartışma çıktı. Adam inatla oturduğu yerden kalkmadı, para verip bilet almış seyirci ayakta kaldı. Organizasyona bir olumsuz puan daha.

Bu kadar eleştiriden sonra (belediye yeni diye düşünüyorum, seneye daha iyi olacağı umudundayım) filmlere geçecek olursam, ilk film Başka Sinema'da gösterime giren, yakında da vizyonda olacak olan Kore filmi "Parazit" idi.



Filmler Ulusal Yarışma, Uluslararası Yarışma, Dünya Sinemasından, Özel Gösterimler olarak kategorize edilmişti. Benim izlediklerim bu kategoriler arasından seçtiklerimdi. Bunların yanısıra Belgesel ve Kısa Film dalları da mevcuttu. Ayrıca oyuncularla "Öğle Sohbetleri" adında söyleşiler, gala sonrası film ekibiyle söyleşiler, çocuk filmleri gösterimleri de gerçekleşti. "Parazit""Dünya Sinemasından" kuşağında izlediğim bir yapımdı. Güney Kore'li yönetmen Bong Joon-Ho'nun senaryosunu da yazdığı filmde yoksul Kim ailesinin bireyleri kimliklerini gizleyerek  zengin Park ailesine çalışan olarak giriyorlar. Önceleri her iki tarafın da memnun ve mutlu olduğu bu durum sonraları trajikomik bir şekilde yön değiştiriyor. İzlediğim filmler içinde en beğendiklerimden biri oldu. Vizyona girdiğinde kaçırmayın derim.

Yine "Dünya Sinemasından" kuşağında izlediğim ikinci film Imelda Marcos adına çekilmiş uzun metrajlı bir belgesel olan "Kingmaker/İpleri elinde Tutan Kadın" idi.


21 yıl Filipinler'i yöneten diktatör Ferdinand Marcos'un eşi, ülkenin First Lady'si Imelda'nın yoksul bir çocukluktan güzellik kraliçeliğine, oradan da first ladyliğe evrilen ilginç yaşam öyküsünü bizzat ağzından izledik ama tabii ki kendi düşünce yapısına göre manipule ederek. Film aynı zamanda yakın dönem Filipinler siyasi tarihini de içeriyordu.


İlk günün üçüncü filmi "Uluslararası Uzun Metrajlı Yarışma" kuşağındandı: "Nil'in Meryemi". Film Ruanda'da geçiyor, 1994 yılında Tutsiler ve Hutular arasındaki çatışmalar sonucu meydana gelen soykırımın 20 yıl öncesini konu alan film kendisine mekan olarak "Nil'in Meryemi" adında bir kız okulunu seçmiş. İlk ırksal çatışmaların kıvılcımının nasıl atıldığını filmde görüyorsunuz. İlgiyle izlenecek bir yapım olmuş.


"La Belle Epoque" ya da Türkçe ismiyle "Yeni Baştan" yine "Dünya Sinemalarından" kuşağından bir Fransız filmi. Fransız sinemasının ünlü oyuncularından Fanny Ardant ve Daniel Auteuil de cami yıkılmış ama mihrap yerinde halleriyle filmde iki önemli rolü paylaşıyorlar. Victor (Daniel Auteuil) karısı tarafından kapı dışarı edildiği gün bir TV dizisine dahil olur ve kendini karısıyla tanıştığı güzel günlere dönebileceği, 1974 yılında geçen bir senaryonun içinde bulur. Eğlenceli ve renkli bir filmdi.


Kolombiya'nın bu yılki Oscar adayı olan ve Sundance Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü kazanan "Monos" da "Dünya Sinemalarından" kuşağından. Öncesinde büyük övgülerle şişirilen ve biletleri ilk gün biten filmde ben umduğumu bulamadım açıkcası. Tam olarak ne olduğu anlaşılamayan bir organizasyona bağlı olarak dağlarda eğitim alan bir grup ergen asker ve esir aldıkları Amerikalı kadın doktor günün birinde uğradıkları baskınla balta girmemiş ormanlara inmek durumunda kalır. Aralarındaki didişme de o zor şartlardan sonra başlayacaktır. Sert ve yorucu bir filmdi ama bir hayli zahmetle çekildiği belli. Bu tür filmlerden hoşlananlar için ilgi çekici olabilir.


