Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1494 articles
Browse latest View live

4 ARALIK (KASIM OKUMALARI VE GÜNDELİK)

$
0
0
Yılın son ayına ulaştık bakalım, nasıl hızla geçiyor zaman, insan inanamıyor. Kasım ayında pek yetersiz bir okuma sayısında kaldım. Ankara'ya gelişim, burada yapmam gereken işler, buluşmalar, tiyatrolar, konserler derken kitap okuma işi biraz ikinci plana düştü. Olsun varsın, her zaman rekor kırılmıyor, biraz idareli olmak da lazım 😃

9 kitapla noktalamışım Kasım ayını, aslında o kadar da acınacak durumda değilmişim yahu, ben daha az olduğunu sanıyordum, sevindim şimdi 😃 Neler okuduğuma gelecek olursak:


-Kasım ayının ilk kitabı Ariana Harwicz'in "Geber Aşkım"ı oldu. Yeni doğum yapmış bir kadının, annelik, evlilik, aşk, aile, kadınlık gibi konuları cinnetin eşiğinde sorguladığı bir anlatı. Kitabın edebi yönüne ve çevirisine bir diyeceğim yok, oldukça iyi fakat çok tekinsiz ve sert, açıkcası ruhum daraldı. Bu tarz psikolojik irdelemelerden haz alıyorsanız buyurun okuyun...


-Sally Rooney'in "Normal İnsanlar"ı sosyal medyada o kadar çok övülüp göklere çıkarıldı ki almazsam, okumazsam kendimi eksik hissedecekmişim gibi bir duyguya kapıldım, kaldı ki çok satanlardan hep uzak durmuşumdur.  Kitap İrlanda'nın küçük bir şehrinde yaşayan ve aynı okula giden iki gencin yıllar içindeki birbiriyle ve başkalarıyla olan ilişkilerini, dönüp dolaşıp birbirlerine geri gelişlerini ve bu esnadaki duygusal gelişimlerini, karakter yapılarını anlatıyor. Esas itibarıyla iyi bir kitap, değişik bir konu. Fakat o kadar yüksek bir beklentiyle başlamışım ki ben umduğum kadar parlak bulmadım. 


-Carlos Ruiz Zafon yine Barselona'nın eski mahallelerinde, ara sokaklarında, tekinsiz köşelerinde geçen gizemli bir öykü anlatıyor "Marina"da. Yatılı okul öğrencisi Oscar'ın yolu Barcelona'nın ara sokaklarında gezerken Marina ile babası ressam German Blau'nun yaşadığı harap köşke düşer. Kahramanlarımızın gizemli ve ürkütücü macerası da ondan sonra başlar. Fantastik kurgu sevmesem de Zafon kendini zorla okutturuyor .


-Aralara sıkıştırılmış bilimsel açıklamalar kitabın akıcılığına sekte vursa da "Sonsuz Aşk" ilginç konusu ve gerilimli kurgusuyla çok severek okuduğum McEwan kitaplarından biri oldu. Bir balon kazasıyla başlayan roman daldan dala atlayarak ilgiyi hep üzerinde tuttu. Ian McEwan'ın okunmadık kitabı kalmasın o zaman :)


-Sanırım "Beni Kör Kuyularda" Hasan Ali Toptaş'dan okuyacağım son kitap olacak. Haliyle bu benim fikrim, kitabı okuyanlar arasında çok beğenenler çoğunlukta ama bende dönüp dönüp aynı şeyi okuyormuşum gibi bir duygu yarattı. Oğulları zamanında evi terkedip gitmiş ailenin kızları da babasına yemek götürmek için evden çıkar ve korkunç bir üzüntüyle, acıyla, yıkılmış olarak eve döner-sebebini yazar okura bırakmış-ailenin tüm üstelemelerine rağmen konuşmaz, gözlerinden yaş yerine taşlar dökülmeye başlar. Bunu duyan mahalle halkı da bu olayı seyirlik bir gösteriye dönüştürür. Zamanla işler büyür, birtakım karanlık güçler bu durumu kazanç kaynağına çevirir vs vs... Ben okurken yoruldum arkadaşlar, sizi bilemem, büyülü gerçeklik Latin yazarlara daha çok yakışıyor sanki...


-Şermin Yaşar'ı "Tarihi Hoşça Kal Lokantası" isimli kitabıyla tanımış ve oradaki öyküleri de çok beğenmiştim ama "Gelirken Ekmek Al"a başka bir sıcaklık duydum. Hüzünle gülümsemenin elele verdiği, zekice metaforlarla şahane kurgular yapılmış öyküleri çok severek okudum. Öyküde çok seçici bir insanım, tercihim uzun soluklu romanlardan yanadır ama bu öyküleri siz de okuyun derim...


-Üç güzel Stefan Zweig öyküsü, özellikle kitabın adını taşıyan "Lyon'da Düğün"ile "Wondrak" isimli son öyküden çok etkilendim. İş Bankası öyle güzel kapaklarla basıyor ki, kitapları bir süs eşyası gibi sergilemek istiyor insan :)


Feridun Oral'ın yazıp, çizip, fotoğrafladığı "Bir Demet Kuru Soğan"çizimleriyle, fotoğraflarıyla, kafa karıştıran soruları ve Ali Bey'in sıradan ama sıradışı öyküsüyle çok keyifli bir kitap, tam koleksiyonluk...


-Irmak Zileli'nin yeni kitabı "Son Bakış"ı derin bir hüzünle okudum. Gürcistan'dan gelip kayıt dışı yaşlı bakıcılığı yapan genç bir kadının, bir dansçının ölüme giderken iç sesinden geçmişini okuyoruz. Yabancı diye görmezden geldiğimiz nice hayatların dramına ortak etmiş bizi yazar. Çok etkileyici buldum.

"Son Bakış" Kasım ayının son kitabı olmuş, yılın son ayında daha fazla okuyabilmeyi diliyorum. 

Bu kitaplara ilaveten Ankara'da tam gaz etkinlik dolu günler geçmekte. Cermodern'de "Bir Şehir Kurmak: Ankara" ve "Göbeklitepe" sergilerini gezdik kızkardeşle. Ankara sergisi oldukça kapsamlı ve güzeldi. Eski Ankara fotoğrafları, o yılların binalarının maketleri, Ankara'ya emeği geçmiş kişilerin yaşam öyküleri iyi bir düzenleme ile sunulmuştu. Fotoğraflardan birini özellikle kayda aldım, biraz da hüzünle. Artık yerinde yeller esen, çocukluğumuzun en büyük eğlence kaynaklarından, onlarca ziyaret gerçekleştirip piknikler yaptığımız, gelen misafirlerimizi götürdüğümüz, Hint hükümetinin Türk çocuklarına armağanı fil Mohini'nin yuvası AOÇ Hayvanat Bahçesi'ni:

Aşağıdaki fotoğraf sergiden bir görüntü:

Göbeklitepe sergisine gelince, daha detaylı, daha bilgi verici bir sergi göreceğimizi ummuştuk, aşırı hevesle gitmiştik.  Her iki sergi için kişi başı 30 lira ödeyerek girdik, sanırım bu fahiş fiyat Göbeklitepe sergisi için yapılan harcamaya binaen idi. Sergiye girerken broşürdeki senaryoyu okumamızı söylediler, onun dışında ne yön gösteren bir ok, ne de bir açıklama yoktu. 

 
Yıldızlı gökyüzü simülasyonunda boydan profilimi görmektesiniz. Böyle labirentimsi bir tünelden geçerek asıl simülasyonların olduğu bölüme geliyorsunuz. Garip sesler, ellerinde balta ile koşturan taş devri insanı gölgeleri falan, laf aramızda biraz ürktük 😃 Sonra ortaya dizilmiş dikilitaşlara elinizi dokunarak görüntüyü başlatıyorsunuz, avcılık ve toplamacılıkla başlayıp ateşin bulunmasıyla devam eden bir senaryo. Açıkçası Göbeklitepe hakkında pek bir bilgi edinemeden ayrıldık bu görkemli sergiden. Getti koç gibi 60 lira 😂 Şaka bir yana Cermodern'i ziyaret etmeyi her daim seviyorum. Ankara sonbaharının en renkli bitkileri ateş dikenleri de açmış ki gözlere ziyafet:

Hafta sonu Şinasi Sahnesi'nde Bertold Brecht'in yazdığı "Küçük Burjuva Düğünü" isimli oyunu izledim, diğerlerine nazaran daha iyiydi.



Pazar günü önce Ayrancı Antika Pazarı'nı gezdim, fiyatlar oldukça tuzlu idi, küçük bir kuş biblosu ile el yapımı kuş desenli bir tabak ganimetiyle ayrıldım. Sonrasında saçımı boyatmak için gittiğim kuaförde o kadar üşüdüm ki ertesi gün dudağımda nurtopu gibi bir uçuğa sahip oldum. 

Geçen haftanın yoğun günlerinden sonra sakin bir hafta geçirmeyi umuyorum, şimdiden ikinci kitabı yarıladım bile. Eh epeyce uzadı bu yazı, güzel bir gün dileyerek ayrılayım huzurdan...

16 ARALIK (NE VAR, NE YOK)

$
0
0
Son postumdan çok kısa bir süre sonra sanırım bunca yıllık hayatımın en güzel, en mutlu olaylarından biri gerçekleşti, aramıza minik bir can katıldı. Umutla gelsin, sağlıkla büyüsün dilerim. Haliyle geçen haftayı biraz telaşlı geçirdik ama arada etkinliklere kaçmayı da başardım. 

Aslında bir konuk bekliyordum heyecanla ama kısmet değilmiş, başka bahara kaldı. Onun için aldığım tiyatro biletini sevgili Bilgeveannesi ile değerlendirdik. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu yapımı olduğunu daha sonra oyun dergisini okurken farkettim. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi'nin yazdığı "Amak-ı Hayal"i Ahmet Açıkgöz oyunlaştırmış, İpek Atagün Gezener yönetmiş. "Hayalin Derinlikleri" anlamına gelen "Amak-ı Hayal" tasavvufi bir eser, sahneye ilginç bir biçimde konmuş. Tasavvufi ögelerin yanısıra farklı dinlerin önemli unsurları da dans, müzik ve diyaloglar aracılığı ile verilmişti. Kitabı önceden okumuş olmak oyunu daha iyi anlamak açısından faydalı olabilirdi aslında ama bu fırsatı kaçırdık. Akün Sahne'de izledik oyunu, Ankara'nın en sevdiğim salonlarından biridir, hem sahneyi görüşü engellemeyen hayli dik bir anfi şeklinde oluşu, hem de zamanında pek çok güzel filmi izlediğimiz, açılışına tanık olduğumuz bir sinema salonundan dönüştürülmüş olması gönlüme girme sebeplerindendir. "Hababam Sınıfı", "Rüzgar Gibi Geçti", "Dersu Uzela", "Skandal (Submission)", "Survive", Wynona Ryder'in "Jo" rolünde oynadığı ilk "Küçük Kadınlar" orada izlediğim filmlerden hatırlayabildiklerim. Bir ara satışı söz konusu olmuştu da topluca isyan etmiştik, neyse ki sinema salonu olmaktan çıksa da tiyatro salonuna dönüşerek bizleri hüsrana uğratmadı. 



Bu aralar son gaz kitap okumaktayım, bu yıl hedeflediğim 120'ye ulaşmak biraz zor gibi görünüyorsa da denemekte yarar var. Şu an elimde 112. kitap var. Aralık ayında sanırım bu yıl okuduğum en güzel kitabı bitirdim: "Kayıp Çocuklar Arşivi". Çok nitelikli, ince ayrıntılı, tam gönlümce bir okuma oldu. Bu nedenle sonraki tüm okumalarıma ihtiyatla yaklaşıyorum. 

Metis Yayınları'nın internet sitesinden son indirim kapsamında yüklü bir sipariş vermiştim, doymamış olacağım ki dün Çankaya Belediyesi'nin açtığı 2. Kitap Buluşması'na gidip 2 poşet dolusu kitapla döndüm. Bütün bunlar ne zaman okunacak, ömrümüz yetecek mi, cevaplanması zor sorular. Ne yapalım, bizden de geriye okunmamış kitaplar kalsın 😃 Fuar geçen yılkine oranla daha nitelikliydi. Küçük yayınevlerine yer verilmiş olması beni ayrıca sevindirdi, hele de Alef'in varlığı pastanın üstündeki kiraz misali oldu. İndirimler de özellikle bazı standlarda hayli doyurucuydu. 



Kitap Buluşması öncesinde Cermodern'in "Yılbaşı Pazarı"na uğradım. Çok sıcak, çok kalabalık, çok gürültülü ve çok pahalı idi. 2-3 parça ıvır-zıvırla çıktım, aklımın kaldığı herhangi bir tasarım da olmadı, genellikle hep aynı şeyler.


Ankara bu yıl ılıman bir kış sergiliyor, ısıtmayan ama ışıtan bir güneş ve aşırı üşütmeyen bir soğuk. Katlanılabilir düzeyde. Arada yağmur indiriyor, kaldırımlar yapraklarla kaplanıyor. Henüz ne kar gördük, ne de meşhur Ankara ayazını. Beklemedeyiz...

24 ARALIK (2019 BİTERKEN)

$
0
0


Yeni yılın gelmesine bir hafta kalmışken bir döküm yapayım istedim her yıl sonu yaptığım gibi. 2019 bize giderayak şahane bir armağan sundu ama buradaki konu daha ziyade kültürel ve sanatsal anlamda bünyeme neler kattığı olacak. Filmler ile başlayalım.

Bu yıl gerek sinemada, gerek Netflix ve bilgisayarda 70 film izlemişim. İçlerinde en beğendiklerime gelince, yabancı filmler kategorisinde şöyle bir sıralama yapabilirim:

-Joker/USA
-Kefernahum/Lübnan
-Dogman/İtalya-Fransa
-Woman at War/İzlanda
-Parazit/Kore
-Şirin'in Kalesi/İran
-Üç Yaz/Brezilya
-Görünmez Yaşam/Brezilya
-Geride Kalanlar/Macaristan
-Benim Güzel Oğlum

Yerli filmlere gelince:

Çok fazla yerli film izlemedim ama gördüğüm filmler arasında 
-Kızkardeşler
-Görülmüştür
bu yılın en izlemeye değer filmleri idi. 

Dizilere gelirsek:

TV'de tek bir dizi izledim bu yıl, "İstanbullu Gelin", tüm saçmalıklarına, tutarsızlıklarına rağmen sevdim, final yapınca da izleyeceğim hiçbir dizi kalmadı. Diğer mecralarda izlediğim diziler arasında  yerlilerden "Masum"u tek geçerim. Yabancılar içinde favorimse elbette ki "The Crown".

Tiyatro:

Toplamda 12 oyun izlemişim. İlk 3 ise şu şekilde:

-39 Basamak/Mehmet Birkiye'nin yönettiği, Demet Evgar, Okan Yalabık, Engin Hepileri ve Bülent Şakrak'ın oynadığı nefis bir oyundu.
-Dansöz/ Şamil Yılmaz'ın yönettiği, Sezer Keser'in canlandırdığı tek kişilik müthiş bir yapımdı. Daha dün akşam izledim ve hala etkisindeyim. 
-Hamlet/Yönetmenliğini Işıl Kasapoğlu'nun yaptığı Hamlet Bülent Emin Yarar'ın tek kişilik farklı yorumuyla zirveye ulaşmıştı. İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı, neyse ki turnede yakaladım.

Bale:

Bu yıl 4 bale izledim, olsaydı daha da çok izlerdim ama elimizdeki imkan kısıtlı, buna da şükür. Dördü de birbirinden güzeldi ama illa bir sıralama yapacaksak Türkiye'nin tüm opera ve balelerinin prima balerin ve baletlerinin en önemli balelerinden sahneler sundukları "Balenin Yıldızları" burun farkıyla öne geçer. Tabii ki "Afife", "Şehrazat" ve "Fındıkkıran"ı da unutmayalım.

