Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1498 articles
Browse latest View live

28 ŞUBAT (VE FİNİTO)

$
0
0

28. Bugün meydan okumanın son günü, neler oldu, koca bir ay nasıl geçti, meydan okuma nasıldı merak ettim..

Cüce de olsa koca bir ayı hem de her gün yazarak bitiriyoruz. Blogların ilk yılları için gayet normal bir şeydi bu, hemen herkes her gün yazardı zaten, hatta bazen günde iki kere. Son zamanlarda ise blog yazmayı onca seven ben bile aksatmaya başlamıştım. Bu meydan okuma vesilesiyle eski günlere dönmüş gibi olduk, pek de güzel oldu. 

Soruların bazılarını kolaycacık, bazılarını oldukça zor, bazılarını ise pek sevmeden cevapladım ama ödevimi hiç aksatmadığım için kendimle gurur  duyuyorum. Öncelikle soruları hazırlayan ve meydan okumayı başlatarak bizleri o eski, hareketli blog günlerine döndüren Ezgissimo'ya, sonra da katılan tüm arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Hepsini okuyamamış, yorumlayamamış olsam da kalbim onlarla birlikteydi. Yeni meydan okumalarda buluşmak dileğiyle takipçilerime de ayrı bir teşekkür. Bu leylaklar sizler için:




4 MART (ŞUBAT OKUMALARI)

$
0
0
"Mart diye bahar geldi" demiş bir şiirinde Yılmaz Erdoğan. Gelip gelmemekte sanki biraz kararsız, cuma ve cumartesi gerçekten bahar havası yaşadık ama gece öyle bir yağmur indirdi ki şimşekler, gökgürültüleri, "Amman" dedik "bahar geri gitti, yarın Runatolia koşusu nasıl olacak?". Gel gör ki sabah yağmur dinmiş, hava bulutlu idi, öğleye doğru da güneş çıktı. Belli ki bahar kapris yapıyor. Zaten ağaçlar çoktan çiçeklendi de yapraklar bile çıkmaya başladı. Baharı bekleyen kumru modunda Şubat ayında okuduklarımı paylaşayım istedim bugün. Ocaktaki eksiklerimi tamamlamak için var gücümle okudum bu ay, yılın 21. kitabını yarılamışken Mart geldi. Şimdi neler okumuşum bir görelim:
 

-Şubatın ilk kitabı Hernan Ronsino'nun kaleme aldığı "Raydan Çıkan Trenler" oldu. İflah olmaz bir trenkolik olduğum için adına aldandım mı desem, ne desem bilemedim. Arjantin'de geçen bir olayın dört farkli kişinin ağzından anlatıldığı ve sonunda çözüme ulaştığı bir öykü bu. İlginç olan benim dışımda pek çok kişinin olumlu eleştiri vermesi ama ben sevemedim...


-Kısa bir süre öncesine kadar Milliyet gazetesindeki köşe yazılarıyla tanıdığımız Gökçer Tahincioğlu'nun kitabı "Mühür" bir Türkiye anlatısı adeta. Tarikatlar, din istismarı, kayıp çocuklar, çıkar ilişkileri, bağnazlık akıcı bir anlatımla okuyanı sürüklüyor...


-Benim kitabımın da çıktığı Ayizi Yayınevi'nin yayın hayatına son vermeden evvel piyasaya sürdüğü son kitap "Kural Tanımayan Bir Moda Kılavuzu". 21 yüzyılın beden politikaları ve modaya bakışı feminist bir yaklaşımla ele alınmış. Meraklısı için iyi bir rehber. Yanında bonus olarak da fotoğraftaki şahane "Yazmaktan Vazgeçme" posteri var...


-Dizelerin efendisi Şükrü Erbaş'ın son şiir kitabı "Otların Uğultusu Altında" ve her zamanki gibi çarpıcı ve oldukça hüzünlü...


-Bu ayın en severek okuduğum, en etkilendiğim kitabı oldu Kemal Varol'un "Aşıklar Bayramı". Baba-oğul hesaplaşmasına dair bir kitap bu ama insan okurken kendi ile de hesaplaşıyor bir yandan. Adeta hüzünlü bir türkü idi, ezgisi uzun süre yüreğimde duracak...


-"Ece" bir çizgi roman serisinin 5. kitabı, günümüz çalışma hayatının, bir gazete ofisinde olup bitenlerin yansımasını görüyoruz Ece'yi anlatan karelerde. Eğlenceli...