Festivalin üçüncü gününde izlediğim üç filmden ilki "Uluslararası Yarışma" kuşağından Tunus yapımı "Bir Oğul" idi. Tunus'un siyası anlamda çalkantılı günlerinde geçen filmde tatil dönüşü silahlı bir çatışmada karşılıklı ateş arasında kalan bir ailenin küçük oğulları ağır yaralanır. Çocuğu kurtarmaya çalışırken ortaya çıkan sır ailenin bir bağlılık sınavı vermesine yol açacaktır. Konusu çok bilindik olsa da iyi çekilmiş ve beğenerek izlediğim bir film oldu. Filmin oyuncularından Sami Bouajıla Venedik Film Festivali Ufuklar bölümünde "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü" almış.


Yine Uluslararası yarışma filmlerinden biri olan "Işık, Daha Fazla Işık"Çek ve Slovak ortak yapımı. Almanya'da işçi olarak çalıştığı için ailesinden uzun süre uzak kalan Milan evine geri döndüğünde büyük oğlunun bir arkadaşının intiharıyla ilgili bir soruşturmanın konusu olduğunu, başının belada olduğu öğrenir. Ailesinin yaşadıklarından ne kadar uzaklaştığını farkederek gerçekleri görmeye başlar. Bu da beğenerek izlediğim filmlerden biri oldu, gişe şansı olursa izlemenizi öneririm.


"Ayrık Otları" hayli merak ve hevesle gittiğim bir İngiliz filmi idi. Hareketli, renkli ve neşeli olduğu kadar absürd sahnelerle de bezenmiş olan filmi "Beğendin mi?" diyecek olursanız, "Tarza göre değişir ama ben sevmedim" diyeceğim.



Festivalin dördüncü gününe bir Macar filmi ile başladık: "Geride Kalanlar". Festivalde en beğendiklerimden biri oldu, dilerim Uluslararası Yarışma'da da bir derece elde eder. 2. Dünya Savaşı sonrası Macaristan'ın toparlanmaya çalıştığı yıllarda savaşta ailesini kaybetmiş orta yaşlı doktor Aldo ile anne-babasının ölümünü kabullenmeyip dönmelerini bekleyen 16 yaşındaki Klara'nın sevgi ve şefkati birbirlerinde bulmalarını konu edinmiş duygulu ve hüzünlü bir film, vizyona girerse kaçırmayın derim. Gösterimden sonra Klara rolünde oynayan Abigel Szöke ile bir söyleşi gerçekleştirildi.


Sonunda sıra Ulusal Yarışmada aday olan bir Türk filmine geldi. Yönetmenliğini Leyla Yılmaz'ın yaptığı "Bilmemek".
Orta yaşlarını süren, birbirlerinden ve yaşadıkları hayattan bezmiş, herbiri kendi çapında yeni arayışlar içine girmiş bir çiftin lise öğrencisi ve sutopu oyuncusu oğulları Umut, arkadaşları tarafından akran tacizine uğramakta, eşcinsel olmakla suçlanmaktadır. Kendisine yöneltilen soruları yanıtlamayan, ailesinden de yeterince destek görmeyen Umut içine girdiği kaotik durumdan çıkmak için çabalamakta ama sonuç alamamaktadır. Ta ki... Devamı spoiler olacak, izleyip görünüz. İyi bir filmdi, gördüklerim içinde ödüle aday bulduklarımdan biri.