Opera:

Diğerlerini daha önce izlediğim için farklı tek bir opera var dağarcığımda ki o da bir görsel ve işitsel şölendi: "Madam Butterfly".

Konser:

30 Aralık'ta izleyeceğim "Musa Gökmen'le Yılbaşı Konseri"ni dahil edersek 12 tane de konsere katılmışım bu yıl. En güzellerini sıralayacak olursam:

-Melihat Gülses -Tanini Trio
-Grup Abdal
-Kardeş Türküler
-Hakan Aysev'li Dünya Kadınlar Günü Konseri
-Selva Erdener-İbrahim Yazıcı 

Sergi:

14 sergi gezmişim, hiç kaçırmam buldum mu :) En beğendiğim Cermodern'deki "Ankara, Bir Şehir Kurmak" ve İş Bankası Müzesi'ndeki "Nazım'ın Yolculuğu" oldu. 

Gelelim kitaplara:

120 kitap okumayı planlamıştı bu yıl, şu an elimde 118. kitap var ve bitirmek üzereyim. Sanırım hedefime ulaşırım yıl sonuna kadar. Çok beğendiklerim oldu, hiç sevmediklerim oldu. En sevdiklerimi önce yabancı, sonra yerli olarak sıralıyorum:

-Moskova'da Bir Beyefendi/Amor Towles
-Kayıp Çocuk Arşivi/Valeria Luiselli
-Lanet Olsun Zaman Nehrine/Per Petterson
-Reddediyorum/Per Petterson
-Mor Amber/Adichie, Chimamanda Ngozi    
-Gündoğumuna Yolculuk/Julian Barnes
-Güzellik Bir Yaradır/Eka Kurniawan
-Başka Dünyanın Kuşları/Brad Watson
-Kader/Tim Parks
-Idaho/Emily Ruskovich
-Baharda Ölmek/Ralph Rothmann
-Koşmak/Jean Echenoz
-Tarlakuşu/Dezso Kosztolanyi
-Büyümenin Sancısı/Isabel Huggan
-Sonsuz Aşk/Ian McEwan
-Görülmeyenler/Roy Jacobsen
-Beyaz Deniz/Roy Jacobsen


Ve yerliler:

-Aşıklar Bayramı/Kemal Varol
-Gergedan/Mine Söğüt
-Bukalemun/Nuray Atacık
-Tarihi Kırıntılar/Barış Bıçakcı
-Zan/Hasan Gören
-İyi Adamın On Günü/Mehmet Eroğlu
-Sarı Yaz/Mahir Ünsal Eriş
-Yüzünden Yollar Çıkardım/Akgün Akova
-İçimden Geçen Yolda/akgün Akova
-Ucunda Ölüm Var/Kemal Varol
-Amida'nın Sofrası/Silva Özyerli
-Gelirken Ekmek Al/Şermin Yaşar
-Maruzatım Var/Nurhan Süerdem
-Son Bakış/Irmak Zileli

Yeni yılda yeni kitaplarda, yeni etkinliklerde buluşmak dileğiyle sevgiler...

6 OCAK (2020'NİN İLK YAZISI, 2019'UN SON KİTAPLARI)

$
0
0
2020'nin ilk haftasını tırnağı batmış bir ayak parmağı ile geride bıraktım. İnsanın neresi ağrırsa canı oradadır derler ya, o miniminnacık batık 3-4 gün boyunca canıma okudu. Bu aralar aşırı koşuşturmalı günler geçirdiğimden kendimi biraz ihmal ettim haliyle, geciken pedikür de bana yol, su, elektrik olarak dönüş yaptı. Malum deplasmandayım, alışkın olduğum pedikürcüm Antalya'da kaldı, burada iken düzenli olarak gittiğimin yeri ise eve biraz mesafeli. Tanımadığım yerlere enfeksiyon yapmış parmakla cesaret edemediğim için fırsat bulup gidene kadar epey sektim ayağımın üstünde. Neyse iki gün önce gidebildim de çilem sona erdi, "Dünya varmış" dedim. Ayakları ve elleri mutlu edince saçlar isyan etti: "Heyt, bize de, bize de, bize de, ellere var da bize yoh mi?" dediler. Haklılar, onlar da epey ihmal edildi zira, koştum kuaföre. Kuaförümün babası yatalak, biraz sıkıntılı o yüzden, saçlarımı boyarken yaşlılık ve hastalık üzerine felsefi ve psikolojik açılımlarla(!) dolu bir muhabbet geliştirdik 😃 Boyanın süresi dolana kadar da radyatörün dibine konuşlanıp "Terk Edenler" isimli kitabımı okudum. Kitabım macerakitabım Özlemciğimin geleneksel yeni yıl hediyesi. Lale ve onunla neredeyse bloglarda arkadaşlık kurduğumuzdan beri devam ettirdiğimiz bir rutin bu, yeni yıl için kitap hediye ediyoruz birbirimize ve yılın ilk okumalarını o kitaplarla yapıyoruz. Tabii hepimiz de çok okuyan kişiler olduğumuzdan hangi kitabı istediğimizi sorarak alıyoruz, böylece daha önce okunmuş olması riskini ortadan kaldırıyoruz. Bu yıl bu rutine iki arkadaşım daha dahil olmak istedi, artık Zero ve Qunegond ile de yeni yıl kitaplaşması yapacağız ve bu 4 kitap yılın ilk okumalarını oluşturacak. Son derece keyifli bir iş bu, dilerim yıllarca sürdürürüz. 

Nereden nereye atladım, kuaför diyordum. Boyanın süresi dolunca saçım yıkandı ve şekil vermek için aynanın önüne davet edildim. Cevriye beni oturup kalkmalarda zorladığı için koltuğa yerleşirken aynanın önündeki cam rafa tutunmamla rafın kucağıma düşmesi bir oldu. Ufff! Fena halde utandım, bir yandan da şiddetli bir gülme isteğiyle doldum, tırnaklarıma baka baka gülmemi zor engelledim. Saçım şekillenir şekillenmez de kaçtım dükkandan. Yol boyu aklıma geldikçe güldüm, neyse ki cam kırılmadı. Sanırım arkamdan tamirata girişilmiştir 😃

Bir haftalık sürece yılın ilk etkinliğini de sığdırdım. Akün Sahnesi'nde Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncularının sergilediği "Siyahlı Kadın/Bir Hayalet Oyunu"sanırım bu yıl izleyeceğim oyunlar içerisinde ilk sıralardaki yerini uzun süre koruyacak. Son derece zor bir metni büyük bir başarı ile sahneye uyarlamış yönetmen, aktörler ise resmen rollerini konuşturmuşlardı. Efektler, ışıklar, sinevizyon gösterileri ile oyun insanı ürküten bir şenliğe dönüşmüştü. Bilet alırken oyunun içeriğini okuduğumda haylı korkutucu olduğu, hamile ve kalp hastaları ile 13 yaşın altındaki çocukların izlememesi gerektiği belirtilmişti, gülüp geçmiştim. Meğer haklılarmış, ciddi anlamda yürek hoplatan sahneler vardı ama her şeye rağmen çok başarılı bir sahneye konuş gerçekleştirilmişti. Ankaralı tiyatroseverlere kaçırmamalarını öneririm. 

Ve Aralık ayında okuduğum kitaplara gelecek olursak; 2019 başında Goodreads'a yıl içinde okumayı planladığım kitap sayısını 120 olarak belirlemiştim. Gelgelelim Aralık ayına geldiğimde sayı hala 104 idi. Öyle bir yüklendim ki zavallı gözlerime yıl sonunda 120+1 ile hedeflediğim sayıya ulaşmış, hatta 1 fazlasını bile okumuştum. Şimdi gelelim okuduğum ay içinde 17 kitaba:



-"Bir düşe pişman olmak insanın yapabileceği en yıkıcı eylemdir"
Roy Jacobson'un "Görülmeyenler"i İskandinav edebiyatını çok esven benim için son derece doyurucu bir okuma oldu, adada yaşayan bir avuç insanın çetin ve yorucu mücadelesinin tersine sakin bir su gibi akan üslup ve gündelik yaşam ayrıntıları tam tarzım olan okuma biçimiydi. "Görülmeyenler"i çok sevdim, doğayla savaşan ve kimi zaman galip, kimi zaman mağlup çıkan ama hiç pes etmeyen insanlar 3 günlük okuma süresince adeta ailem oldu. Okuyan pişman olmaz diyorum.




-"Beyaz Deniz" aynı yazarın "Görülmeyenler"in devamı niteliğindeki bir diğer kitabı. İlk kitabın çocuk kahramanı İngrid bir genç kadın olarak adasına geri döner ve dünyayı kasıp kavuran bir savaşın adadaki yansımalarıyla baş etmeye çalışır. En az ilki kadar güzel olan bu kitabı da mutlaka okuyun...


-Arka kapağında eleştirmenlerin büyük beğenisini kazandığı söylenen ve bir çok ödül alan bu kitabın nesi beğenilmiş, neyine ödül verilmiş anlayamadım. Yazarın kendini anlattığı giriş yazısı bile kitabın içeriğinden daha güzeldi. Adının hoşluğuna aldanarak bir daha kitap almama kararımı pekiştirdi "Mango Sokağı'ndaki Ev". Bu ay okuduğum gereksiz kitaplardan biri oldu, ben ettim, siz etmeyin...



-Sayako Murata ilk kez okuduğum bir yazar, kitabın kahramanı Keiko Furukura'da hayli ilginç bir tipleme idi. 18 yıldır aynı süpermarkette kasiyerlik yapıyor, hem de aşk ile, şevk ile. Ancak bir de içinde yaşadığı toplum ve onun dayatmaları var ki, işte orada işin rengi değişmeye başlıyor. Değişik bir konu, yine tekinsiz bir anlatım. Tipik Uzakdoğu kitaplarına bir örnek daha, müthiş bulmadım belki ama okunası...


-İsminden anlaşılacağı üzere biraz da polisiye ile dalga geçen bir kitap "Bence Katil Öldürdü". Oldukça eğlenceli, bol resimli, yanlarda açıklayıcı bilgilerle bezenmiş, farklı bir polisiyemsi, gülerek ve severek okudum...


-Bir başka polisiye daha, "Benim Canım Ailem"de Başkomiser Galip'in üç farklı macerası, üç farklı öyküde anlatılmış. Çağatay Yaşmut'un son kitabı ama açıkcası diğer kitaplarını daha çok sevmiştim. Bunun için ancak "Eh işte!" diyebilirim.


-"Ermeni Ninem"gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak yazılıp çizilmiş, bir acıya tanıklık eden sarsıcı bir grafik roman. Bu türü sevenlere önerilir...


-Ve bir polisiye ve bir "Ne diye okudum ki?"sorusu daha. Daha kitabı bitirmeden akıldan uçan, herhangi bir duygu yaratmayan bir okuma oldu "Rakun". "Ben ettim, siz etmeyin"lere ekleme yapabilirsiniz :)


-"Maruzatım Var"İnstagram ve Twitter aracılığı ile tanıştığım ve yüz yüze gelemesek de varlığından mutlu olduğu Nurhan Suerdem'in ilk kitabı. Ustalıkla kotarılmış, ince bir mizah içeren, ilk kitap olduğuna insanın inanamayacağı  kadar yetkin, çok okunası 10 öyküden oluşuyor. Bence kendinizi mahrum bırakmayın...


-Kült olmuş bir filmi izlemediğim için utanarak bari kitabını okuyayım düşüncesiyle aldığım "Postacı Kapıyı İki Kere Çalar" benim için zaman kaybından başka bir şey ifade etmedi. Tercüme mi yetersizdi, zamanın ötesinde mi kalmıştı bilmiyorum ama üşenmeyip filmini izlemek daha iyi fikirmiş.


-Amerikan edebiyatının en tekinsiz yazarlarından biridir Joyce Carol Oates. Kitaplarından edindiğim kanaate göre-yanılma hakkımı saklı tutarak-biraz sevimsiz ve aksi olduğunu da düşünüyorum ama yine de yazdıklarını seviyorum. "Kapılarımı Kapatıyorum" son kitaplarından biri ve biyografik izler taşıyor sanki. Kitabın kahramanı Calla, 1900'lerin başlarında kendi olmak dışında her türlü baskıyı reddeden ve toplumca kabul edilemeyen bir aşka kollarını açan bir kadın ve yazarın büyük büyükannesinin bizzat kendisi olmasa da esinlenildiği çok aşikar. Severek okuduğum bir novella oldu...


-Kitabın başında gerçek olduğunu düşünürken yazarın kurguladığı bir karakter olduğunu anladığımız kollarını kullanamayan ve ayaklarıyla çekim yapan fotoğrafçı Tomas Dumas'ın, onun biyografisini yazan sanat tarihi profesörü Anders'in ve Tomas'ın son fotomodeli Maria'nın etrafında gelişen, Paris'ten Münih'e, oradan İstanbul'a uzanan tuhaf, egzantrik bir öykü "Tomas Düşerken". Başlarda iyi giderken, değişik bir okuma gibi gelirken sayfalar ilerledikçe iş çığırından çıkıp garipleşti ve "Ne oluyoruz yahu!" dedirtti. Genelde beğenilmiş bir kitap olarak görünüyor Goodreads yorumlarında ama bende aynı duyguyu uyandırmadı. 


-Bu yıl okuduğum en kötü kitaptı diyeyim, siz anlayın. Üzerine yazmaya bile değmez, ne diye almışım ki 😃


-Fransa'ya göç etmiş Japon bir ailenin Fransız gibi yetişmiş kızı Keiko, çok iyi Japonca bilen Fransız sevgilisi Pierre ile üniversite bursu ile Fransa'ya gider. Başlangıçta her şey yolunda giderken Keiko Fransız kimliğinden sıyrılıp kendini hiç yaşamadığı Japonya'ya aitmiş gibi hissetmeye başlar. Tuhaf ruhsal değişiklikler yaşar ve Pierre'den uzaklaşmaya başlar. "Bebek Töreni"bu ay okuduğum en iyi kitaplardan biriydi, öneririm. 


-Sevgili Natali'nin armağanı "Feniçka"az sayfalı ama dolu dolu bir kitaptı. Zeki, güçlü, ayaklarının üstünde durabilen bir kadın ve 1800'lü yılların kapalı toplumu. Hoş zamanımızda ne değişti o da tartışılır ya. Zamanının feminist öncülerinden sayılabilecek Fenya'yı anlatan "Feniçka"yı severek okudum. 


-Uzun süredir biten baskısı nedeniyle edinemediğim "Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk"u yeni baskısı çıkar çıkmaz kaptım ve benim için yıl sonunda gerçek bir altın vuruş oldu. Felsefe doktorası yapıp sonra da bir çamaşırhanede müdür olarak kapasitesinin çok altında bir işte çalışan Gerhard Warlich'in varoluş çabaları, kendini sorgulamaları son derece incelikli bir dille, ayrıntılar, derin gözlemlerle anlatılmış. Kısacası ben çok sevdim. Pek kolay bir okuma olmayacağını baştan söyleyerek tavsiye ediyorum...

Oku oku bitmiş ama yaz yaz bitmedi. 2020'de daha çok kitapla buluşmak dileğiyle kalın sağlıcakla...

13 OCAK (YENİ YILLA GELEN)

$
0
0
Sanırım 1994 ya da 95'di. Antalya Devlet Tiyatrosu yeni açılmıştı, bir heves her oyuna koşturuyorduk. İşte o sıralarda Ankara Devlet Tiyatrosu'nun bir oyunu turneye geldi, tek kişilik bir oyun: "Hüzzam". Maral Üner isimli, orta yaşlı bir oyuncu canlandırıyordu Mahpeyker rolünü. Müthiş bir iş çıkarıyordu, lakin Antalya seyircisi henüz tiyatro izleme acemisi idi. Salonda hareketlilik vardı, kıpırtılar, fısıltılar (cep telefonu hayatlarımızın ortasına oturmamıştı daha) ve galiba oyuncunun görebileceği ön sıralarda başka bir şeyler. Kendimi oyunun seyrine kaptırmış giderken Maral Üner aniden oyunu kesti, sahnenin önüne yanaştı ve şöyle dedi: "Tiyatroda konuşulmaz, bir şey yenip içilmez, sakız çiğnenmez, oyun sırasında oturduğunuz yerden kalkılmaz". Salonda buz gibi bir hava oluştu, insanlar derlenip toparlanırken o kaldığı yerden devam etti.