-Albert Sanchez Pinol'un "Soğuk Deri"si oldukça ilginç bir okuma oldu benim için. Fantastik unsurların da yer aldığı kitap aslında gerçeği fantastik kılıfında vuruyor insanın yüzüne. Antarktika'nın ıssız bir adasına meteoroloji uzmanı olarak bir yıllığına giden kişiye adada arkadaşlık edebilecek fener bekçisinden başka kimse yoktur, o da bu işe pek gönüllü değildi. Zaten hiçbir geminin uğramadığı bu adada fener niye vardır, o da tartışılır. . Başlangıçta sakin görünen ada yaşamı da karanlığın çökmesiyle birden değişir. Farklı bir okuma deneyimi yaşamak isteyenlere öneririm...


-Hatice Meryem'in ilk kitabı "Sinek Kadar Kocam Olsun"dan bu yana sıkı takipçisiyim. Hafiften ironik dili ve akıcı anlatımını severim. "Yetim"yazarın son kitabı, anası-babası sağ olsa da yetim olabilme halini anlatan bir kız çocuğu var bu kitapta ki anlattıkları insanın içini üşütüyor. Yer yer korku filmi gibi geliyor insana okudukları. Tavsiyemdir...


-"Yalan Satıcısı" roman içinde roman gibi, bir yazım sürecini kahramanları içiçe geçirerek anlatıyor. Keyifli bir kitap, paragrafların içinde yer yer Nilüfer'e de rastlamak mümkün...


-Mine Söğüt'ün son kitabı "Gergedan"oldukça sert ama bir o kadar da gerçekçi bir kitap. Yer yer ürkerek okuyorsunuz, bu kelimeleri nasıl bulup yazdı diyerek hayran oluyorsunuz, keşke ben de böyle  yazabilseydim diye imreniyorsunuz, hasılı bir süre etkisinden kurtulamıyorsunuz. Kesinlikle okunmalı...


-Takipçilerim bilirler, polisiyeyi, özellikle de yerli polisiyeyi çok severim. Hele de yazarı kadınsa daha da çok ilgimi çeker. Nuray Atacık'ı da "Fener Balığı" ile tanımış ve tarzını ve kahramanlarını çok sevmiştim. İkinci kitabı "Bukalemun"da hem kahramanlarla hasret giderdim, hem de iyi bir polisiye okumanın keyfine vardım. İkinci kitap birinciyi sollamış diyebilirim. Polisiye sevenler kaçırmasın...


-"Tanrı Gözünden Irak"ı tercih sebebim Macar edebiyatına olan sevgimden kaynaklı idi. Lakin o sakin ama derinden havayı bu kitapta bulamadım. Küçük bir kasabada, öğretmen, papaz, diyakoz, doktor ve kasabanın diğer ahalisi arasında geçen bir öykü bu. Tüm bu erkek güruhu öğretmenin genç, güzel ve cilveli karısına ağızları sulanarak bakarlar. Kadın ilgi ve sevgi açlığıyla, küçük kasaba muhafazakarlığı arasında sıkışmıştır. İşin içine bir de yanlarında kalan lise öğrencisi yeğen girince işler iyice karışır ve dedikodu alır yürür. Doktorun öğretmene bilinçli olarak "Bay Bovary" diye hitabı kitaptaki en ironik nokta idi. Lakin anlatımdaki, yoksa tercümedeki bir şey mi kitabı zevk alarak okumamı engelledi. Kısacası tavsiyemdir diyemeyeceğim...


-"Koşarken Belli Olmaz"ı Goodreads'taki olumlu eleştirilere bakarak satın almıştım. Kitabın yazarı Burcu Arman'ın Instagram'da takipçisi olduğumu tesadüfen öğrendim (Beyaz Kadın Çatal Dilli). Bir ilk kitap olmasına rağmen son derece derdi toplu yazılmış, okurken insanı sürükleyen, ucu açık noktalar bırakmadan finale ulaştıran bir kitap olmuş. Gazeteci Nisan'ın ve komşusu Mutlu'nun öyküsünü siz de seveceksiniz, tavsiyemdir...


-Norveç edebiyatını ve özelinde Per Petterson'u çok severek okuyorum. "Reddediyorum" yazarın okuduğum üçüncü-ve en sevdiğim-kitabı oldu. Yıllar sonra karşılaşan iki çocukluk arkadaşının izleğinde geçmişe dönüyor ve farklı kişilerin ağzından olayları çözümlemeye başlıyoruz. Dostluk üzerine, aile ilişkileri üzerine, hayatın zorlukları üzerine, bezginlik üzerine sakin ve sade bir dille yazılmış nefis bir kitap, tavsiyemdir... 