Festivalin beşinci günü yani dün izlediğim ilk film Brezilya yapımı ve uluslararası Yarışma adaylarından biri olan "Üç Yaz" idi.  Hali vakti yerinde bir ailenin yanında çalışan Mada'nın üç yaz boyunca yaşadıkları Brezilya'nın değişen sosyoekonomik yapısı fon alınarak anlatılmış. Çok keyifli ve neşeli bir anlatıma sahip filmi çok beğendiğim gibi Mada rolünde oynayan Regina Case'nin oyunculuğuna bayıldım. Film sonrası yönetmen Sandra Kogut ile yine bir söyleşi gerçekleştirildi.


Günün ikinci filmi Ulusal Yarışma adaylarından biri olan, yönetmenliğini Özkan Yılmaz'ın yaptığı "Soluk" oldu.


Hayata tutunamamış, orta yaşlı, huysuz Tamer çok hastadır. Hastalığı sırasında ona aynı apartmanda oturan neşeli, hayat dolu Aslı yardımcı olmaya çalışır, Tamer'i akıl hocası gibi görmektedir. ancak Tamer'in hastalığı ilerleyip Aslı ona yetmeyince çocukluğu mezarlıklarda geçmiş, sessiz, içine kapanık Celil bakıcı olarak yardıma gelir. Bu üçlüyü birleştiren husussa hayata tutunma arzusudur. Başta Uğur Polat olmak üzere her üç oyuncu da kendilerinden bekleneni fazlasıyla vermişler. Yer yer kötü anılarımı canlandırsa da beğenerek izlediğim bir film oldu. Söyleşiye katılamadım ama filmi oyuncularla birlikte izledik.



Uğur Polat'ı toplu fotoğrafta bırakmak içime sinmedi :)

Ve dünün son filmi Onur Ünlü'nün günlerdir beklenen filmi "Topal Şükran'ın Maceraları" oldu.  


Onur Ünlü'nün tarzı malum, filmleri hayli absürd konular içerir. Lakin bu sefer kanımca absürdlüğün dozu kaçmış.  Demek Evgar'ın muhteşem oyununu (ki filmde konuşma yoktu, bakışları, jest ve mimikleriyle oynamış Evgar) bir tarafa bırakırsak tam anlamıyla bir saçmalıklardan seçmeler idi. Hele de önüne gelen kusunca filmde bitmesini sabırsızlıkla bekledim. Onur Ünlü sinemasını sevenler mutlaka beğeneceklerdir ama benden gelecek tavsiye olumsuz. Derece alıp almayacağını merakla bekliyorum-Demet Evgar'a "En İyi Oyuncu Ödülü'nü bizzat ben takdim edebilirim gerçi-bakalım göreceğiz. Ekip yine salonda idi, vaktim yoktu söyleşiyi izleyemedim:


Son iki güne girdik böylece. Birazdan "Şirin'in Kalesi" isimli bir İran filmi ile Ulusal Yarışma adayı "Kronoloji"yi izlemeye gideceğim. Festival sonrası bir yazı daha gelecek. Şimdilik hoşcakalın...





2 KASIM (ALTIN PORTAKAL 2)

$
0
0
Bir festivale daha elveda dedik dün akşam, temennimiz 57. sinde daha da iyi bir organizasyonla yeniden buluşabilmek. "Öze dönüş" mottosuyla gerçekleştirilen festival ulusal yarışma ve portakalı tekrar adına almakla özüne döndü, umarım bir dahakine eski canlılığına da döner. Festival başlamadan 19 bilet almıştım, bazı nedenlerle iki filmi izleyemedim, 17 filmle bu yılı kapatmış oldum. Oyuncularla çok içiçe bir festival değildi sanki ya da bana öyle geldi. Eskiden salonda yanyana oturur, festival alanında karşılaşır, aynı cafede çay kahve içerdik. Bu yıl ya yeterince katılım yoktu ya da bana denk gelmediler. Jüri bile bu yıl AKM salonunun balkonunda eda etti görevini, onların çalışmaları açısından daha uygun, halka karışma açısından biraz uzak bir durum oldu. Yine de herşeye rağmen verimli bir festivaldi, filmlere doyduk. 