Yıllardır pek çok oyun izledim, çoğunu unuttum ama  "Hüzzam" hem bu sebeple, hem de Maral Üner'in tek kişi olarak sahne hakimiyeti ve güçlü oyunu ile aklımdan hiç çıkmadı. Bir-iki yıldır oyunun tekrar sahnelendiğini, hem de yine Maral Üner tarafından oynandığını gördüm bilet sitelerinde. Yaptığım parmak hesabı oyuncunun en az 80 yaş civarında olmasını gerektiriyordu ve bu nedenle çok merak ediyordum. Lakin hem tiyatro sezonunda Ankara'da olmamam, hem de Oda Tiyatrosu gibi küçücük bir salonda bilete ulaşmanın zorluğu yüzünden izleyememiştim. Umut'un doğumu başka güzel şeyler gibi buna da vesile oldu. Bilet sitesinde rastgele gezinirken "Hüzzam"a gözüm takıldı ve ne mutlu ki salondaki son iki koltuğu kapıverdim. 

Oyun akşamı kızkardeşle küçücük salondaki koltuklara arkalı önlü oturduk, tabii ki ben abla olduğum için onu arkaya attım, nihoho, yaşasın kötülük 😀Normalde oyun öncesi sadece telefon uyarısı yapılır salonlarda ama bu kez uyarıların dozu biraz fazla idi, "Pet şişeleri hışırdatmayın", "Telefonunuzu kapalı tutun, ışığı dahi yanmasın", "Salonda fotoğraf, video çekmeyin", "Bir şey yiyip içmeyin", neyse ki "Nefes almayın" denmedi 😀 Elbette haklılık payı yadsınamaz ama bu kez dozu biraz aştı, perde arasında bile ağzına bir lokma bir şey atan izleyiciye uyarı geldi görevliden. Anladım ki Maral Üner'in titizliği devam ediyor. Neyse oyun başladı, sahnenin tepesinden inen salıncağa büyükanne yaşlarında bir kadın gelip arkasını dönerek oturdu ve sahne gerisinden yükselen ve annesi olduğunu anladığımız "Maaah, gel sütünü iç"çağrılarına şımarık bir çocuk sesiyle "İstemiyorum!" cevabını vermeye başladı. Seslendirmeyi yine başkasının yaptığını düşünmüştüm ama ilerleyen dakikalarda oyuncudan geldiğini anladım. Tek kişilik oyun olduğu için sık sık yer değiştirmek, oturup kalkmak gerekiyordu ve her seferinde sahne kararıyor ve sahne gerisinden gelen bir adam oyuncunun oturup kalkmasına yardımcı oluyordu. İlk izlediğimden tam 25 yıl sonra, bir başkasının pencere önünde oturup dantel örmekten bile vazgeçtiği bir yaşta, ağrılı dizler ve ağır bir bedenle bu enerji, bu hayata bağlılık, bu sanat aşkı ve bu yeteneğe şapka çıkarmak bile yeterli gelmez, ancak saygı duruşunda bulunulur. 2 saatlik oyun tek bir falso olmadan, olağanüstü bir oyunla sona erdi. Arada oyunun adına yakışır bir şarkıyı da şahane bir şekilde seslendirdiğini de söylemeden geçemeyeceğim: "Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır".







Ayakta alkışladığımız oyunun bitiminde tarihe tanıklık etmiş gibiydim, hüzünle karışık bir takdir ve imrenme duygusu da içimi doldurmuştu. Varol Maral Üner, sağlıklı ömürlerin olsun, daha yıllarca oyna dilerim. Ve Ankaralılar, bence bu oyunu kaçırmayın. 

2020'nin üçüncü tiyatro oyunu da Küçük Tiyatro'da izlediğim "Aşkımız Aksaray'ın En Büyük Yangını" oldu. Hoş, eğlenceli bir seyirlikti. 

Ankara'nın sanatsal ve kültürel faaliyetlerinin tozunu attırmadan dönmek yok, bu bağlamda iki de sergi gezdim Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde: Nur Koçağın "Mutluluk Resimlerimiz" ve Genco Gülan'ın "Soyut Arkeoloji" sergileri. İkinci sergi oldukça enteresandı.




"Dart Vader Romalı'ydı"



"Pinokyo Apollo"


"Üç Güzeller"


"Sekiz Gözlü İskender"


Böyleyken böyle dostlar. Bu pazartesi gününde çağımızın vebası gripten muzdarip höykürerek öksürmekte ve kendimi eve mahkum etmekteyim. Tez zamanda iyileşip hayata ve sanata kırışmayı diliyorum, gripsiz günlere...

17 OCAK (KÜÇÜK KADINLAR)

$
0
0
Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği canım Babil Kulesi'nde yaz tatillerinde ya da öğlenci olduğum günlerde en büyük zevkim anneannemin "Sigara" dediği Sierra marka, siyah renkli, önünde panjur benzeri beyaz bir tabla olan radyonun başına geçip "Arkası Yarın" dinlemekti. Çok nitelikli olurdu yayınlar, pek çok edebiyat klasiği hakkında ilk bilgileri daha okumadan oradan öğrenmiştim. Katyuşa Maslova ve Dimitri Mehlüdof; Tolstoy'un ünlü "Diriliş"inin kahramanları satırlardan önce sesleriyle yer etmişlerdi belleğimde. "Aile Çevresi"nin Döniz Hörpen'i ve Andre Maurois, Don Kişot, Şanço Panza ve Cervantes, tok bir sesin "Yaz gelince Urlalılar çardaklara göçerler" girişiyle başlattığı "Tütün Zamanı" ve Necati Cumalı kitaplardan önce "Arkası Yarın"larla girmişlerdi hayatıma. Hele bir tanesi vardı ki, ertesi günün olmasını iple çekerdim. "Arkası Yarın" başladıktan sonra dört farklı kız çocuk sesi duyulurdu sırayla: "Meg", "Jo", "Beth", "Amy" ve ardından aynı dört sesin katıldığı kocaman kahkahalarla "Küçük Kadınlar" anonsu yapılırdı. Sonrasında beni kimse rahatsız etmesindi. Kitabı öncesinde mi okumuştum, sonrasında mı hatırlayamıyorum. Zaten kitabı o kadar çok okudum ki zamanını hatırlamam mümkün değil. İlk olarak tüm çocukluğumuzun yayınevi İnkılap Yayınları ile girmişti eve, incecik, kırmızının hakim olduğu kapağıyla kısaltılmış bir baskı. Derken devamı olduğunu keşfettim; sırayla "İyi Zevceler", "Küçük Erkekler" ve "Jo'nun Çocukları". Harçlığımdan biriktirdiğim, bazen de babamdan kırptığım paralarla Kanarya, Karakedi ya da Fujiyama ismini taşıyan Yenimahalle'nın kırtasiye ağırlıklı küçük kitapçılarına koşardım. Sipahi daha sonra açılacaktı, ilk büyüklük kitabımı oradan temin edecektim: "Baharlar Açarken/V. Blasco Ibanez". Hiç bilmediğim bir yazarı kitabın adındaki bahara atfen tercih etmiştim sanırım 😀 Küçük Kadınlar serisini keşfettikten sonra arkadaşıma okumasını önermiştim. O da yaz tatilinde babasının işi nedeniyle geçici bir süre için gittikleri Bitlis'te kitapçıya girip "Sizde İyi Zevceler var mı?" diye sormuş. Görevli "Biraz beklerseniz getirtiriz" demiş. On dakika kadar sonra dükkana çırağın elinde pırıl pırıl bakırdan iki adet cezve gelmiş 😀Hâlâ güleriz buna aklımıza geldikçe. 

Ben elimdeki Küçük Kadınlar serisini tekrar tekrar okurken bir yaz tatili günü yine Babil Kulesi'nden arkadaşım Filiz elinde kalın mı kalın bir kitapla çıkıp geldi. "Babam bana kitap getirmiş" dedi, arkasından da ekledi "istersen önce sen oku". Aşıka Bağdat, fareye peynir, bülbüle gül sual eylenmezmiş, Leylak'a da kitap sorulmaz tabii ki 😀 Hele de o kitabın üstünde "Küçük Kadınlar" yazıyorsa ve benim elimdeki dört kitabın toplamından daha da kalın bir kitapsa Filiz'e kırk yıl köle olunabilirdi bu durumda. Filiz'in evine gitmesini dört gözle beklemiş ve daha o kapıdan çıkar çıkmaz da kitabın kapağını açmıştım. Tüm kitapları içeren, çok kapsamlı bir baskı idi, bir daha da öylesine tüm aramalarıma rağmen rastlamadım. 

Şimdi bunca lafı niye ettim? Çünkü gripal nedenlerle eve kapandığım şu günlerde ardarda izlediğim dört filmden biri "Küçük Kadınlar" idi. Bunca yıldır değişmeyen kitap kahramanın "Jo" rolünde ise şu garip isimli kız, Saoirse Ronan oynuyordu. 1994'deki yapımda ise Winona Ryder canlandırmıştı. Açıkcası ikisi de benim hayalimdeki "Jo" olmaktan çok uzaktı ama bir tercih yapmak gerekirse Saoirse daha gerçeğe yakındı diyebilirim. Son yapım kronolojik bir sıra izlemekten ziyade geri dönüşlerle vermişti olayları. İtiraf edeyim ki filmin başında Prof. Bhaer'i görünce "Bu da kim?" diye bir süre düşündüm durumu anlayana kadar. Filmdeki en tatlı şahsiyet ve rolüne cuk oturan kişi ise "Laurie" rolündeki Timothee Chalamet idi. Bayılıyorum zaten şahsına 😀 Meryl Streep teyzemiz de filmdeki büyük halalığa pek yaraşmıştı iki gözümün nuru. Kısacası film beklediğimi vermedi, heyecansız geldi ama Küçük Kadınlar söz konusu oldu mu bir kasaba tiyatrosunda sahneye konanını bile izlerim doğrusu. Bunu çoğunluk yapar galiba ki bugüne kadar defalarca filme ve diziye aktarılmış, buyrun afişler aşağıda:


1933



 1949


1994



2019


2018 (150. yıl için)


1978 (TV filmi)


Son yapımda rol alanlar: 

Marmee: Laura Dern
Joe: Saoirse Ronan
Meg: Emma Watson 
Beth: Eliza Scanlen
Amy: Florence Pugh
Laurie: Timothee Chalamet
March Hala: Meryl Streep
Mr. March: Bob Odenkirk
Prof. Bhaer: Louise Garrel
John Brooke: James Norton
Mr. Laurence: Chris Cooper
Hannah: Jayne Houdyshell

Kitabı defalarca basılmış farklı ülkelerde ve internette incelediğinizde müthiş güzellikte kapaklar çıkıyor karşınıza. Elimde olsa hepsini toplar biriktiririm. Benden sonrası tufan nasılsa 😀Fakat hayalimde bazı güzel kapaklardan poster oluşturmak gibi bir düşünce var (itiraf edeyim Bu fikri Mina'dan çaldım), kısmet diyelim...

Film umduğumu vermese de Küçük Kadınlar'ı anmak için bir vesile oldu ve içime tüm seriyi yeniden okuma arzusu doldu. Benim gibi "Küçük Kadınlar"ı sevenlere selam olsun...

3 ŞUBAT (OCAK OKUMALARI)

$
0
0
Üç gündür bir yaş daha büyümüş olarak uyanıyorum. Babamın maaşının suyunu çektiği bir ay sonu doğmakla ne denli kısmetli bir insan olacağım o zamandan belliymiş 😀Dünyaya gözlerimi annemin doğum için ailesinin yanına geldiği Ankara'da açtığım halde babamın nüfusta görevli arkadaşları bir an önce doğum parası alsın diye olsa gerek alelacele kafa kağıdımı çıkarmış, bir de beni temizinden Trakyalı yapmışlar. Doğum yerim olarak kaydedilmiş ve 1,5 yaşında ayrıldığım için anlatılanlar dışında zerre hatırlamadığım Meriç'i görmekse yıllar yıllar sonra kısmet olacakmış. Bir yaz başlangıcında, güneşi yeryüzüne indiren ayçiçeği tarlalarının arasından geçerek gitmiştik o küçücük ilçeye. İşin tuhafı ömrümün ilk yılını geçirdiğim ev ve bahçe biraz tadilat geçirmiş olmakla birlikte hala duruyordu. Üstelik ev sahibimizin hayatta olan ve orada yaşamaya devam eden büyük kızı beni  adımı söyler söylemez hatırlamış ve müthiş bir coşkuyla karşılamış, sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı. Oldukça duygulu bir tanışma olmuştu, aslında doğum yerim olmayan doğum yerimle.

Önümdeki yıllar geride bıraktığım yıllardan az olunca doğum günlerini daha bir coşkuyla kutlamak gerekiyor diye düşünüyorum, Bana zaten bahane olsun, kutlanacak bir şey varsa tadını çıkararak kutlama taraftarıyım. Bunlar hayatın rutinine açılan renkli parantezler çünkü.  Arkadaşlarla, kardeşle, çocuklarla bol bol kutladık biz de, daha bunun Antalya'sı var, doğum günlerini aylara yayabiliriz değil mi 😀 Maksat birlikte olmak...

Beni günlerce eve hapseden gribin ardından intikam alırcasına kendimi dışarı attım. Arkadaşlarla buluşma, doğum günü kutlamaları, konser derken bu hafta kitaplarla hemhâl olmak niyetindeyim. Sevda ve Bilge ile gittiğimiz Kürdilhicazkar Fasıl ve Ayşe Taş konserinin tadı hala damağımda. Arkamızda oturan teyzenin cırlak ve detone sesiyle şarkılara eşlik edip kulağımızı kirletmesi bile keyfimizi kaçırmadı. Bir hafta sonraki Göksel Baktagir'in de sahne alacağı diğer konsere biletim var ama gidebilir miyim henüz emin değilim. Umutsal nedenlerle Antalya'ya dönüşümüzü ay ortasına kadar erteledik, belki kısmet olur. 

Gelelim Ocak ayı okumalarına. Geleneksel yeni yıl kitaplaşmaları nedeniyle gelenlerle başlayıp evdeki dağ silsileleriyle devam ettiğim on okumalık bir rekoltem var bu ay. Kitapların sayfa sayısını da gözönüne alırsak hayli iyi bir rakam diyebilirim. Bakalım neler okumuşum:


-Çinli göçmen bir ailenin New York'ta dünyaya gelen çocuğu olan Lisa Ko'nun yazdığı "Terk Edenler"in kahramanlarının çoğu da Çinli göçmenler. Birbirinden ayrı düşen ve bu ayrı düşme sebeplerini tam olarak çözemeyen bir ana-oğul hikayesi diyebiliriz "Terk Edenler" için. Oğul annesinin sınır dışı edildiğini, anne ise oğlunun başka bir aileye evlatlık verildiğini bilmeden yıllarını birbirlerinin eksikliğiyle, terk edilmişlik duygusuyla geçirirler. Bazı bölümler gereksizce uzun tutulsa da severek okudum kitabı, öneririm...


-"Kanadı Kırık Melekler Evi"Lale'nin geleneksel yeni yıl hediyesi olarak yolladığı Marquez tadında, hem hüzünlü, hem eğlenceli bir aile hikayesi idi. Hayatının son günlerini yaşayan aile reisi Büyük Angel (Miguel Angel De La Cruz) kendisine son bir doğum günü partisi planlar, ancak öncesinde annesi Mama America ölür. Bu durumda doğum günü partisinden önce bir cenaze töreni düzenlenecektir. Her ikisinde de yaşananlar tipik bir Güney Amerika öyküsüdür. Mutlaka okuyun, çok seveceksiniz...