Yeni kitaplarda görüşmek üzere...
 

11 MART (SEÇME SAÇMALAR)

$
0
0
Şubat'ta her gün yazınca yorulmuşum galiba, eski, haftalık rutinime döndüm. Bundan da fazla ara açmayayım da bir haftaya razıyım, dinimiz amin. Sakin geçeceğini umduğum ama inadına hareketli bir hafta geçirdim. Hava da bir güzeldi ki gel de, evde otur. Evden dışarıda ilk maceram az daha cerrahi bir operasyonla sonuçlanıyordu. Birkaç gün önce sabah uyandığımda gözkapağımda bir ağrı hisettim. Önce böcek, sinek falan ısırdı sandım ama baktım ki iltihap topluyor, birkaç kere pomad uyguladım ama kızarıklık geçmeyince haydi bir doktora göstereyim dedim. Özel bir tıp merkezinden randevu aldım, damla, merhem verir diye düşünüyordum. Danışmaya uğradım, makineye elimi öptürdüm, barkodlarımı aldım, üst kata, göz servisine çıktım. Oldukça kalabalıktı, aksilik heyet muayenesi gününe denk gelmişim. Mecburen oturup bekledim, beklerken Max Aub'dan Karga Jacobo'nun yazdıklarını okudum. Sonunda çağrıldım, derdimi anlattım, gözkapağım ters çevrilip aletle bakıldı ve doktor yüzüme karşı idam hükmümü okudu: "Kist oluşmuş burada, ilaçla dağılmaz, cerrahi müdahale yapacağız". "Honk!" ve de "Zonk!". Ben daha ağzımı açamadan "10 dakikalık bir işlem, küçük bir kesi yapıp alacağız kisti, hemen yaparız isterseniz" dedi. Hediyesinin 450 lira olduğunu da cümle içinde belirtti. Hediyesine biçilen pahadan vazgeçtim, ilaç almak için geldiğim yerde kesilmek biraz içime oturdu. "Şeyy" dedim, "ben bir kocama danışsaydım". Kocam demedim tabii, deplasmanda çok kibar bir insanımdır, eşim diye bahsettim kendisinden. Böyle derken de kendimi çok kılıbık hissettim, "kocama danışayım, yoğusam kızar bana". Niyetim 450 liradan ve kesilme olayından kırmak. Gözkapağım çok kıymetli, rastgele kestirir miyim yahu! "İyi" dedi kesici bey bozuk bir ifadeyle, "danışın bakalım kocanıza-pardon eşinize". Merdivenleri üçer-beşer inip kaçacaktım ama Cevriye izin vermedi, ağır ağır indim bu merdivenlerden, eteklerimde olmayan bir yığın yaprak, ve bir zaman baktım hastane binasına ağlayarak. Ahmet Haşim'e bir selam yollayıp kırdım kirişi. 

Haftasonuna kadar kesmeyi sevmeyen bir doktor arayışına girdim. Kimini ben beğendim eş-dost önermedi, kimini eş-dost önerdi, ben beğenmedim. Malum sütten ağzı yanan dondurmayı-yok yav o yoğurt olacaktı-üfleyerek yer. Neyse sonunda birinde anlaştık ama maalesef randevu ancak bugüne verilebildi. Sonuçta yoğun bakımlık bir durumum yoktu, bekledim. Sabah belirlenen saatte hastanenin yolunu tuttum, yine makineye elimi öptürdüm, evraklarımı aldım ve çıktım önerilen kata. Beni genç bir hemşire hanım karşılayıp öncelikle göz tansiyonumu ölçmek üzere aletin önüne oturtturdu. Alet bir-iki kez suratıma tükürdükten sonra sırayla gözlerime de tükürdü. Sıkıntılı bir durum olmadığını anladık. Doktor belirlenen saatten biraz geç gelince Karga Jacobo'un kalan kısmını da okuyup bitirdim. Kısmetsiz bir karga imiş bu Jacobo, zaten anlattığı yer toplama kampı idi, anlattıklarını okumak da hastane köşelerine nasip oldu. Jacobo'nun son sözlerini okuduğum sırada sıram geldi, girdim içeri, derdimi anlattım. Kist oluştuğunu, daha önce bir doktor arkadaşın kesim yapmak istediğini söyleyince adamcağız şaşırdı. "Kist falan yok burada" dedi, ben ısrarla tekrarlayınca bir kez daha baktı ve yine bir şey göremedi. Meğer gözüme 450 lira kaçmış, onu çıkaracakmış önceki. Antibiyotikli bir damla yazıp sıcak pansuman önerdi, gelmişken bir de ihtiyacım olmasa da yakın gözlüğü istedim, onu da reçeteledi sağolsun, gayet kibarca vedalaştık. Vay canına sayın takipçilerim neredeyse hem gözden, hem cüzdandan olacağıdık, direkten döndük. 