İzlediğim 17 filmden 4'ü Ulusal Yarışma, 6'sı Uluslararası Yarışma, 7'si de "Dünya Sinemalarından" kuşağındandı. Maalesef Ulusal Yarışma'da ödül çalışmadığımız yerden çıktı. Altın Portakal heykelciğine doyamayan "Bozkır" filmini es geçmişiz, neden geçmişiz onu da bilemedim. Muhtemel ki saatleri çakışmış ya da ters bir zamana denk gelmiştir. Kısmet diyelim ve önümüzdeki filmlere bakalım. Uluslararası Yarışma'da ise epeyce balık soru yakaladık :) Çok beğendiğimiz İran filmi "Şirin'in Kalesi""En iyi Yönetmen" ve "En İyi Erkek Oyuncu"ödülünü kaptı. Yine "Üç Yaz" filminde oyunculuğuna bayıldığımız Regina Case "En İyi Kadın Oyuncu" kategırisinde Altın Portakal'ı götürdü. 

Üstüste 17 film izleyip sinemaya doyduktan sonra gündelik hayata geri döndüm. Bir haftalık entellektüalite ve sanatsal, kültürel koşuşturma bugün yerini domestikliğe bıraktı. İki makine çamaşır yıkadıktan sonra "Kominsky Method" dizisinin 2. sezonu ve bel ağrısı eşliğinde 5 kilo yeşil zeytin kırıp tatlanmak üzere bidona doldurdum. Ayrıca 3 kilo siyah zeytini de salamuraya yatırdım. Daha evin elden geçirilmesi gerek ama o da yarına kalsın, zira festival yorgunluğunu hala atamadım üzerimden. Ayrıca bir haftadır tek satır kitap okuyamadım, rafta bekleyenlerin de hatırını almam lazım. 

Şimdi, son izlediğim filmlere dönecek olursam Topal Şükran'ın saçmasapan maceralarından sonra izlediğimiz ilk film olan "Şirin'in Kalesi""Film dediğin böyle olur" dedirtti. İran sinemasını her zaman sevmişimdir ve izlediğim hiçbir yapım beni yanıltmamıştır. 


Annelerinin ölümü üzerine hayatını bir türlü yoluna koyamamış, sorumsuz bir baba yıllardır görmediği çocuklarının bakımını zorla üstlenmek zorunda kalır.  Çocukların yıkılan hayalleri, babanın değişmeye başlayan düşünceleri bir yol hikayesi boyunca verilmiş. Baba rolündeki Hamed Behdad "En İyi Erkek Oyuncu"ödülünü aldı ama ben filmde en çok, afişte, sağ yanda ağlayan küçük kızın oyunculuğuna hayran kaldım. Vizyona girerse ya da bir şekilde izleme şansı doğarsa kesinlikle kaçırmayın derim. Filmin yönetmeni Reza Mirkarimi de bu filmle "En iyi Yönetmen"ödülünü aldı. Zaten kendisi de Antalya'da idi, film sonrası salonda bir söyleşi gerçekleştirildi. 


Bu güzel yapımdan sonra Ulusal Yarışma filmlerinden birini, yönetmenliğini Ali Aydın'ın yaptığı "Kronoloji"yi izledik. Başrollerini Cemre Ebuzziya ile Birkan Sokullu paylaşmaktaydılar.  


Ben filmden ziyade afişe bayıldım. Heykelin göbeğindeki hamamböceği filmde önemli bir metafor olarak kullanılmıştı. Heykel de filmin vermek istediği mesaj ile çok uyumluydu ama açarsam spoiler vermiş olacağım için genel anlamda bahsetmek istiyorum. İlk bakışta uyumlu bir evlilikleri varmış duygusu uyandıran Nihal ile Hakan çocuklarının olmayacağını öğrenirler. Ve ardından Nihal ortadan kaybolur, Hakan karısını dört bir yanda aramaya başlar. Filmin ikinci yarısında tersköşe olurken aslında bazı açık noktalar kalmasa, meramını daha iyi anlatsa ne güzel olurmuş duygusuna kapılmadım desem yalan olur. Yine de iyi niyetle kotarılmış bir filmdi, izlenebilir. Film ekibi de salonda idi ve gösterim sonrası bir sohbet gerçekleşti. 