-Deniz Gezgin'i ilk kez "Kuşlar"ı konu alan ajandası ile tanıyacaktım ki Zeren "Ahraz"ı yolladı bana. Hem hüzünlü, hem tekinsiz, hem de büyülü bir okuma oldu. Ötekileştirilmiş bir çocuk, İsrafil, günden güne kuruyup yok olan, toplumca dışlanmış annesi Adile ve her ikisine de ama özellikle İsrafil'e kol kanat geren marangoz Yusuf. Bir okurun yorumunda yazdığı gibi "Ahraz olanlar ve kalbiyle duyanlar"ın öyküsü. Okunmalı...


-"Atmacanın A'sı"nda doğabilim akademisyeni olan ve yırtıcı kuşlara ilgi duyan yazar Helen Mcdonald bir yerde kendi öyküsünü anlatmış. Babasının ölümü üzerine onunla olan anılarını canlı tutmak ve acısını hafifletmek için sahiplendiği Mabel isimli çakır kuşu ile maceralarını okuyoruz kitapta.  Özellikle kuşlara ve vahşi doğaya ilgi duyanlar için biçilmiş kaftan bir kitap...


-"Giderayak/Anılarımdaki Nazım Hikmet" Gün Benderli'nin daha önce yayınladığı "Su Başında Durmuşuz" isimli anı kitabındaki Nazım Hikmet'e ait bölümlerin daha da geniş ele alındığı, eklemelerle zenginleştirildiği bir kitap. Nazım hakkında bilmediğimiz şeyler kaldıysa bile bu kitap sayesinde eksiklerimizi tamamlamamız mümkün. 


-Aslı Tohumcu'nun okuduğum ikinci kitabı "Kötü Kalp". İnsanı yer yer ürküten fantastik bir okuma. Yapılanlara hak vermekle vermemek arasındaki ikircikli duygular, bazen "oh olsun!" deme ve içinin soğuması ferahlığı, bazen "böyle de olmaz ki!" itirazlarıyla okunan, hafiften polisiye bir heyecanı yaşatan ilginç ve güncel bir kurgu. Detaya girip spoiler vermek istemiyorum ama değişik bir kitap okumak istiyorsanız buyrun...


-"Kırık Ayna", "Güvercinler Gittiğinde" kitabıyla tanıdığımız Merce Rodoreda'nın bir başka kitabı, konu olarak da epeyce farklı. Üç kuşağa yayılan bir aile hikayesi. Benim gibi kuşaklararası aile öykülerini seviyor ve Alef kitaplarınıza bayılıyorsanız kaçırmayın derim...


-Ve bir "Alef" daha. Senaryo yazarı Brausen karısının geçirdiği ağır ameliyat sonrası ilişkilerinde başlayan kopuş ve işsiz kalmasının etkisiyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak için Santa Maria isimli bir yer hayal eder ve kahraman olarak Diaz adında bir doktor kurgular. Bir yandan hayali öyküsünü geliştirirken bir yandan da yan daireden gelen seslere kulak verir. İlginç bir kurgusu olan değişik bir kitap "Kısa Hayat". Yetkin bir okuma gerektiren bir anlatı, kelimelerle boğuşmayı sevenlere birebir...


-Isabel Allende'nin yeni kitabı çıkar da Leylak kaçırır mı hiç? Isabel Allende geri dönüşlerle çeşnilendirdiği, polisiye tadında bir yol hikayesi yazmış bu sefer. Büyülü gerçeklik mi? Hiç yok diyemeyeceğim, Latin Amerika ve Allende söz konusu olduğunda kıyıdan köşeden bile boy gösterir ama bu daha güncel bir hikaye. Göçmen sorunu ana tema, Isabel'in en aşkî öykülerinde bile sosyal ve siyasal bir arka plan vardır. Bu kez Şili darbesine, Guatemala'daki iç savaşa, ABD'ye ulaşmak isteyen, bilhassa çocuk göçmenlerin Meksika'da yaşadıklarına varıncaya kadar pek çok toplumsal ve politik sorun ele alınmış. "Kayıp Çocuk Arşivi"nde okuduklarımızın sağlamasını yapıyoruz adeta. "The Two Popes"de izlediğimiz sonradan papa olan Şili'li kardinal bile yan rollerde boy göstermiş. Kısacası su gibi akan ama su gibi hafif olmayan bir kitap "Kış Ortasında". Bir "Ruhlar Evi" ya da "Eva Luna" olmayabilir ama okunmalı... 


-Beyoğlu'na ve oradaki yapılara hayran biri olarak "Gönlümde Pera Aklımda Mısır Apartmanı"nın çıktığını bir söyleşide okur okumaz sipariş verdim. Kitabı dedesi uzun yıllar Mısır Apartmanı'nda yönetici olarak çalışmış, kendisi de bir süre orada oturmuş Sema Temizkan yazmış, İşin esasında Mısır Apartmanı hakkında daha detaylı bir anlatı bekliyordum, biraz hayal kırıklığı yaşadım. Kitap daha ziyade aile anılarından ibaret ama arka planda yine Pera var. O yüzden her şeye rağmen keyifle okudum. Beyoğlu'nu sevenlere tavsiye olunur...

Yazmayı bitirip gözden geçirince farkettim ki kitap fotoğraflarının yanında hep bitkisel bir içecek var. Eh gripken okununca böyle oluyor demek ki. Dünya Corona virüsüyle başetmeye çalışırken hepimize sağlıklı günlerde keyifli okumalar diliyorum. Yeni kitaplarda buluşmak üzere...

6 ŞUBAT (SOKAKLAR-SERGİLER)

$
0
0
Ülkenin üstüne çöken felaket bulutları yetmezmiş gibi bütün gece fırtına sesleri dinleyip sabaha karşı yağan karı eriten siyim siyim bir yağmur ve kapkaranlık bir gökyüzüne uyandık. Ankara kışına verip veriştirirken "bari şu kadına bir jest yapayım, Antalya'yı özledi anlaşılan" diyerek öğleye doğru güneş çıktı. Güneş enerjisiyle çalışan bünye eksilen şarjını biraz tamamlama imkanı buldu böylece. Kararan ruhları sanatın ışığı temizler diyerek kızkardeşle İş Kültür'deki "Yalçın Gökçebağ Sergisi"ne gitmek üzere yola düştük. Güneşin ömrü yemek yediğimiz lokantadan çıkana kadarmış, bu arada övünmek gibi olmasın ama benim yaptığım ayva tatlısı bu meşhur mekanda yediğimizden çok daha güzel 😀Sergiye çiseleyen yağmur altında, şemsiye koruyuculuğunda yürüyerek gitmeye karar verdik. Vee yolumuzu Bitpazarı'na düşürdük. İnsan kendi şehrinde yabancı gibi yaşadığını farkedince çok şaşırıyor. Yıkılmak üzere virane evler, daracık sokaklar, eskimiş dükkanlar, saçma sapan ikinci el eşyalar arasından yürüdük de yürüdük:




 




 Vitrindekiler içyağı, belirteyim


Ayaklarımız bizi Yahudi Mahallesi'nin sonlarına kadar götürdü, garip çarşılara daldık, ilginç şeylerin satıldığı ilginç dükkanlar, bir zamanlar umur görmüş, artık köhnemiş konaklar gördük. 




Sonunda İş Bankası Müzesi'ne ulaştık. Müzeyi daha önce gezdiğimiz için doğrudan 3. kata, sergi salonuna çıktık ve Yalçın Gökçebağ'ın güzelim tablolarıyla gözlerimize ziyafet çektik, buyrun siz de yararlanın:














Sergi 29 Mart'a kadar açık, bence Ankara'da iseniz kaçırmayın...

10 ŞUBAT (OSCAR)

$
0
0
Takip edenler biliyordur ki her yıl Oscar törenine picamalarım (bazen aşortmanlarım) ve terliklerimle mutlaka katılır, sizler için dedikodu malzemesi toplarım. Bu yıl da kırmızı mumla damgalanmış, şık bir davetiye ulaştı tabii ki, beni unuturlar mı hiç, canım Akademi üyeleri. Lakin biliyorsunuz ortalıkta Corona virüsü dolaşıp durur, şimdi kalkar Amerikalara gidersem, törene Çinliler Minliler gelirse, o şık giysilerin içine gizlenmiş bir Corona çıkarsa, malum herkes beni çok sever, kırmızı halı üstünde sarılıp sarmaşırken virüs picamamın cebine sızıverirse, ayh evlerden ırak! "Gelmiyorum" dedim, "gelemiyorum" bile değil, direkt "gelmiyorum", "bu yıl da bensiz idare ediverin". Haliyle çok üzüldüler, birkaç telefon görüşmesi yaptık, mail attılar, fakıs çektiler, telgraf yolladılar ama "ııh!", kararım karar, gitmedim. Hatta Dijidijidijitürk'ü protesto için (vakt-i zamanında bloglarımızın üç ay kapanmasına sebep olmuştu da bloglardaki yavaşlamanın ana sebeplerinden birini oluşturmuştu) TV'den de bakmadım (zaten aboneliğimiz de yok), yattım uyudum mis gibi. 

Gelgelelim sizleri katılımcıların kırmızı halı performanslarından hiç eksik bırakır mıyım, sabah gözümün çapağını silmeden geçtim ekran başına. Tek tek inceledim, yine fecaat kıyafetler, hepsi birbirinden sakil, ayrıca bu kadınların makyajını silsen, botokslarına iğne batırsan Ayşe teyzeden farkları yok yahu, çoğu da mortlamış zaten (oh, ne güzel de mok attım 😀). Şimdi gelelim gecenin yıldızlarına:


Gözüme önce Turkuaz rengi abajur kostümüyle Florence Pugh çarptı. Küçük Kadınlar'daki "Amy" rolüyle Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı adayı idi. Aday kıtlığında aday, pişi suratıyla o zarif, güzeller güzeli Amy rolüne hiç oturmamıştı. Hayallerimizi yıkmaya ne hakkın var, ha, ne hakkın var. Bizler "Küçük Kadınlar"la büyümüş bir nesliz. Yutturamazsın o yorumu bize, ay sinirlendim bak. İyi ki gitmemişim törene, ağız dalaşına girerdim yoksa. 


Florence'e sinirlenirken gözüme şu Çanakkale işi vazo çarptı, niye kırmızıya boyamışlar diye düşünürken içinden çıkan kafayı gördüm. Cristen Wiig nam bir yıldızmış, tanışmadığımıza memnun oldum, rüküş. Modacılar bunları kekliyor yeminle, bana ebediyen Oscar heykeli bağışlasalar şunu giydiremezler. 


Ah Keanu, vah Keanu, sen böyle mi yaşlanacaktın? Acile götürüp serum taktırasım geldi yüzüne bakınca, aceleden saçlarını da yıkamamış sanırsam, yağlı yağlı. Annesi bile ondan sağlıklı görünüyor. 


Aha buyur, bizim Jo! Önüne taktığı önlük benzeri nesnenin üstüne koyarım diye düşündü herhalde kazara Oscar heykelini alırsam, taşımada kolaylık olur. Elbise kendinden önde gidiyor, yeminle ellerinde kalmış tapon kumaşları birleştirip birleştirip bunlara kakalıyor kesin modacılar, nasılsa para almıyoruz, boşa masraf olmasın diye.


Bu da diğerinin tam tersi, kendisi aday değildi ama sanırım arkadaşları birşeyler yerken heykelciklerini popodaki çıkıntıya koyup rahat hareket etsinler diye giymiş bu tuvaleti. Kendi için bir şey istiyorsa namert, maksat yardımseverlik, biraz da Kim Kardashian'a benzeme arzusu, kadeh madeh, her işe yarar. 


Fotoğrafı görünce "Aaa" dedim, "ben gidemedim ama Bülent abla gitmiş, ne iyi, Türkiye'yi temsilen biri bulunmuş". Ve fekat değilmiş anacım, Maç sonrası ponpon kızlardan ödünç aldığı pırıltılı mavi zımbırtıları sabahlığının omzuna asıp gelen bu yengeyi ben bilemedim, bilen varsa dövmeli bacaklarının aşkına söylesin. 


Suriyeli film yapımcısı ve aktivist Waad Al Kateab tuvaletinin sırtına Arapça şiir yazdırıp gelmiş kırmızı halıya. Şükretsin ki Türkiye'de yapılmıyor bu tören. Her Arapça yazıyı Kuran'dan sanan halkımızdan nasıl bir muamele göreceği malumunuzdur herhalde. 


Grammy törenine açılıp kapanan kristal storlu şapkasıyla katılan Billy Porter Oscar'a oklu kirpi kostumüyle dahil olmayı tercih etmişti. Ben terliklerimle ikide bir tökezlerken o ayakkabılarla kırmızı halıda salındığı için asıl Oscar buna takdim edilmeliydi. 


Billie Eilish Oscar törenini unutup evde pijamalarıyla rahat rahat resim yapıyormuş, hep müzik, hep müzik nereye kadar. Hatta boyaları üstüne başına ve de saçına bulaştırmış gördüğünüz gibi. O tırnaklarla fırça tutulmaz haliyle. Neden sonra annesi odasına gelip "Seni Billi zillisi, hep ben mi hatırlacağım? Oscar töreni kaçıyor, koş" demiş, Eh, üstbaş değiştirecek vakit de kalmayınca olduğu gibi gelmiş Billicik 😀 (Laf aramızda Chanel de bunu kazıklamış 😀)


Ya ben Timothee'yi bu kılıkta görünce bir sevin, bir sevin. Bizim yeni açılan bekçi kadrosuna alınmış diye düşündüm, bundan sonra aramızda olacak, yaşasın dedim. Heyhat, yanlış anlamışım, meğer benzincide çalışacakmış 😋


Rooneyciğimiz de aceleyle gelenlerden, kostümün alt kısmını giymiş, üstünü unutmuş, iç çamaşırıyla gelmiş. Çok da soluk görünüyor, Keanu ile birlikte buna da serum verdirmek lazım, vitamin takviyeli. Yav niye giyiyorsunuz bu rüküş kılıkları, niye!..


Koskoca kraliçeye kim giydirdi bu çıtçıtlı suni deri çantaya benzeyen kıyafeti. "The Crown"daki kostümlerden birini ödünç alsa daha iyiymiş.


Jojo'nun Rabbitleri, çok sevimliler değil mi? Kostümleri de çok şık, örnek alsınlar bu şirinleri büyükler.


Natalie Portman'ın bu rahibe kıyafetine benzeyen giysisine bir anlam verememiştim ama meğer aday olamayan kadın yönetmenlerin adları yazılıymış kostümün üstünde. Aferin Siyah Kuğu'ya, şık bir protesto yapmış. 


Ve Charlize, her zaman Oscar törenlerinin en şık, en zarif, en asil görünümlü kadını, Yine çok beğendim.


Diğer favorimse Penelope Cruz oldu, Latin kanı başka bir şey arkadaş, kadın ışık saçıyor. Bizimlasın😀


Şu karizma dedeleri görünce de Hakiki Muhabbet Aslı'nın Al Pacino tekerlemesinden esinlendim:

"Al Pacino Al Pacino
Yanakları gül Pacino
Uyan uyan sabah oldu
Kırmızı halıya gel Pacino"




Yazımı ışıktan gözü kamaşan en bi birinci Oscarlı Joaquin ile Kore dağlarından gelip bağdakileri kovan "Parazit" ekibiyle bitireyim.

Benzer bir yazıyı senden de bekliyorum Aslıcım...