Göz meselesi hallolmayı beklerken ben arkadaş buluşmaları, kuzen görüşmeleri, Kadınlar Günü kutlamaları, konser dinlemeleri, belgesel izlemeleri yapıp durdum. Bol bol taksiye, az az otobüse bindim, daha da az yürüdüm, malum Cevriye tetikte. Taksicilerle mecburiyet sohbetleri ettim, dalgın dalgın camlardan baktım, mağaza isimleri okudum. "Rotterdam Tattoo Piercing" yazısını "Rotterdam tatlı pirinç" anlayıp, "Hollanda'da pirinçler tatlı oluyor galiba"diye düşündüm, Kadınlar Günü yürüyüşü ertelendiği için kapanan yollar nedeniyle bindiğim taksiden yarı yolda inip normalde gideceğimden daha fazla yürüdüm. Fotoğraf tabettirmeye girdiğim fotoğrağçı tab yaptırdığım için beni kutladı, "ilerde torunlarınız bakar bu fotoğraflara" diyerek henüz doğmamış torunlarım için bir şey yaptım duygusuyla gururlanmama sebep oldu 😃 Dün bindiğim otobüs feci halde sucuk kokuyordu, önce elinde poşet olan tüm yolculara nefret dolu bakışlar atıp günahlarını aldıktan sonra şoförün elindeki aile boyu sucuklu tostu farkettim. Öyle böyle değil, neredeyse bir bütün ekmeğin içinde muhtemelen bir kangal sucuktan oluşmuş tostu yol boyunca direksiyonlu elleriyle yiyip dünyadaki bütün sucuklu tostlardan tiksinmeme sebep oldu. Her yuttuğu sucuk lokmasından sonra da telefondaki kişiye cevap verdi. Haybeye yaşıyoruz bu memlekette biz, sürücümüz sucuklu tost yerken biz çalkalana çalkalana yol aldık otobüsün içinde. Önceki yıllardan birinde direksiyona serdiği gazeteyi okuyan belediye otobüsü şoförü de görmüştü bu gözler, sucuklu tost ne ola ki. 

İyi şeyler de oldu tabii ki, Opera Sahnesi'nde "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" nedeniyle düzenlenmiş harika bir konser izledim. Hakan Aysev, Meriç Karataş, Emel Öziş ve Pınar Tekol'un sahne aldığı gösterim tek kelimeyle nefisti.




"Dünya Emekçi Kadınlar Günü"müzü de arkadaşlarla birlikte emekli emekçiler olarak kendimize çektiğimiz bir ziyafetle değerlendirdik. 

Bunca şeyin üstüne artık dinlensem diyordum ki arkadaşım aradı ve yönetmen Bilge Olgaç anısına düzenlenmiş bir belgesel gösterimi ve söyleşiye katılmayı önerdi. Geri çevirmedim tabii ki, ardından da aşağıdaki manzaraya karşı çaylarımızı içtik:


Galiba biraz yorulmuşum, Cevriye uyarı verip duruyor. 2-3 gün gönlünü yapmayı planlıyorum. Hayli uzun bir yazı yazdım sanırım, burada keseyim, gidip 600 sayfalık tuğlamı okumaya devam edeyim. "Amerikana" nefis bir kitap, okuması uzun sürse de değiyor. Haydi kalın sağlıcakla, aman gözlerinize gözünüz gibi bakın 😃

13 MART (ÇAĞLALAR-FİLMLER)

$
0
0
Peynir almak için markete uğradım dün, pazar taşınalı beri sebze-meyve için de markete mahkum olduk. Gelmişken bir bakayım dedim manav reyonuna, aa çağla! Çıkmış, çıkar zaten turfandası bu ayda ama komik olan üzerindeki fiyat etiketi idi: 45 TL. Çağlalar da kabak çekirdeği boyutundan az halliceydi. Yolmuşlar resmen ağacı çağlalar büyümeden ki 45-50 liraya satabilsinler, pess! Yahu 15 gün bekleyin ölmediniz, köpeğine dök o zaman, üç kuruşa al, ye yiyebildiğin kadar. 