Cuma günü festivalin son günü idi, günlerdir film izlemekten yorgun son bir gayretle salondaki yerimizi aldık ve "Dünya Sinemalarından" kuşağından iki filmle festivali kapattık. 



Hirokazu Kore-eda tuhaf isimli yönetmenin senaryosunu da yazdığı "The Truth" ya da Türkçe adıyla "Saklı Gerçekler" başrollerini yılların eskitemediği güzel Catherine Deneuve ile çok sevdiğim Juliette Binoche'nin paylaştığı bir Fransız filmi. İtiraf etmem gerekirse filmi seçme sebebim bu iki kadının varlığı idi ama Ethan Hawke da işin bonusu oldu. Catherine Denevue ünlü bir oyuncu-bir nevi kendini oynamış-cami yıkılsa da mihrap yerinde, aynı şekilde egosu da. Yaşamını anlatan bir kitap yazıyor. Amerika'da yaşayan kızı da bu kitabın çıkışını kutlamak üzere eşi ve küçük kızıyla Paris'e geliyor. Anne-kız arasında yıllardır konuşulmayan, üstü örtülü kalan bazı şeyler de bu kitap ve oyuncunun o sıra oynadığı film nedeniyle saklandıkları yerlerden çıkıp ortaya dökülüyorlar. Fazla beklentiye girmeden izlenecek hoş bir filmdi, zaten oyuncular izlemek için yeterli bir sebep.



Günün ve festivalin son filmi ise tam anlamıyla bir altın vuruş oldu. Yönetmenliğini Karim Ainouz'un yaptığı film aynı zamanda Brezilya'nın önümüzdeki yıl Oscar adayı. Bende bir Marquez romanı okuyorum intibası uyandıran film yaklaşık 2,5 saat sürse de bir saniye sıkılmadan izledim. Hayattan beklentileri birbirinden farklı iki kızkardeşin bu hayallerin peşinde koşarken yaşadıkları hayal kırıklıkları, birbirlerini kaybetmeleri ve arama çabalarının konu edildiği filmi kimi zaman gülerek, çoğunlukla da ince bir hüzünle izliyorsunuz. Vizyona girerse mutlaka izleyin derim...

Yeni festivallere, yeni filmlere diyor ve güzel bir hafta sonu diliyorum...

5 KASIM (EKİM OKUMALARI)

$
0
0
Tam mesai film festivali nedeniyle kısa bir okuma listesi ile huzurlarınızdayım. Görelim bakalım neler okumuşuz:


-Ekim ayının ilk kitabı doğal koruma altındaki bir adada kuş bekçiliği yapan Eschenbach'ın öyküsünün anlatıldığı "Kuş Çayırı". Arada bir adayı görmeye gelen tek tük ziyaretçi dışında kimselerin olmadığı adada kendi yalnızlığında geçmişini gözden geçirmektedir ki bir konuğu çıkagelir. Herkesin sevemeyeceği ama iyi bir kitap "Kuş Çayırı".


-Bu ay çok severek ve ilgiyle okuduğum bir kitap oldu "Amida'nın Sofrası". Yemek kültürü ve mutfak tarihine benim gibi meraklı olanlar için bulunmaz bir kaynak. Silva Özyerli Diyarbakır'daki Ermeni yemek kültürünü tarifler ve kendi ailesinden örneklerle öyle güzel anlatmış ki. Kimi zaman neşeyle, kimi zaman da derin bir hüzünle okuyorsunuz. Bölüm sonlarında aile reçeteleriyle kendi pişirdiği yemeklerin tarifleri ve fotoğrafları var ama aslında yemek değil nice kişinin yaşamını pişirmiş. Bu tarza ilgi duyanlar için kesinlikle tavsiyemdir...