19 ŞUBAT (HELLÖ ANTALYA)

$
0
0
Pazar günü bulutlu başlayıp güneşli biten bir yolculukla Antalya'ya ulaştık ve gerçek anlamda iklim değişti, Akdeniz oldu. Antalya baharlıklarını kuşanmış bizi  bekliyordu, ev dersen sen bir sevin bir sevin. Zıp zıp zıpladı da zelzele oluyor sandık, dersem inanmayın 😀

Yol yorgunluğuyla yapılan alelusül bir temizliğin ardından ertesi gün farkındalıklarım ve sakarlıklarım birer birer devreye girdi. Önce elimde çay fincanıyla girdiğim odada Cevriye'nin taktığı çelmeyle elektrik sobasının kordonuna takıldım, düşmeyim diye manevra yaparken çay halıya döküldü. Hem de üzerinde kahverengi, krem ve beyaz renkler taşıyan halının en beyaz bölümüne döküldü. Silmek falan kâr etmedi, eski 2,5 lira büyüklüğünde şık bir lekeye sahibim şimdi. Leke sökücü denemeleri beni bekliyor. 

Geldiğimizin akşamı sokağımızı aydınlatan o soft, turuncu ışık neyin nesidir diye baktığımızda elektrik tellerinin zemin altına alındığını ve yepisyeni elektrik direklerinin dikildiğini gördük. Oh! Pek şenlikli, pek şıkır şıkır olmuş, benim çınar da elektrik tellerine değiyor diye durmadan budanmaktan kurtulmuş. Bugün de eski direkleri canavara benzeyen bir araçla tereyağından kıl çeker gibi söküp götürdüler. Hey maşallah...

Elektrik süpürgesiyle yaptığım dans sırasında küçük bir örümcek ağını almak için başımı yukarıya kaldırdığımda eve girdiğimden beri burnuma dolan ve kapalı kalmaya bağladığım nemli kokunun nereden geldiğini anladım. Yağan şiddetli yağmur bacalardan sızıntı yapmış ve duvarla tavanın birleştiği yerde nurtopu gibi bir rutubetimiz olmuş. İş bununla kalsa iyi, mutfağa geçtiğimde rutubetin ikiz kardeşini de mutfak bacası civarında buldum. Bereket havalar iyi gidiyor, balkon kapısı ardına kadar açık, kurumla karışık rutubet kokusunu soluyarak kurumasını bekliyoruz. Evi bırakıp gitmenin sonuçları diyeceğim de evde olsak da yapabileceğimiz bir şey yoktu. Bacaların topyekün elden geçirilip yeniden sıvanması gerekiyor anlaşılan. Bu kadar zayiata razı olduk, pencerelerden bir sızıntı yok en azından. Antalya'da yaşamayanlar buradaki yağmurların muson yağmurlarından pek farklı olmadığını ve her an eve bir yerlerden su girebileceğini bilmezler haliyle. 

Dün sonunda tüm lekeleri ve rutubetleri ardımda bırakıp kendimi dışarı attım. Gri Ankara'da üç ay boyunca görebildiğim tek canlı renk olan ticarı taksi sarılarından sonra maviyi ve yeşili gözalabildiğine seyretmek çok iyi geldi. Bey Dağları tepeleri karlı ve pek kurumlu idiler:


Denizeyse kocaman bir kovadan cıva boşaltmışlardı sanki:


Ruhum arındı kısacası, Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırmadan tadını çıkarmalı...

26 ŞUBAT (SERGİ-BAHAR-MÜZİK-DANS-CORONA VS VS)

$
0
0
Antalya'da 10 günü bulduk, eşyaların yerini belledik, yatağımızı yadırgamaktan vazgeçtik, evi pakladık, misafir bile kabul ettik. Araya iki konser, bir de sergi sıkıştırdık. İlk konser "The Funtime Of The Opera" idi, biletini ta Ankara'da, içeriğini bile bilmeden almıştım. Sonra kurcalayınca şefin Musa Göçmen olduğunu gördüm. "Eyvah!" dedim, yine başlar başlamaz "piano, pianissimo "Merhaba"lar havada uçacak. Yılbaşındaki konserde maruz kalmıştık zira bu katılımlara. Yahu çocuk muyum ben, niye koro halinde "Merhaba" diyorum ki, neyse bu fasılları geçtik, benim dışımda halkımız coşkuyla iştirak etti, ben kara koyun oturdum sessizce 😃 Bu sefer koltukların altında kaşık yoktu bereket. Sonrasında da operamızın solistlerinin iştirakiyle güzel aryalar dinledik. İkinci konser aynı zamanda bir tango gösterisi idi. "Anadolu Nefesli Beşlisi" bandoneonda Tolga Salman'ın eşliğinde bir tango tarihi izlettiler bize. Çok güzeldi. 

Bugünse hafta sonunda kapanacak olan bir sergiyi ucundan yakaladım. Antalya Kültür-Sanat'ta "Yapı Kredi Koleksiyonu'ndan Renkler" isimli sergiyi gezip güzelim tablolara bakarak gözlerime bayram ettirdim. En beğendiklerimi de sizin için fotoladım efendim, çok fedakar bir insan evladıyım 😃



Aliye Berger'in bu eserinin adı "Güneşin Doğuşu". Yapı Kredi'nin 10. kuruluş yılı nedeniyle düzenlenen ve jürisinin tamamı yabancılardan oluşan ilk yarışmada birincilik almış. Sizin de farkettiğiniz gibi Van Goghvari bir tarzda yapmış tablosunu Aliye Berger. 


Neşe Erdok'un "Ortaköy" isimli eseri. Aliye Berger'inki gibi kocaman bir tablo. Ortaköy'de cafede oturanlar, sahilde oynayan çocuklar ve çiçek satan çingene çocukların betimlendiği tablonun olmazsa olmazı kediler. Neşe Erdok tablolarında resmettiği kedilerin kendisi olduğunu söylüyormuş. Bence en köşedeki kahverengi 😄


Canım Bedri Rahmi ve "Baba Orfoz"u. Anlatmaya gerek var mı?


İbrahim Balaban'ın ressam oluşunda kan davası nedeniyle girdiği Bursa Cezaevi'nde Nazım'la tanışmasının etkisi büyük. Halk geleneğinden etkilenen ressamın bu tablosunun acı bir öyküsü var. İsmi: "Kan Davası-Kurban Babam". Babasının kan davası sonucu öldürülmesinden etkilenerek yapmış.


İlk kadın ressamlardan Müfide Kadri'nin "Bekleyiş" isimli tablosu. Müzikle de ilgilenen ve 22 yaşında veremden ölen ressamın eserlerinde daha ziyade romantizm hakimmiş. 


En beğendiklerimden, çok gerçekçi bulduğum "Kahve Keyfi" isimli bu resim Halife Abdülmecid Efendi'ye ait. 


Dumanı tüten bir çorba, iftariyelikler ve atılması beklenen top. Arkadaki masada da iftar yemeği sonrası tüttürülecek tütün malzemeleri. İnsanın oturup kaşığı eline alası geliyor. Hoca Ali Rıza'nın bu eseri "İftar Sofrası" adını taşıyor.


Osman Hamdi Bey'in "Feraceli Kadınlar"ı. Cami önünde şık feraceleri ve şemsiyeleri ile yürüyen bu kadınların o zamanların zengin semtlerinden Fatih, Saraçhane ya da Unkapanı gibi semtlerde resmedildiği düşünülüyor. Yeşil şemsiyenin altındaki satıcıda ise Osman Hamdi Bey kendini resmetmiş. 


En sevdiğim ressamlardan biri Oya Katoğlu (kendisi yine çok sevdiğim ressamlardan Turgut Zaim'in kızı) "Tarihi Evler" isimli tablosuyla yer alıyor sergide. Her ne kadar burada insan figürü yoksa da Oya Katoğlu'nun insan kalabalıklarını ince ince resmettiği tablolarına bayılıyorum. 


Bir başka sevdiğim ressam Nuri İyem. Genellikle koca gözlü Anadolu kadınlarıyla tanıdığımız ressam bu kez "Uzun ince Bir Yol" isimli bir peyzaj çalışmasıyla koleksiyona dahil olmuş. 


Nedim Günsür'ün "Vazoda Çiçekler" isimli natürmortunu çok sade ve aynı zamanda çok neşeli buldum.


Bir harp gemisi resmedilmiş olmasına rağmen renklerin ve ışığın kullanımı tabloyu çok sıcak bir hale getirdiğinden ilgimi çekti. Bir süre Deniz Harp Okulu'nda okuyan Diyarbakırlı Tahsin daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi'ne geçiş yapmış ama deniz sevdasından vazgeçmemiş, tablodan da belli oluyor zaten.


Ve fırtına, deniz ressamı Ayvazovsky.  En önemli özelliği resimlerinde mutlaka bir kırmızı renk kullanımı imiş. Dikkat ederseniz burada da gemi direğindeki bayrak kırmızı renkte. Ressamın bir nevi imzası niteliğinde.


Şevket Dağ ve "Amcazade Yalısı".


Rus sanatçı Nikolai Pavlovich Krasovsky bir İstanbul seyahatinde yapmış bu resmi ve dikkat ederseniz Kızkulesi'ni orijinal haliyle değil kendi hayal ettiği biçimde çizmiş. İlginç bir yorum doğrusu. 


Şükriye Dikmen'in canlı renkleriyle neşe veren "Mavi Kuşlu Natürmort"u ile sergideki sevdiğim resimleri bitirip ilginç bir heykel çalışmasına geçiyorum.


Refik Anadol ve Alper Derinboğaz'ın ortak çalışmasının adı "İstiklal'in Sesi". Almanya'dan getirilen bir ses mühendisi İstiklal Caddesi'ndeki sesleri kayıt altına almış, sonra bu sesler sanatçılar tarafından CNC kesimle üç boyutlu hale getirilmiş. Üç panodan ilki Taksim'le Galatasaray arasının, ikincisi Galatasaray'ın, üçüncüsü ise Galatasaray Tünel arasının üç boyutlu ses kaydını oluşturuyor.  Türkiye'de oluşturulan ilk ses heykeli imiş. 

Ben sergiyi gezerken görevli bir genç hanım da bir grup ilkokul çocuğuna tablolar hakkında rehberlik ediyordu. Lakin çocuklar rehberi dinlemektense ellerindeki telefon, tablet ve fotoğraf makinesiyle fotoğraf ve video çekmekle meşgulduüler, tüm uyarılara rağmen vazgeçmediler. O kadar teknolojiktiler ki Devrim Erbil'in kuşbakışı Sultahanmet Meydanı ve Boğaz'ı resmettiği bir tablosu hakkında rehber hanımın "Bu tablo nasıl bir bakış açısıyla, nereden çizilmiş olabilir" sorusuna "Dron" cevabını verip bizi çok güldürdüler. 

Sergi sonrası tramvaya binmek için Cumhuriyet Meydanı'na geldiğimde Atatürk Heykeli'nin önünde belediye bandosunun konseriyle karşılaştım. Pek de güzel çalıyorlardı, tramvay gelene kadar kulağımın pası silindi:


Corona virüsten ürksek de sokaklara çıkmaktan vazgeçmiyoruz, hava güzel, etraf cıvıl cıvıldı. Tek bir maskeliye rastladım.

Ve eve yaklaşırken gördüğüm iki seyyar çiçekciden önce nergis, sonra frezya (ki bu çiçeğe Antalya'da arpa çiçeği derler. balkon saksılarında pek yaygındır) aldım. Frezyacı kendi ürününden çok memnun ki elimdeki nergislere küçümseyici bir bakış atarak Antalya şivesiyle "Endeekiler bir günlük, bunlar 10 günlük" diyerek nergislerimi aşağıladı. Kendisini buradan kınıyor, sizleri 10 günlük frezyalarımla başbaşa bırakıp kitabıma dönüyorum:

 

5 MART (ŞUBAT OKUMALARI VE GENEL DURUM)

$
0
0
Tam Antalya'ya geldik, eve alıştık, rutine döndük derken hastalık kapıyı "tıktık" vurdu. İlkokuldayken Hayat Bilgisi dersinde hastalık ve aşılar konusu işlerken ünite dergimizde birtakım şemalar, resimler vardı, altında yazanlar hiç aklımdan çıkmamış. Bilirsiniz ki beynimin içi gereksiz bilgiler ve anılar çöplüğü gibidir, elden gelen bir şey yok. Orada gayet çirkin çizilmiş bir silüet karşısındaki temiz pak giyimli, elma yanaklı oğlan çocuğunun karşısında vaziyet almıştı. Açıklayıcı yazı ise şöyleydi: Pis hastalık çirkin çirkin bağırdı: "Ali'yi tutayım, Ali'yi yakalayayım". Ali bu kül yutar mı, pis hastalığı "Ben aşımı oldum, tutamazsın, yakalayamazsın" diyerek püskürtüyordu. Maalesef farenjitin aşısı olmadığından ve ben emekli de olsam tipik öğretmen hastalığı olan kronik farenjitle birlikte bir yaşam sürdüğümden pis hastalık çirkin çirkin bağırıp beni tuttu, yakaladı, sesimi de kıstı. Üç gün boyunca neredeyse dilsizdim, boğazım derseniz sahra çölünden halliceydi, hem de dikenli bitkilerle bezenmiş kupkuru bir sahra çölü. Sanki birisi gece gelip açık ağzımdan içeri girmiş ve boğazımı bir güzel zımparalayıp gitmişti, ağrısından hiç bahsetmeyeyim. Mecburen hafta sonunu geçirip hafta başı soluğu doktorda aldım. Malum corona durumları, ağzımı burnumu koskoca bir mendille kapatıp girdiğim tıp merkezinde kayıt yapılırken son derece pis görünen bir cihaza elimi okutmam gerekti. "Bu cihazı dezenfekte ediyor musunuz?" diye sorduğum görevli kaçamak bir "Evet" cevabı verdi, "hiç öyle görünmüyor" dediğimde de "işte arada sırada" diye kıvırdı. O ne yapsın, onun işi dezenfeksiyon değil ki ama en azından şu virüs salgını durumunda her an dezenfekte edilemeyecek cihazların yerine başka bir hasta tanıma yöntemi geliştirilse keşke. Neyse oldukça uzun bir bekleme süresini dışarısı soğuk olduğu için mecburen içerde oturarak geçirdim ve bu süreçte mendili hiç yüzümden çekmediğim gibi kazara öksürenlere de öldürücü nazarlarla baktım. Allahtan pek fazla aksıran öksüren yoktu. Sonunda sıram geldi ve cemazüyelevvelimi bilen doktorum gerekli muayeneyi yapıp "akut farenjit" teşhisini koyarak bir torba ilaçla eve dönmemi sağladı. Kapıdan girerken soyunmaya başlayıp üstümde ne varsa makineye, kendimi de duşa attım. Hafta başından beri antibiyotik kullanıyorum ama hala tam toparlayamadım. Sesim saklandığı yerden hörlek ergen modunda çıktı, telefonda konuşurken kadın mıyım, erkek miyim anlaşılmıyor 😃 Boğazım sahra çölünden bozkır iklimine dönüştü, buna da şükür diyelim. Bu arada önceden alınmış biletlerin bir kısmı şehitler nedeniyle açık bilete çevrildi, bir kısmı da hastalık yüzünden iade edildi. Ne demişler "Kul plan yaparken Tanrı gülermiş". 

Her gün ayrı bir acı, her gün ayrı bir endişe, her gün ayrı bir belirsizlik yaşadığımız şu günlerde akıl sağlığımızı korumak en birinci görevimiz olmalı. Zira sokağa çıktığınız zaman tek parça olarak dönebileceğimizin bile garantisi yok. Birkaç gün önce hastalığımın tavan yaptığı zamanda mecburen markete gitmek üzere çıktım evden. Elimde üç ağır poşetle karşıdan karşıya geçmeye çalışırken eski bir arabanın altında kalmaktan zor kurtuldum. Sürücü benim farkımda bile değildi zira önüne değil yan tarafa bakıyor, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıp küfrediyordu. Açıkcası telaşla kendimi attığım refüjde sesin nereden geldiğini anlamadım ve kimdir bu deli gibi bağıran düşüncesiyle arkamı döndüğümde aynı sürücü bu defa "Ne bakıyon teyze?" diye bağırdı. Normalde o teyzeyi de, bağırmayı da ona yedirirdim ama sesim yoktu ve hastalıktan dolayı bakamadığın boyası gelmiş, uzayıp şekli bozulmuş saçlarım ve soluk eşofmanlarımla fena halde teyzeydim, hem de biraz pasaklı bir teyze 😄 Kime, neye kızmıştı bilmiyorum ama bana patladı maganda.
  