Turfanda çağlayı nerede görsem babamın kulaklarını çınlatırım. Hala severim ama çocukken daha da düşkündüm çağlaya, daha doğrusu tüm meyvelerin olgunlaşmamış olanına. Babam mesai dönüşü elinde küçük bir kesekağıdı ile girmişse eve benim için bahar gelmiş demekti. İsterse kar yağsın, baba eve çağla getirdiyse olay bitmiştir. Çok geçmez o küçük kesekağıtlarından bir tane daha gelirdi ki işte o zaman baharın geldiği tam anlamıyla kesinleşirdi: Can erik. Turfanda çağla ve can erik bence babaların kızlarına sevgilerini göstermelerinin en güzel yollarından biridir. Yaşasın babalar 💓

Çağla fotoğrafı bulamadım, çağlanın bebekliğini paylaşayım dedim 😋

İki gündür yağmur var şehrimizde, geçen hafta bahara alıştırınca pek hoşuma gitmedi haliyle bu durum. Üstelik pencerelerden hafiften su girme durumu sözkonusu olmuş ki bu da ekstra sıkıntı. Geceki gökgürültüsü ve sağanak öğleye doğru sakinleşince sinemaya gitmeye karar verdim. uzun zamandır fragmanı dönüp duran "Woman At War" bu hafta vizyona girmiş, film İzlanda'nın Oscar aday adayı imiş ama Oscar jürisine kendini beğendirip aday olamamış. Bindiğim otobüsün sürücüsü kadındı ve günlerdir ilk defa çalkalanmadan, her duruş kalkışta savrulmadan, sakin bir yolculuk yaptım. Yaşasın kadınlar 💓

Filme bayıldım. Yönetmeni kimdi, oyuncuların adı neydi derseniz yazamayacağım, çok zor. Ikea ürünlerine benzeyen isimler, öttür, döttür falan bir tuhaf harf dizimleri var ama oyunculuklar da, film de harikaydı. Çevre konusunda duyarlı bir aktivist olan koro şefi Halla İzlanda tabiatını sanayiinin yıkımından kurtarmaya çalışmakta, yüksek gerilim hatlarına müdahalede bulunarak elektrik kesimlerine sebep olmaktadır. Kendisini "Dağların Kadını" olarak tanıtıp endüstrinin başbelası haline gelir, hükümet güçleri tarafından aranmaya başlar. Tüm bunlarla uğraşırken uzun zamandır beklediği bir haber alır, evlat edinmek için başvurduğu kızçocuğu Ukrayna'da onu beklemektedir. Halla annelikle çevrecilik arasında kalmıştır, bundan sonrasını filmi izleyip görün derim, zira çok keyifli bir yapımdı. Film müziklerinin ezgi olarak değil de bizzat perdede, oyuncuların arkasında çalan üç kişilik orkestra ve üç Ukraynalı koro kadını tarafından gerçekleştirilmesi filmin en hoş unsurlarından biriydi. IMdb puanı 7,6 olan filmi imkanınız varsa kaçırmayın:


Bugünlük bu kadar, kalın sağlıcakla...

19 MART (FİNCAN)

$
0
0
Yenimahalle'deki evimizin merdiven sahanlığına bakan loş mutfağında bardaklara ve fincanlara ayrılmış bir raf vardı, diğerine göre daha minik, muhtemel ki babam yapmıştı. Dünya beceriklisi bir adamdı olgunluk çağlarında. O rafta zamanın genelgeçeri olan ufak, silindirik fincanların yanında tek başına, ayrıksı, kulpsuz bir fincan dururdu. Taban kısmı dar, yukarıya doğru lale gibi açılan bu fincan çocuk yaşımda ilgimi çeker, kahve içme izni çıktığı zaman-biliyorsunuz eskiden çocuklar kahve içince kararırdı-ilk kahvemi o fincanda içmeyi düşlerdim. Aile arasındaki ismi "Çağla Emmi'nin fincanı" idi. Çağla Emmi'yi zinhar hatırlamıyorum. İki ve üç yaşımı geçirdiğim, babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Konya-Karapınar'daki ev sahibimiz olduğu söylenirdi. Aslında Karapınar'dan bölük pörçük birkaç anım var; eve gelen misafirler o anda memurlar lokalinde olan, adıyla seslendiğim babamı sorduklarında "Bizim bey kulüp kuşu, kulübe gitti"şeklinde şımarmalarımı, evin önündeki taş yığını arasına saklanmış civcivleri ararken düşüp alnımda silinmeyen bir iz bıraktığımı, babamla birlikte çalışan Dr Osman beyin oğlu Sadık'la bakkala gidip kaybolduğumuzu-ki bu olayda Sadığın bakıcısı fena halde azarlanmıştı-babamın evin önündeki bahçeye attığı keçi gübrelerini zeytin sanıp yemeye çalıştığımı, Şahika diye bir arkadaşım olduğunu ve buna benzer birkaç şeyi daha hatırlıyorum. Gelgelelim Çağla Emmi tamamen silinmiş, fincanı var kendi yok. Hoş artık fincanı da yok ama bir erkeğe, üstelik de modern zamanlar bile değil, niye Çağla adı konur, yoksa Çağla lakabı mıydı, hep merak ederim. 