-"Tarlakuşu"sakin akan bir ırmak gibi sade ve yapmacıksız ama bir o kadar da etkileyici. Macar edebiyatı beni hiç hayat kırıklığına uğratmıyor. Evin biricik kızı "Tarlakuşu" bir haftalık seyahate çıkar, onun gidişiyle aile bireylerindeki derin düşünceler ve üzeri örtülenler de saklandıkları yerden çıkar. Okunası... 


-Yazar Arnon Grünberg'in gerçek hayatta İstanbul'dan Bağdat'a yaptığı yolculuğun grafik roman hali "İstanbul'dan Bağdat'a", özellikle çizimler çok etkileyici ve güzeldi... 


-"Büyümenin Sancısı" için bu ay okuduğum en güzel kitaptı diyebilirim. Isabel Huggan Kanada'nın küçük ve kasvetli bir kasabasında büyüme sancıları çeken bir genç kızın içiçe geçmiş öykülerini anlatmış. Muhtemel ki kitap yazarın kendi geçmişinden de izler taşıyor. Mutlaka okuyun derim... 


-Birlikte poz veren ayın son iki kitabından "Zürafanın Boynu" Eski Doğu Almanya'da öğrencisizlikten kapanmak üzere olan bir okulda biyoloji dersi veren Lohmark'ın gözünden okul, yaşam ve öğrenciler üzerine, daha çok biyolojik analizler sunan bir kitap. İlginç bir tarzı ve anlatımı var.  Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim.

-Ve ayın son kitabı, çok övülen, okurların kitap sitelerinde genellikle 5 yıldız verdiği bir kitap, Zaven Biberyan'ın "Karıncaların Günbatımı". Daha önce "Babam Aşkale'ye Gitmedi" adıyla yayınlanmış, sonra genişletilerek bu isimle basılmış. Varlık vergisi, Ermeni tehciri ve benzeri konular fonunda bir türlü hayata tutunamayan Baret'in yaşamından bölümler sunuyor, muhtemel ki yazar kendi yaşadıklarından yola çıkmış. Lakin Baret'i kişilik olarak o kadar itici bir karakter gördüm, yazım dili o kadar tatsız geldi ki kitaba da o nedenle ısınamadım. Okumak isterseniz siz bilirsiniz diyeceğim...

Kasım ayında daha çok kitapla buluşmak dileğiyle hoşçakalın...

 

15 KASIM (HAVADAN SUDAN)

$
0
0
Dün itibarıyla Antalya'da sonbahar resmi olarak başladı, şemsiyeler el altında bulunsun ☂ Bir arkadaşla buluşmak için evden çıktığımda hava kararsızdı. Puslu, yarı aydınlık bir gökyüzü, ara sıra kendini göstermeye çalışan cılız bir güneş. Şemsiyemi çantama atıp üstüme de bir mont giydim ve yürüyerek gitmeye karar verdim. Otobüs durağına yaklaşırken Cevriye mızırdanmaya başlayınca "Haydi" dedim, "gönlünü hoş edeyim, otobüse bineyim". Cevriye'yi mutlu edeyim derken kendime eziyet ettiğimin henüz farkında değildim. Aklımdan geçen her zaman bindiğim durağın karşı tarafta olanında inip aradaki kısa mesafeyi yürümekti ama yanılmışım dostlar. O durağın karşısında durak yokmuş meğer, bunca zaman o güzergahtan geç ve orada durak olmadığını farketme. Akılsız başın cezasını ayak çeker diye boşuna dememiş saygıdeğer atalarımız. Gideceğim yere öyle uzak bir yerde indim ki, evden yürüsem daha çabuk varırdım buluşma noktasına. Üstelik yolda yağmura yakalandım ve akılsız başımın cezasını sadece ayaklarım değil ıslanan üstüm başım ve terleyip sonra da rüzgara maruz kalan sırtım da çekti. Antalya'nın ne idüğü belirsiz sonbahar havası işte, üstüne bir şey giysen terlersin, giymesen üşürsün, giderayak hasta olmamayı umuyorum. 