Gündemin şerrinden kitaplara sığınalım ve gelelim Şubat okumalarına, pek verimli geçmedi cüce ay, 6 kitapla bitirdim Şubat ayını. Son günlerinde başladığım 700 sayfalık bir tuğla da bitmek üzere ama onu Mart ayına devredelim. 


-Şubat ayının ilk kitabı dedesi Beyoğlu'ndaki ünlü Mısır Apartmanı'nda yönetici olan Sema Temizkan'ın yazmış olduğu "Gönlümde Pera, Aklımda Mısır Apartmanı" idi. Beyoğlu'ndaki apartmanlara tutkun olan ben özellikle de Mısır Apartmanı'ndan bahsedildiğini duyunca kitabı hemen sipariş verdim. Ama kitap Mısır Apartmanı'ndan bahsetse de daha ziyade bir aile öyküsü özelliği taşıyor. Yine de Beyoğlu'nun  ve Mısır Apartmanı'nın parlak zamanlarını okumak hoş oldu. 


-Başlıbaşına bir roman olmaktan ziyade çizimlerle süslenmiş bir novella "Sarı Duvar Kağıdı". Biraz grotesk ve tekinsiz bir öykü. Çizimleri öyküden daha çok sevdim diyebilirim.


-Bu aralar İskandinav Edebiyatına ve yazarlarına karşı özel bir ilgi beslemekteyim ve onlar da bu ilgime şahane anlatılarla cevap vermekteler. Per Petterson favorilerimden biri, daha önce çıkmış üç kitabını zevkle okuduğum yazarın son kitabı "Benim Durumumdaki Erkekler" ve diğer kitaplarıyla arasında bir bağ var. Aslında belirgin bir konu yok kitapta, "Lanet Olsun Zaman Nehrine"den hatırladığımız Arvid Jansen'in eşinden boşanmasından sonra yaşadıkları anlatılıyor. Yazar Eyüp Aygün Tayşir Per Petterson'un tarzını "hoşa giden hüzün"olarak tanımlamış ki bu tanımı çok uygun buldum. Sakin, ayrıntılı, bol bol mekan adı verilen bir kitap "Benim Durumumdaki Erkekler". Diğer kitapları kadar sevmesem de yine de okuyunuz derim...


-Bilmem Eyüp Aygün Tayşir'in "4 Hane 1 Teslim"ini okudunuz mu? Benim o yıl en sevdiğim kitaplar arasında ilk sırayı almıştı. Bir öykü kitabının çıktığını duyunca çok sevindim ve ilk okuyanlardan biri oldum "Sabitalem Mahallesi"ni. Çok da sevdim.  Eyüp Aygün Tayşir'in öyküleri de, tıpkı romanları gibi. Gündelik yaşamları, senin-benim gibi sıradan insanların sıradan hayatlarını dışardan baktığımızda farketmediğimiz ayrıntılarıyla hüzünle karışık eğlenceli dille yazmış. Hepsini sevdim ama favorim "Sex Shop".Okuyunuz derim...


-Evde bekleyen hayli hacimli bir "Nazlı Kar" romanı olmasına rağmen Tanizaki okumaya denemeleriyle başlamam ilginç oldu. Aslında deneme olduğunu farketmeden aldım "Gölgeye Övgü"yü. Modernizm ve estetik üzerine hayli yetkin ve ilginç görüşler ileriye sürmüş Tanizaki. İnce bir kitap ama insanın ufkunu açıyor. 


-"Ağabeyine Çiçek Taşıyan Kız" batı yaşamanı seven ve Paris'te çevirmen olarak çalışan Kaoru'nun doğuya düşkün ressam ağabeyi Tetsuro'nun Bali adasında uydurma suçlarla uyuşturucudan tutuklanması üzerine onu kurtarma çabalarını anlatıyor. Konu olarak oldukça ilginç olmasına rağmen kitabı çok benimseyemedim. Beğenmedim desem yalan olur ama hani çok da sevmeden alışkanlıkla kullandığınız ve vazgeçemeyeceğiniz eşyalarınız vardır ya benim bu kitapla olan ilişkim de bir bakıma öyle bir şey oldu. 

Evet 6 kitapla Şubat'ı bitirdik, elimde sanırım bu yılın en favori kitabı olarak niteleyeceğim ve herkese tavsiye ettiğimi "Üvey Kardeş" var. 700 sayfalık bir tuğla ama insan bitsin istemiyor. 50 sayfa kadar kaldı, önümüzdeki ay coronadan ölmezsek Mart ayının ilk kitabı olarak okuyabilirsiniz. Kalın sağlıcakla...

19 MART (CORONA GÜNLERİ 1)

$
0
0
Kaç gündür klavyenin başına oturup oturup kalkıyorum, içimden gelmiyor. Dışardan pek anlaşılmasa da sağlık, özellikle de sevdiklerimin sağlığı sözkonusu olunca ciddi anlamda endişeli bir tip oluyorum. Endişe de benim bünyeye hiç iyi gelmeyen bir duygu, neşem ve iştahım gidiyor, kafamı yorganın altına gömüp dış dünyayla bağlantımı kesmek istiyorum. Sonra "sakin ol" diyorum kendime, "sadece senin başına gelmedi bu olay, düğün bayram olmasa da tüm dünyanın yaşadığı bir kaos, umarım kısa sürede atlatacağız". Kendi söylediklerime kendim de pek inanmıyorum aslında ama günlük hayata devam diyorum. Zaten yaptığımız ne, el sabunlamak, ev temizlemek, kapı kollarını, elektrik düğmelerini, musluk başlarını dezenfekte etmek, çamaşır yıkamak, kazara markete çıkmışsak bu faaliyeti iki katına çıkarmak. Yok sanal ortamda müzeler ziyarete açılmış, yok falanca filarmoni konserleri ücretsiz dinleniyormuş, bunlara bile baktığım yok. "Her şey gönül hoşluğuyla" derdi anneannem, öyle gerçekten. Hani derler ya "tam mutsuz olacağım bir gülme geliyor", ben de tam sakin olacağım bir mail, WhatsApp mesajı, bir Twitter bildirimi geliyor, yeniden alevleniyorum. Sanal alemle bağlantıyı kesmek en iyisi bu dönemlerde ama o da olmuyor ki, çoğu zaman derde deva bir iyi haber, bir uzman görüşü alabilir miyiz diye çöküyoruz başına. Aslında şuraya şunu yazabildiğimize göre herkesin evinde interneti var ve bu bilgileri ilk kaynağından görme imkanına sahibiz, öyleyse mesaj kutularımıza, Facebook hesaplarımıza bunları tekrar tekrar göndermenin faydası ne? Çoğu da aslı astarı olmayan, şehir efsanesi, kocakarı masalı türü şeyler, insan inanmasa da panik katsayısı artıyor. O yüzden her yollanana fazla itibar etmemek, itidalli davranmak şart.

Dezenfeksiyon ve endişe seansları dışında kitap okuyorum, zaten okurdum, daha çok okuyorum. Hem evde bir yıl hatta daha fazla yetecek kadar okunmamış kitap stoku var. Biz "tsundoku" sendromlular  ileri görüşlü insanlarız demek ki, bu günleri düşünerek yığmışız kitapları raflara. Annem rahmetli ne zaman kitap alıp eve gelsek "Ev kitap dolu, yine mi kitap aldınız" derdi. Öyle ya, çevir çevir oku 😃 Üstelik o zamanlar ne yayınevleri bu kadar çok kitap basardı, ne de öyle aşırı kitap alıp yığacak harçlığımız vardı. Kardeşim de, ben de tutkulu okurlar olduğumuz için elimize geçeni kitaba yatırdığımızdan sıkı bir kitaplığımız ve çok kitabımız vardı ama öyle "tsundoku" denecek bir durum değildi, okudukça alırdık. Eh o zaman annemin görüşüne göre varken yenisini almak niye, değil mi? 😃 Birkaç yıl oluyor kaybedeli, çok esprili, çılgın bir halam vardı, kızkardeşim araştırma görevlisi olarak bir üniversitede işe başladığında "Halam, sen şimdi ne iş yapacaksın orada?" diye sormuştu, o da "Okuyup araştırma yapacağım hala" diye cevap vermişti. Halamın yorumu şöyle oldu: "Yavrum, evinde okusan da devlet boşa para harcamasa ya". Hala aklımıza geldikçe güleriz. Zaten şu kaotik günlerde en büyük neşe kaynağım yine kardeşim ve onunla yaptığımız telefon konuşmaları, üç-beş corona muhabbetinin ardından işi geyiğe vurup dedikoduya geçiyoruz, biraz rahatlatıyor. 

Bu süreçte "Üvey Kardeş"i bitirdim, son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı diyebilirim. Herkese tavsiyemdir, 700 sayfa olduğuna bakmayın, çok rahat okunuyor. Ardından Nihan Eren'in "Hayal Otel"ini okudum, ilk kitabından bu yana severek takip ettiğim bir yazar, bu kitabı da çok güzel. Sonra favori yazarlarımdan bir diğeri, Mehmet Eroğlu'nun son kitabı "Kötü Adamın 10 Günü", çok iyi bir polisiye idi. Elimde bitirmek üzere olduğum Adile Naşit üzerine yazılıp kitaba dönüşmüş bir yüksek lisans çalışması var, hayli ufuk açıcı ve onun bitiminde devam edeceğim Jorge Amado'dan "Dona Flor ve İki Kocası". Sizler neler okuyorsunuz?

Ve bahar geliyor, hava bugün Ankara'ya yağan karın etkisiyle rüzgarlı ve soğuk ama doğa baharı çoktan giyindi bile. Balkonumun çınar ağacı yapraklanmaya başladı, şu karantina günlerinde avuntum olacak yeşilliğiyle:


Ve komşusu, kumrulara apartman görevi yapan selvi, bu süreçte en çok onlarla hasbıhal edecek gibiyiz:


Bugünlük bu kadar, dağlar gibi yığılmış ütülerimi eritmeye çalışayım ben, hoş dışarı da çıkmıyoruz ütüsüz giysek de olur ama varsın mikrobu kırılsın. Kendinize iyi bakın, sosyalleşmeyin, evinizde kalın...

20 MART (CORONA GÜNLERİ 2)

$
0
0
Tüm vaktini evde geçirince insan uzun uzun düşünmeye, eski günleri hatırlamaya başlıyor. "Şu yalan dünyaya geldim geleli/Tas tas içtim ağuları sağ iken" demiş Karac'oğlan, Cem Karaca da o gümbür gümbür sesiyle az dinletmedi bize gençliğimizde bunu. Tas tas ağu içmesek de şöyle bir düşündüm de bizim kuşak da az sınavdan geçmemiş. Neredeyse bebekken gerçekleşen 27 Mayıs İhtilali'ni haliyle hatırlamıyorum. Babam o gün beni omuzlarına alarak Kızılay'a gittiğini, dönüşte de bir seyyar satıcıdan oyuncak koltuk takımı aldığını anlatırdı. Olay hafızada sıfır ama koltuk takımı ile uzun zaman oynadım.

İlkokul 1 ya da 2 deydim, bir sabah okulun bahçesinden tatil diye geri çevrildik. Mesele neydi anlamadan eve-biraz da sevinçle-döndüğümüzde annemi ve anneannemi ağlar buldum. Meğer Talat Aydemir darbe girişiminde bulunmuş, annem de pilot teğmen olan kardeşinin başına da bir iş gelirse diye dertlere düşmüş. Söylemiş miydim bilmem ailecek kaygı katsayımız çok yüksektir. Olayın dayımla hiç ilgisi yoktu haliyle, mesele Talat Aydemir'in idamı ve o dönem Harbokulu öğrencilerinin okuldan uzaklaştırılmasıyla sona erdi, bizim evdeki sonucu ise hamile olan annemin o üzüntüyle bebeğini kaybetmesi oldu. 

Sanırım lise 1'de idim, bu defa kolera salgını başladı. Ertesi gün tatil olacak diye sevinerek aşı kuyruğuna girdiğimizi, kimya öğretmenimizin hastalıktan korunma konusuna bir dersi ayırdığını, eve gelen sebze ve meyveleri sabunla yıkadığımızı, suları kaynattığımızı, Hac'dan dönenlerin zemzem sularının klorlandığını, hurmalara el konup yakıldığını hatırlıyorum. Yani salgına aşina bir nesiliz ama en azından o salgının aşısı ve ilacı vardı. 

Kolera salgını bitti diye sevinirken hoop 12 Mart muhtırası geldi. Öncesini ve sonrasını bizim kuşak gayet iyi hatırlar, gençler de eminim bir yerlerden okumuş, bazı dizilerden öğrenmişlerdir. Bir sürek avı gibi yaşandı o yıllar. Evler basıldı, kitaplar yakıldı, insanlar tutuklandı, işkence gördü. Hüseyin Cevahir ve Mahir Çayan'ın sığındıkları evde rehin aldıkları Sibel Erkan'ın kurtarılma faaliyetini henüz evlerimize girmediği için komşunun evindeki tek kanallı siyah-beyaz TV'den nefeslerimizi tutarak izlemiştik canlı yayında. Sibel Erkan'ın kurtarıldığı olayda Cevahir ölmüş, Çayan ise yaralı olarak yakalanmıştı. Hatırlamak bile istemediğimiz o berbat zamanların bir süre sonra daha da beter bir şekilde tekrar yaşanacağını henüz bilmiyorduk tabii.

Sonra 74 yılı ve Kıbrıs Barış Harekatı geldi. Karartma geceleri, ne olacağız endişesi, bu kez nakliye uçağıyla harekata katılan dayı için duyulan endişeler derken Türkiye BM kararlarına uyarak çıkarmayı sonlandırdı, lakin Cenevre Konferansı'ndan beklenen sonuç alınmayınca "Ayşe tatile çıktı". Bu 2. harekat emri için bir parolaydı ve Ayşe o zamanki Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in kızıydı. İlk harekat sonrası tatil için Amasra'ya gitmiştik, ikinci harekatın başladığını belediyenin yaptığı anonslarla öğrenip apar topar geri dönmüştük.

12 Eylül öncesi üniversite öğrencisiydim ve herhalde hayatımızın en mutsuz zamanlarıydı. MC hükümetleri gelip gidiyor, anarşi almış başını gidiyor, insanlar sokakta kurşunlanıyor, gece sokağa çıkmak cesaret istiyor, mahalleler politik görüşlerine göre ayrılıyor, geceleri mısır patlar gibi tabanca sesleriyle uyanıyorduk. Bir sabah da Hasan Mutlucan'ın tok sesiyle uyandık: "Yine de şahlanıyor aman kolbaşının kıratı". Sonrasını biliyorsunuzdur herhalde.

Ve yine bir bahar günü, 1986'da Çernobil Nükleer Santralı patladı. Radyoaktif serpintiler dört bir yana yayıldı, özellik Karadeniz çok etkilendi. Yetkililer TV ekranında muhtemel ki kaç zaman öncesinin çaylarını afiyetle içerek bizleri hiçbir ürünümüzde radyasyon olmadığına inandırmaya çalıştılar. Fındıklar ilkokul öğrencilerine dağıtılarak ziyan olmasının önüne geçildi, nasılsa kalp krizi gibi şakkadanak öldürmüyordu radyasyon. o dönemde henüz çok küçük olan çocuğuma eski tarihli süt bulmak için market market koşturuşumu, TV karşısında geçirdiğim dehşet dakikalarını, bahçeye bırakmadığım oğlumun balkondan aşağıda oynayan çocuklara "evinise gidin, evinise gidin, yadyasyon var" demesini hiç unutamam. Meğer daha da büyüğünü yaşayacakmışız. 

1. Dünya ve 2. Dünya Savaşlarını yaşamış kuşak kadar talihsiz değiliz belki ama 68 ve 78 kuşağı da şu dünyanın ve memleketin olumsuzluklarından yeterince pay aldılar diye düşünüyorum, bir de coronanın hiç gereği yoktu yani. 

İçinizi şişirdiğimin farkındayım ama bugünlerde de pek iç açıcı düşünüp yazamıyor insan. Yine de enseyi karartmayalım, evden zorunlu olmadıkça çıkmayalım, hijyene dikkat edelim, bir de 60 yaş civarına "Öleceksinizzzz" demekten vazgeçelim, çok genci cepten çıkarırız valla 😃

Şu raftakiler okunmak için sırada bekleyenler, arkalı önlü çift sıra dizilmişlerdir. Umarım coronanın ömrü hepsini bitirmeye yetecek kadar uzun değildir. Haydi kalın sağlıcakla...

Not: Bu arada 99 depremini unutmuşum, Ekmekçi bacım hatırlattı, Allah bir daha göstermesin diyerek bitireyim...


23 MART (CORONA GÜNLERİ 3)

$
0
0
Corona uyarısı verildiğinden beri her gün şu aşağıda fotoğrafını gördüğünüz yumurta süngerin kesiti gibi oluyorum:


Sabah en dip noktadan başlıyorum, Tanju Okan'dan "Her şey bir rüya olsa/Unutarak uyansam" ruh halime en uygun şarkı oluyor. Bir karış suratla banyoya gidip aynadaki sevimsiz hayalime dilimi çıkarıyorum. El, yüz, diş temizliği-ki bu aralar dişlerimden biri fena sızlamaya başladı, umarım başıma iş çıkarmaz-ardından lavabo, klozet temizliği, havlulara bakıp "Hımm, bu ıslanmış haydi makineye" monologundan sonra çayı koyup gündelik hayata başlıyorum. Sünger kesiti, el-yüz temizliği ve saç tarama işleminden sonra biraz insana benzeyen suratımla birlikte hafiften eğriyi yukarıya çekmeye başlıyor. O arada kız kardeş aradıysa hop onun avutucu gücü ve neşesiyle tepe yapıyorum. Füsun Önal'dan "Bunlar da geçer" giriyor devreye.  Endişe katsayımla iştahım ters orantılı olduğu için normalde bayıldığım kahvaltıyı bile alelusul yapıyorum, biraz peynir, üç-beş zeytin, yarısını bıraktığım bir dilim ekmek. O arada bilgisayarı açıyorum ve Twitter'e giriyorum. Hoop tepeden dibe kayarak iniyorum. Bazen öyle twitler okuyorum ki bir uzun hava paklıyor ancak: "Kara bahtım kem talihim, taşa bassam iz olur". Twitter'e tekmeyi basabilirsem WhatsApp'ı açıyorum. "Amaney!", corona bombardımanı, esprilisi, korkunçlusu, saçma sapanı, yorucusu, üzücüsü, mantıklısı, mantıksızı, on yüz milyon bin kere geleni, fake olanı üstüme üstüme geliyor. "Gidelim buralardan, dayanamıyorum" diye sesleniyor Nazan Öncel, haklı. Instagramın hatırı kalmasın diye bir uğruyorum, neyse orası nisbeten sakin, yurtdışı gezilerinin, şık sofraların, buluşma fotoğraflarının yerini daha çok kitaplar almış, bir de ev içi fotoğrafları. Güzel, burada biraz kalabilirim. Eğrim tırmanmaya devam ediyor, dudaklarımda Livaneli'den bir şarkı: "En güzel günler henüz yaşamadıklarımızdır". Çapkın Nazım'a bir selam çakıp elime bir kitap alıyorum. Eğrim bulunduğu yerde sabitleniyor. Haberler, dayanamayıp tekrar baktığım sanal medya, eş-dost yorumları eğrimi ya dibe indiriyor, ya tırmandırıyor. Sonunda kendimi yatağa atıyorum, "Uyku, biraz uyku, tek isteğim buydu" diye sesleniyor MFÖ, uyuyabilirsem ne ala. Sabaha aynı terane devam edecek nasılsa.

Bu sabah hayatımda çok önemli bir değişiklik yapıp kahvaltı bile etmeden markete gitmeye karar verdim, ne kadar erken, o kadar tenha. Caddenin karşısındaki markete gitmenin bu kadar merasim gerektireceğini biri bana söylese suratına suratına püskürerek gülerdim, nasılsa o zamanlar Corona belası yoktu. Önce market kostümlerimi hazırladım, balkonda bekleyen market ayakkabılarımı kapının önündeki paspasa kağıtla tutarak getirdim. Kolları erimiş, kapüşonlu eşofman ceketimi ve soluk eşofman altımı giydim. Bir cebime banka kartını ve anahtarı, öbür cebime poşetleri koydum. Maske bulma şansımız olmadığı için kenarı hafiften oyalı beyaz bir yemeniyi birkaç kat yapıp-corona günlerinde bile tarzım, kendimi seveyim-ağzıma ve burnuma bir güzel bağladım. Kapüşonu kafama geçirdim, banka soymaya-pardon markete gitmeye-hazırdım artık. Sokaklarda fazla olmasa da insanlar vardı, evet. Hatta birkaç dedeye de rastladım ama ağızları maskeli idi ve ellerindeki poşetten anladığım kadarıyla alışverişten geliyorlardı. Ne yapsın adamcıklar evde markete yollayacakları kimseleri yoksa. Markete girdim ve çok mutlu oldum, zira benden başka kimse yoktu. Alacaklarımın bir kısmından fedakarlık yapsam da epey yüklü bir alışveriş oldu, zira evdeki malzemeler tükenme aşamasına yanaşmıştı. Kasiyer kız eldivenliydi, "ne iyi etttin, keşke maske de taksaydın" dediğimde "eldivene bile müşteriler kızıyor, başkasının mikrobunu bizim eşyalara bulaştırıyorsun diyorlar" diye cevap verdi. "Pes!", aslında daha galiz bir laf söylemek istiyordum ama saraylı geçmişim engelliyor. Kız ölsün tabii paralarınızın pisliğinden, size dert değil nasılsa, o kadar titizseniz bir zahmet evinizde gerekeni yapın. Aldıklarımı evden getirdiğim yerli ve milli poşetlere yükledim ve en az 20 kiloluk bir ağırlığı her adımımda Corona'ya küfrederek eve kadar taşıdım, saraylı geçmişimi bile kaale almadım. Şu an sağ omuzum berbat ağrıyor. 

Ah ah, eve getirmekle iş bitse, kapıyı açıp ayakkabılarımı paspasın üstünde bırakıp poşetleri balkona taşıdım. Sonra ayakkabımı da balkona yolladım. Banyoya koşturup önce ellerimi "Happy birthday to you"şarkısını sonuna kadar söyleyerek yıkadım. Eh, WhatsApp'a onca mesaj geliyor, birini bari uygulayalım. Sonra üzerimde ne varsa makineye tıkıp ev kostümlerimi giyindim. Makineyi 60 derecede çalıştırıp ellerime eldivenleri geçirdim ve bir miktar çamaşır suyu katılmış su ile tüm paketleri silip balkona dizdim. Çekinmeyin, çekinmeyin deli demek serbest. Sonra da sebze ve meyvelerle üç saat sonra tekrar görüşmek üzere hepsini balkonda kaderine terkettim. Tekrar ellerimi yıkadım ve sonunda kahvaltıya oturabildim. 

Şu anda balkonda karantina sürelerini doldurmuş ambalajlı gıdaları yerlerine yerleştirmiş, sebze ve meyveleri bitkisel bazlı sıvı sabunla güzelce yıkayıp durulamış (hepsi kabuklu efenim, yerken soyacağız) olarak huzurunuzdayım. Doğa bizi resmen tek ayak üstünde cezaya kaldırdı dostlar, umarım gereken dersi çıkarabiliriz. Ve dilerim bu günler çok uzun sürmesin. Hepinizi dezenfektanla kucaklıyorum...

25 MART (CORONA GÜNLERİ 4)

$
0
0
Sanırım bu Cavit Efendi'yi tek parça olarak defetmeyi başarırsak sağlığımızdan sonra en büyük kazançlarımızdan biri de bloglara yaptığımız geri dönüş olacak. Zaten birkaç gündür kafa dağıtmak amaçlı yazıyordum ama dün bir challenge-biz ona aile arasında şalanj diyoruz-teklifi geldi Kanatlı Kedi blogundan. Her gün yazalım, ilerde bu günleri anımsar, neler yaptığımızı okuyup bazen güler, bazen gamlanırız mealinde bir nedenle, eh ben zaten niyet etmiştim, devam ediyorum. Haydi sizler de niyet edin, hem biraz kafa dağıtır, hem de blogları harekete geçiririz. 

Sanırım lise son sınıftaydım, üniversiteye hazırlık kursuna devam ediyordum, bu nedenle de haftada üç defa Ankara'nın meşhur "boynuzlu" tabir edilen troleybuslarıyla Kızılay'a gidip gelmem gerekiyordu. Bu gidiş gelişlerden birinde üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm bir gencin elinde ilgimi çeken bir kitap gördüm, karikatürize bir kapağı ve ilginç bir adı vardı: "Dünya Poturunu Çıkarıyor". 


Corona bütün dünyada yayılıp ülkemizde de resmileşerek bizi evlere kapattıktan sonra ilk aklıma gelen bu kitabın adı oldu, kendi kendime "Dünya poturunu çıkarıyor galiba" dedim. Yeni kuşaklar için "potur" dize kadar geniş inip, daha sonra daralan bir nevi pantolona verilen ad ve sanırım bu dönemde potur biz oluyoruz. Dünya biz insanları sarhoşlamış ya da yorgun bir adamın dinlenmek için kendini yatağa atarken yaptığı gibi tersine, düzüne bakmadan, özensizce fırlatıyor.  Haksız da sayılmaz yani, elimizden geleni yaptık yormak için koca mavi gezegeni. Umarım yorgunluğu çabuk geçer de poturunu münasip şekilde tekrar giyer.

Evde iki kişiyiz ama gariptir dışarı çıkılmayınca daha çok iş oluyormuş ya da cansıkıntısını gidermek için iş icat ediyoruz. Dün Ankara'dan geldiğimden beri katlayıp katlayıp üstüste yığarak minik bir dağa dönüştürdüğüm ütüleri hallettim. Hem ütüledim, hem güldüm. Çok özenli insanlarız, evin içinde bile ütüsüz asla giyemeyiz diye. Bırak ütülü giyinmeyi, eşofman, pijama dışında bir şey görmedi günlerdir sırtımız. Ütü masasını salona taşıdım, laptopu kanepenin sırtına yerleştirdim ve bir yandan ütülerken bir yandan "Dedemin Fişi" filmini izledim, ütü seansına da başka film gitmezdi zaten. Filmle senkronize olarak bitti ütü, marketten gelen suları balkona, giysileri de makineye attım, kısır yapmaya giriştim. Akşam yemeği olarak. Çoğu kişinin aksine karantina bizim iştahı kesti. Öyle börekler, çörekler, kurabiyeler falan yaptığım yok. Günlerdir ağzıma tatlı niyetine kahvenin yanında yediğim 1-2 minik lokum dışında bir şey girmedi. Sabah çok az kahvaltı, akşam normal bir yemek, arada bir-iki meyve. Hareket olmasa da belki birkaç kilo verebilirim bu süreçte. Harekete zaten Cevriye izin vermiyor. Ben de bugün sportif faaliyet olarak kuş biblolarımın tozunu aldım 😄


Paranoya ile tevekkül arasında dalgalanırken kendime her gün için halledilmesi gereken ufak hedefler koyarak aklımı başımda tutmaya çalışıyorum. Geri kalan zamanda da kitaplara sığınıyorum. Sizde durumlar nasıl?

26 MART (CORONA GÜNLERİ 5)

$
0
0
Hellö,

Dün akşamki bilim kurulu toplantısından iç soğutacak bir haber çıkmayıp iş kendimize dikkat edip hastalığa yakalanmayacağız moduna evrilince moralim bozuldu, keşke istemeyince virüs gelmese. Dona Flor'un ikinci kocasıyla nerede tanışacağını bile merak etmez oldum, kitabı bırakıp yatmaya gittim. Yorgan koruyucudur 😃

Sabahleyin de aynı moralle uyandım, aynadaki suratımdan nefret edip kahvaltı hazırlamaya başladım. Bu arada önce B12 spreyimi yere düşürüp başlığını kırdım, ardından da kırmızı pancar turşusunu dolaba koymaya çalışırken kapağı gevşedi ve o kıpkırmızı su tüm raflara yayıldı. Aynaya bakmadım, zira suratımı tanımayabilirdim bu süreçte. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak balkona çıktım. Karşı apartmanın ilk katında oturan çift balkonda şezlonglara yayılmış, karşılarındaki su sayacı tamirhanesi manzarasına bakarak çay içiyorlardı. İçeri girip kendi çayımı demledim, kahvaltımı hazırladım, su sayacı manzaram yoktu, bir film açıp karşısına geçtim. Aklıma İstanbul'da, Karaköy'deki kahvaltıya gittiğimiz dekorasyonu çok şık, fiyatları tuzlu ama manzarası oto yıkanan garaj olan mekan geldi. Vay canına bir zamanlar bırak evden çıkmayı, şehirlerarası bile gidip dışarlarda kahvaltı falan edebiliyormuşuz. Milattan Önce miydi?  

Filmin adı "Saklı". Başrollerinde İlhan Şeşen, Türkü Turan ve Settar Tanrıöğen vardı. Fena değildi, Settar Tanrıöğen'in oyunculuğu ise her türlü takdiri hakediyordu. Filmin ortasında kızkardeş arayıp beni biraz parpıladı ve moralimi düzeltti. O moralle film bitince gündelik sportif faaliyetlerimi yaptım. Bugünkü iki tane idi: 1- Mutfak kapısının camını silmek. 2-Terracotta obje koleksiyonumun tozunu almak. 


Var ya, aslında ev işlerinden nefret ederim, evde kalınca kafa dağıtmak için bahane olarak gündelik ufak işler yaratıyorum. Taksit taksit düzene sokarım böylece, hem de vakit geçer. Sırada çekmeceler, dolaplar, kışlıklar, yazlıklar falan var. Nasılsa bu Cavit daha kolay kolay gidecek gibi görünmüyor, keşke bir an önce çekip gitse, ben pis ve pasaklı yaşamaya razıyım. 

Sokaktan çilek satıcısı geçti, kasa kasa çilekleri yüklemiş kamyonete, ellerine eldivenleri takmış satıyordu. Pek rağbet eden olmadı, sadece tam karşımızdaki dairede oturan yaşlı hanım sepet sallayıp bir kilo aldı, sanırım reçel yapacak. Dün de domatesci geçti, onun eldivenleri siyahtı, lakin "3 kilo domates 20 lira" diye bağırırken elini boru gibi yapıp ağzına tutuyordu, oh bol tükrüklü, bol mikroplu. İnanmayacaksınız ama evvelsi gün de minibüsle "Hanımların dikkatine" geçti. Corona günlerinde en büyük sıkıntı evlerdeki paspas kenarı, yolluk kenarı, halıfleks kenarının overlokları olsa gerek. Sırada Taşköprü sarmısakçısı var ama o geçmese iyi olur, zira çok kızgınım. Henüz bu virüs telaşı başlamadan Taşköprü lafını duyunca kocayı apar topar indirip aldırmıştım. Hemen hemen hepsi küflü ve nemli çıktı, sarmısaklar da kesinlikle Taşköprü değildi. Tamamı çöpe gitti. 

Eh bu kadar gevezelik yeter, hazır ruh eğrisini biraz yukarı çekmişken gidip şu Dona Flor ve ikinci kocasıyla ilgileneyim de bitsin artık bu kitap. Pek süründü elimde. Virüs cümlemizden uzak olsun...