Her neyse arkadaşla buluşunca yakındaki parkın girişindeki güzel manzaralı cafeye gitmeye karar verdik. O arada yağmur hafiflemişti, garsonun getiriği kuru koltuklara yerleşip şemsiyeyi başımıza siper etmiştik ama denizden gelen rüzgar benim terlemiş sırta şifa niyetine üfleyince içeri kaçtık, iyi de etmişiz, zira az sonra başlayan şiddetli yağmur ve fırtına ortalıkta ne varsa alabora etti. Ama aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki cesur arkadaş turuncu şallara bürünüp Paris'in sarı yeleklileri gibi her şeye rağmen dışarıda oturmayı sürdürdüler.


Yağmuru, fırtınayı, denizde köpüren dalgaları, çakan şimşekleri seyrederek bol muhabbetli, çaylı, kahveli bir günü felekten çaldık. Bu esnada bize yağmurdan kaçan şu uykucu refakat etti, dilini dışarıda unutmuş şapşal 😋


Geçen hafta sonu hava çok güzeldi, dışarda arkadaşlarla buluşmak için tramvaya bindik. Bizden bir durak sonra yaşlı bir kadın girdi vagona ve karşılıklı tekli koltuklardan gidiş yönünde olanına oturdu. Adile teyzenin daha şişman ve yaşlı halini  gözünüzde canlandırın, benzer bir görüntü. Sonraki durakta binen yaşlı bir adam da Adile teyzenin karşısına oturdu. Meraklı ve geveze biriydi ki hemen muhabbete başladı:
-Nereye gidiyorsunuz?
-Öğretmenevine
-Emekli öğretmen misiniz?
-Hayır
-Nerde oturuyorsunuz?
-Falanca yerde
......
Sohbet bu minvalde devam ederken adam ne kadar sormaya iştahlıysa kadın da cevap vermeye o kadar gönülsüzdü. Tek kelimelik cevaplar verip kafasını cama doğru çeviriyor ama adam ısrarla sormaya devam edince de ayıp olmasın diye asık suratla yanıtlıyordu. Sonunca amcamız baklayı ağzından çıkardı:
-Bekleyen var mı Öğretmenevinde?
-Yok
-O zaman ben size çay ısmarlayım.
Kadın şaşkınlıkla "Hayır" derken adam benim boş bulunup yüksek sesle "Kart zampara" dediğimi bereket duymadı 😃  

Hafta sonu Ankara yolcusuyum dostlar, bir süre size Ankara'dan sesleniyor olacağım. Kış günü Ankara'ya gitmek ancak iyi bir nedenle olursa çekilir ki benimki pek iyi bir neden. Haydi bakalım, bana iyi yolculuklar dileyin, siz de kendinize iyi bakın...


28 KASIM (ANKARA'DAN)

$
0
0
Ankara'ya geleli 10 gün oldu ama elim değip de bir türlü iki satır yazamadım şuraya. Bugün artık kendime talimat verdim, "Otur ve yaz. Sonuçta burası senin günlüğün". Kendim karşısında boynum kıldan ince, emir telakki ettim ve geçtim bilgisayar başına 😃 

Ankara'ya gelirken ardımda adeta bir yaz havası bırakmıştım. Yola sisli başladık, sisli devam ettik. 




Sis insanı ürkütse de görsel anlamda sinematografik bir imge sunuyor insanın gözlerine. O griliğin arasından seçilen sonbahar renkleri ise ayrı bir şölen.