27 MART (CORONA GÜNLERİ 6)

$
0
0
Madem söz verdim, gün bitmeden yetişeyim. Akşam haberlerine kadar zor bela topladığım moralim haberlerden sonra yer ile yeksan oluyor. Neyse geçelim bu konuyu...

Bugün Dünya Tiyatrolar Günü idi. İptal olan biletlerim arasında bir de tiyatro bileti vardı ama şimdi o kadar uzak geliyor ki, sanki en son oyunumu milattan önce izlemişim gibi. Oysa Ankara'da sezonda oynanan oyunların neredeyse yarısını izledim o koşturma arasında. Tiyatroyu seviyorum, iyi tiyatroyu daha çok seviyorum. Gençliğimin Devlet Tiyatrosu oyuncuları olağanüstü idiler, açıkcası bu sezon izlediğim oyunlardan çok azını oyunculuk açısından yeterli buldum. 

İlk tiyatro deneyimimi yaşadığımda 8 yaşındaydım. Komşumuz Zehranım teyzenin on çocuğu vardı, çoğu evli barklı idi ama yanında yaşayanlardan biri-en küçüğü-yaşıtımdı ve ayrıca yine yaşları bana yakın arkadaş olduğum torunları vardı. Bir gün kapı çaldı ve ailenin bir nevi reisliğini yapan büyük oğullarından biri-ki o da babamın yakın arkadaşıydı-ertesi gün kardeşini ve yiğenini tiyatroya götüreceğini, ellerinde fazla bilet olduğunu ve benim de gelmemi istedi. O gece heyecandan uykum kaçtı, sabah erkenden kalkıp oyunun vaktini sabırsızlıkla bekledim. Sonra hep birlikte yola düştük, neyle gittik hiç hatırlamıyorum ama Küçük Tiyatro'nun şahane salonunu hayranlıkla seyrettiğimi iyi hatırlıyorum. Oyunun adı "Peter Pan"dı. Sonradan kitabını da okuyup çok seveceğim Peter Pan'ın "Tinker Bell" olan perisinin adı "Çın Çın Zil" diye Türkçeleştirilmişti. Gugıl'da oyuncular kimdi, bulabilir miyim diye küçük bir arama yaptığımda Cihan Ünal ve Mümtaz Sevinç'in adına rastladım, kimbilir ne kadar gençtiler.

Tiyatro o ilk çocuk oyunuyla kalbime girdi ve bir daha da çıkmadı, dilerim şu günleri umduğumuzdan çabuk atlatırız da yine salonlara döneriz. 

Bu sabah babama telefon etmek için ara tuşuna bastığımda sesi ve diksiyonu babama benzemeyen biri "Merhaba" dedi. Bir an ödüm koptu, telefonu başka biri açtı sandım, meğer Ali Poyrazoğlu imiş, bize "evde kal" diyecekmiş. Konuştu da konuştu. Babam da telefonu açmadı zaten. Tekrar aradığımda bu defa baygın mı, sarhoş mu olduğunu anlayamadığım bir ses "Merhaba" dedi, meğer o da M.azhar A.lanson'muş. Arkadaşlar derdiniz ne? Telefon operatörleri, niye vaktimizi alıyorsunuz, belki acil bir durum var, niye uzatıyorsunuz. Zaten aklı başında insan evinden çıkmıyor, gerisini de ancak karantina kararıyla oturtabiliriz evde. Meğer bu serinin Hülya Avşar'ı ve Murat Boz'u da varmış, neyse ki onlara denk gelmeden uygulama kalkmış.

Bilgisayardaki fotoğraf albümlerini şöyle bir kurcaladım da geçen yıl bu günlerde arkadaşım ziyarete gelmiş ve bana bahçesinden bir kucak dolusu leylak getirmiş. Bu yıl leylaklara da hasret kalacağız belli, şuraya bırakayım da ara sıra bakar mutlu oluruz:


28 MART (CORONA GÜNLERİ 7)

$
0
0
Bugün de yazmayıvereyim demiştim ama caydım, madem söz verdik yapacağız, iki satır da olsa bir şeyler bırakayım şuraya.

Sabah yine banka soyguncusu kıyafetlerimi giyip adeta işkenceye gidiyormuş gibi fırına ve markete gittim. Fırından yüklü miktarda ekmek alıp eve bıraktıktan sonra markete geçtim. Sokaklar boştu, tek tük insanlar, ellerinde poşetle alışverişten dönüyordu. Markette ise benden başka kimse yoktu neredeyse ama ürün boldu çok şükür, birkaç parça eksiği tamamlayıp eve döndüm. Berbat terletti beni o maskemsi tülbent ve kafaya geçirdiğim kapüşon. Poşetleri balkona, üstümdekileri çamaşır makinesine, kendimi de duşa attım. Kendim şu an bilgisayar başındayım, ekmekler bir süre fırınlandıktan sonra buzlukta, poşetler ise hala balkonda. Yarın silinip temizlenip içeri alınacaklar, evi de bir elden geçirmek lazım. Eve kapandığımızdan beri işler üredi mi, yoksa devamlı içerde olduğumuzdan gözümüze mi batıyor bilemedim. Sürekli bir yerleri silip temizleme modundayım. Başkaları gibi mutfak işiyle çok aram yok, günlük yemeği yapıyorum tamam. İnsanlar ekmek, pasta, kek, poğaça, Allah ne verdiyse yapıp yapıp yiyorlar, pardon da bu kadar unu nereden buluyorlar acaba? Sanırım kış başında çuvalla stoklamışlar. Benim evde en fazla bir paket un olur, o da çoğu zaman bayatlar bitmeden. 

Dün gece aşırı derecede TV ve sosyal medyaya maruz kalınca sıkıntılı girmiştim yatağa, uzun süre de uyuyamadım. Öyle olunca sokağın ve evin sesleri daha bir net duyulur oldu. Alt kat komşumuz aşırı yüksek sesle TV izliyor mesela, öyle ki sesin içerden geldiğini düşünüp "TV'nin sesini kıs" demek için kocanın yanına gittiğimde adamcağızın ancak duyulur bir sesle izlediğini görüp utandım. Üst katımızdaki öğrenciler okullar kapanınca memleketlerine gittiği için ses belli ki aşağıdan geliyor, zaten bir süre sonra TV kapandı, öksürük ve horultu sesleri gelmeye başladı. Duymamak için yorganı tepeme çeksem de takıntı yaptım, iyice uykum kaçtı. Derken yağmur başladı, alt katın panjurlarına şiddetle vurup takırdayan damlaların sesini dinledim bir süre de. Sonra daha beteri oldu, iki haftadan beri aralıklarla tabanca atmayı adet edinen biri türedi mahallede. Mısır patlatır gibi havaya ateş ediyor gece yarısı. Sokağın sonundaki apartmanlardan birinin altında dernek kisvesiyle çalışan bir kumarhane var, muhtemel ki oranın müdavimlerinden biri. Artık kazanınca mı patlatıyor silahı, kaybedince mi bilemedim ama defolup gitse memnun kalacağız mahallecek. Buzdolabının buz kırma sesleri, tek tük geçen araçların sesleri derken uyumuşum. 

Dün Dona Flor'la vedalaştım, ikinci kocasıyla olan maceralarını okumaktan vazgeçtim. Jorge Amado'yu severim ama bu kadar detay, bu kadar gereksiz uzatmaya tahammül edemedim şu sıkıntılı dönemde. Kısmet olursa belki ilerde kaldığım yerden devam ederim. Şimdi elimde Lale'nin Bahçesi'nin hediyesi olan "Bundan Sonra Her Şey Biziz" isimli kitap var ve başlarda olmama rağmen oldukça iyi gidiyor. 

Eh, iki satır dedim yazdım da yazdım. Ben kitabıma döneyim, hoşça kalın, evde kalın...

Not: Arşivi karıştırdım da 2 yıl önce bugün Antalya'da kitabımın imza gününü yapmışız. O gün aklımıza gelir miydi acaba eve hapis kalacağımız ve bu belirsizlik. Dileyelim tez bitsin...


29 MART (CORONA GÜNLERİ 8)

$
0
0


Görsel: Buradan

Afife, bilmiyorum nerelerdesin, hala hayatta mısın, acaba senin aklında da benimle ilgili ufak tefek bir şeyler kaldı mı? Mecburen evde kaldığımız şu günlerde kaygıdan gebermemek için zihnimi başka yönlere kaydırdığımda ilk aklıma gelenlerden biri sen oldun. Tuhaf aslında, onca yıl geçti, beraber olduğumuz günleri toplasan iki yılı bulur muyuz, sanmam, keşke daha çoğunu bulabilseydik. 

İlkokul ikinci sınıfta keşfetmiştim sınıftaki o narin, sarışın kızı, dalgalı saçları omuz hizasında, sakin, sessiz. Benim gibi yerinde duramayan, hele okulda iyiden iyiye kişilik değişikliği gösteren bir zıpırın tam tersiydin. Daha ne oluyor demeden arkadaş olmuştuk bile. Karmakarışık bir sınıftı bizimki, henüz kolejlerin, özel okulların esamisinin okunmadığı zamanlardı, bildiğimiz en dişe dokunur özel okul TED Koleji idi, o da bize dağlar kadar uzaktı. Hatta lisede falan dersler ağır gelip de küçük, butik kolejlere kaçan arkadaşlarla dalga geçerdik "tembel" diye. Babasının maddi durumu iyi olanlar da, öğretmenlerin çocukları da, müstahdemin oğlu da, bizim gibi memur çocukları da aynı potanın içinde eriyip kaynaşmıştık. Zaten kimse kimsenin ne babasının ne iş yaptığını bilirdi, ne de memleketini. Biz aynı sınıftaydık, arkadaştık o kadar. Baban ne iş yapardı bilmiyorum ama çocuk ruhumla bile hissettiğim, arada bir okula uğrayan o uzun boylu, senin gibi sarışın adamın insana güven veren yüz ifadesi bugün bile aklımda. Teneffüslere birlikte çıkar olmuştuk, kolkola girip benim sınıfın penceresinden resmini yapmaya çalıştığım 6. Durak Camii'ne bakan bahçede turluyor, "önümüze gelene bir tekme" oynuyor, ip atlıyor, kimi zaman o günkü ödevleri birbirimize tekrarlıyorduk. Bir gün bir teklifte bulundum, "Okul çıkışı bize gelsene?". Hiç ikiletmedin. "Tamam" dedin, çok şaşmıştım evden izin almadan, kendi iradenle bize gelmeye karar vermene. Kimbilir belki de annen çalışıyordu ve okul sonrası evde yalnızdın, onu bile bilmiyormuşum bak. Son ders zili çalar çalmaz çantaları kaptığımız gibi bize yollanmıştık. Yolda bahçe çitinde kuzukulağı sarmaşığı olan evin önünde durup birkaç ekşi yaprağı ağzımıza atmış, gülüşerek devam etmiştik. Bir şeyler yedik sanırım ve sonra bizim evin meşhur yüksek divanına tırmanıp hem sokağı seyretmeye, hem sohbet etmeye başladık. Yüksek divan deyince bilmeyenler vardır, sosyal konut olarak yapılan sitemizde her katta 6 daire vardı ve hepsinin dış kapısı aynı uzun, ortak balkona açılıyordu. O yüzden balkona bakan odanın ve mutfağın pencereleri biraz yüksek ve eni geniş, boyu kısa tutulmuştu. Lakin apartmanda yaşayanların çoğu ailenin kadınları çalışmıyordu ve ev işlerini bitirdiklerinde en büyük zevkleri ana caddeye bakan bu pencerenin önüne oturup gelen geçeni seyretmekti. Panoramik bir açısı vardı üstelik, lakin pencereler neredeyse tavana yakın olduğundan babam ve diğer ev sakinleri ahsaptan, yüksek sedirler çaktırmış ve dışarıyı görme imkanı sağlamıştı. Önce bir sandalyeye basar, sonra hayli geniş, neredeyse bir cumba özelliği taşıyan sedire çıkıp otururduk. Çocuklara oyun alanı, iki-üç komşuyla sınırlıysa büyüklere de sohbet mekanı olurdu. Aynısından bir başka blokta anneannemin de vardı, sanırım anneannemin uzun yaşama sırlarından biridir bu yüksek divanlar. Eline çabuk ve hareketli bir kadındı, tüm yemeklerini o sedirde yer, gün boyu da oradan dışarıyı gözlerdi. Yalnız oraya çıkabilmek için önce duvara dayalı bir sandalyeye basar, sandalyeden yanındaki masaya geçer, masadan da sedire çıkardı. Her öğün yemeğini küçük, bakır sinisine yerleştirir, siniyi sedire koyar, sonra kendisi çıkardı ve her bitirdiği tabağı yemeğin tamanının bitmesini beklemeden aynı işlemleri yaparak mutfağa götürüp geri gelirdi. Bir nevi spordu onun için. Çok küçükken o yüksek divandan tepeüstü düşmüşlüğüm vardır, hala başımın arka tarafında o düşmeden yadigar bir sivrilik taşırım. 

Afife, kusura bakma bu yüksek divan meselesini açıklamadan olmazdı. İşte o gün o yüksek divandaki sohbetimiz bitince sen toparlandın ve eve gitmek için ayrıldın. Divana tırmanıp arkandan baktım ve birdenbire ağlamaya başladım. Neden mi? "Ya yolda başına bir şey gelirse, ya araba çarparsa" diye, ağlamanın boyutunu abartmış olacağım ki sesime annem geldi, "Hayrola?" dedi, "Ya Afife'ye yolda bir şey olursa" dedim. Annem pratik bir kadındı, kuru gürültüye pek pabuç bırakmazdı, "Allah akıl fikir versin" deyip mutfağına geri döndü. Kaygı düzeyim o zamandan tavandaymış demek ki Afife, ertesi gün seni okulda sağ salim görünce derin bir nefes almıştım. 

Okumayı çok severdim, babam da gücünün yettiğince beni mahrum bırakmazdı kitaplardan. Hürriyet Gazetesi'ndeki "Güngörmüşler" ve "Fatoş"un hastasıydım. Bunların arasıra ciltli kitapları çıkardı, babama aldırmış, birkaç kez okumuş, yetmemiş boyamış, yetmemiş okula götürüp biraz da hava atmıştım. Sen de okumak istedin Afife, çekinerek ricada bulundun. Hemen verdim, en iyi arkadaşım değil miydin? Aradan günler geçiyor ama kitaplar bir türlü geri gelmiyordu. O zamanlardan kitap konusunda belirgin bir titizliğim ve cimriliğim varmış. Sonunda dayanamayıp "Hala okumadın mı?" diye sormuştum da ıkınıp sıkınmış, sarışın yüzün kızarmış, "Tamam getireceğim" demiştin. Ertesi gün elinde benimkiler değil ama iki farklı çizgi roman cildiyle çıkıp gelmiştin. Meğer küçük kardeşin yırtmış, babana yenisini aldırmışsın. Kendimi hala ayıplarım Afife o kitapları kabul ettiğim için ama itiraf edeyim yeni maceralar okuyacağım için de sinsi bir sevinç duymuştum. Beni affet e mi, çocukluğuma ve okuma aşkıma ver.

Sonra bir gün geldin ve şöyle dedin: "Biz yarın taşınıyoruz". "Hadi ya, nereye?" dediğimde, "başka bir şehre" diye cevapladın. İnanmadım biliyor musun? Aklım almadı daha doğrusu, insan bunu bir gün önce mi söyler, şaka yapıyorsun sandım ama ertesi gün sen yoktun, daha sonraki günler de. Doğru dürüst vedalaşamamıştık bile Afife, hayal gibi kaybolup gittin, o ince, narin varlığına yakışır şekilde.

Çok sık aklıma düşüyorsun Afife, acaba arkadaşlığımız sürseydi aynı yakınlıkta olur muyduk? Yollarımız taban tabana zıt rotalara mı çevrilirdi bilemiyorum ama sen benim için çocukluğumun en güzel anılarından birisin. Keşke bu yazıya denk gelsen de bana bir ses versen Afife Karabulut...
Viewing all 1494 articles
Browse latest View live