Sadece sis değildi yolumuza çıkan, iki tıra yüklenmiş upuzun bir rüzgar türbini kanadını da solladık. Aklıma Antakya'da, akşam çökerken, Simon Manastırı'nı ziyaret için tırmandığımız dağ yolunda kırmızı gözleri, kocaman kanatları ve çıkardığı ürkütücü ses ile ödümüzü kopartan rüzgar türbinleri geldi. Aman Tanrım, gerçekten korkunçtu, sanki biz cüceydik de Gülliver'in devler ülkesine gelmiştik. 


Artık geleneksel hale gelen İkbal'de tost-çay molasının ardından ikinci dinlenme durağımız Muhteşem tesisleri oldu. Orada rengarenk ve birbirinden değişik bir kabak yığını ile şık bir sonbahar vardı. 



Öğleden sonra Ankara'ya ulaştık, düşündüğümün aksine gayet yumuşak, Kasım için şaşırtıcı bir hava ile karşılaştık. İlk iki günü günü dinlenme ve evi düzene sokma faaliyetleri ile geçirip üçüncü gün  kızkardeş ile kendimizi İş Bankası Müzesi'ndeki  "Nazım'ın Yolculuğu" sergisine attık.





Sergi adındaki "Yolculuk" temasına uygun olarak düzenlenmiş. Küratörlüğünü Haluk Oral yapmış. Çeşitli belgeler, fotoğraflar, Nazım'ın yaptığı çizimler ve tahta bavulların içinde alt yazı ile bilgilendirilmiş resimlerle yaşamından kesitler sunulmuş. Görülmeye değer bir sergi olmuş, Ankaralılar kaçırmasın derim. 

Sergi çıkışı biraz yürüyüp Ankara sonbaharını kokladık:


Sonraki iki günü fazla yürümeye ve Ankara'nın farklı havasına isyan eden Cevriye'nin buz, ağrı kesici ve istirahatle gönlünü yapmaya çalışarak geçirdim. Araya yine de evin yakınındaki bir tiyatroda izlediğim Stefan Zweig'ın "Satranç" isimli romanından uyarlanan "Satranç" oyununu sıkıştırmayı başardım. Biletleri Antalya'da internet aracılığıyla almıştım, hafta sonu Şinasi Sahnesi'nde bir başka oyunu, "Maskeliler"i kızkardeşle izledik. Oyun iyi, oyuncular vasattı. Oyun sonrasında ani bir kararla Ankara'da üçüncü defa açılan "Ekmek Festivali"ne yollandık. Kalabalık, sıcak, bunaltıcı ama her şeye rağmen ekmek kokusuyla keyif veren bir festivaldi. Yabancı ve yerli standlar kurulmuştu, en eğlenceli stand kapı ziline bile oynayabilecek kapasitedeki Fas standı idi, biz girerken oynamaktaydılar, çıktık hala oynuyorlardı, sefaları olsun 😃Bir şey almayacağız diye girdiğimiz mekandan ekşi mayalısı, çavdarlısı, ay çiçeklisi, sarı buğdaylısı, mor olanı, bazlaması, bageti derken bir kucak dolusu ekmekle çıktık.






Geldiğimizden beri ılıman ve kurak giden hava hafta başı yağmura çevirdi. Antalya'nın çılgın yağmurlarına alışkın olan ben burada ara ara serpen sulu şeyleri yağmurdan bile saymadım. Ancak o zamana kadar dalında salınan sarı yapraklar birdenbire kaldırımlara, asfalta seriliverdi:


Hafta başı lise arkadaşlarımla bir buluşma gerçekleştirdim, ertesi günün akşamında ise CSO binasında Kültür Bakanlığı Klasik Türk Müziği Topluluğu'nun sunduğu "Fasıldan Tangoya" isimli konseri izledim ki nefisti. 

Eh, on günlük süreci aşağı yukarı özetledim sayılır, daha fazla kafanızı şişirmeyeyim. Birazdan Cermodern'de bir başka sergiye gitmek üzere yola düşeceğim. Bilahare onu da anlatırım. Şimdilik hoşça kalın...
Viewing all 1492 articles
Browse latest View live