Çağla Emmi'nin ruhunu şadederek başladığım bu yazıya sebep aslında dün Instagram'da rastladığım fincanlı bir paylaşım, beni aldı, zihnimin derinliklerine soktu, neler neler bulup çıkardı. O dehlizlerde kaybolmadan yazıya dökeyim istedim. Çağla Emmi'nin fincanı bir anıydı sanırım, hiç kullanılmazdı, sonra da muhtemel ki taşınmalarda kırıldı. Benim kahve maceram ilkokulda başladı. Her akşam yemekten sonra babama kahve yapardım. Hâlâ Ankara'daki evde duran, tek fincanlık alüminyum bir cezve ile. Orta şekerli kahveyi babama götürdüm mü karşılık olarak her seferinde şu iki dizeyi alırdım: "Ehl-i keyfin keyfini kim tazeler/Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler". Sonra dayımın temin ettiği "Subay" sigaralarından bir tane yakar, okuyacağı kısma göre katladığı Cumhuriyet gazetesine dönerdi. Bir süre sonra, ülseri azınca bu ritüle fincana damlatılan 2-3 damla su eklenecekti. Güya telveyi dibe çöktürüp mideye daha az zarar verecekti. Tüm bu sunumlar evdeki sıradan fincanlarla yapılırdı ama benim aklım hep annemin büfede bir mücevher özeniyle sakladığı çeyiz fincanları ile porselen çay takımlarındaydı. Kalbimin sahibi şu fincandı:


O evden ayrılmadan bu fincanla hiç kahve içtim mi? Sanırım içmedim, başka fincanlar alındı, onlar kullanıldı, bunlar büfedeki ebedi istirahatgahlarında eskimeye terkedildiler. Onca özenle korunan bu fincanlardan üç tanesi şimdi benim evimde, birinin tabağı kırılmış yapıştırılmış, bir diğerinin fincanı çatlak ama ne zaman özel bir günde, özel bir sebeple kahve içmek istesem bunları kullanırım. O fincan biraz annem, biraz da onun gençlik hayalleridir. 

Bir de çay takımları vardır, porselen, incecik, çoğu kez yaldızlı, minnak çiçeklerle bezeli, fincanı, demliği, sütlüğü, şekerliği tam takım. Hemen her kızın çeyizinin olmazsa olmazı ve hiç kullanılmazı. İngiltere kraliyet ailesinin bir parçası olduğumuz için kızlarımıza fayf e klok ti zamanlarında servise çıkaracakları bu nadide parçaları vermezsek olmaz. Zaten millet olarak da çayımızı sütlü içeriz. Gel gör ki ben de bu takımlara meftundum, anneme yalvarırdım, pazar günleri bari kahvaltıda bu takımları çıkarsın diye. O sabahlarda "Yorganlarınızı sökün, çamaşır yıkayacağım" diye bağırarak bizi uyandıran annem uzaydan gelmişim gibi bakardı yüzüme, deterjan kokan, temizlik nedeniyle ayağa kaldırılmış, radyodan maç sesi yükselen bir evde porselen çay takımlarıyla kahvaltı, beklentimin yüksekliğine bakar mısınız 😃 Durum tam tamına "Çocukluğumun Soğuk Geceleri/Tezer Özlü" kıvamında oysa 😃 Kazara çay içmek için fincanlardan birini çaktırmadan alsam, "Kıracaksın, koy onu yerine" diye azarı işitirdim. Onlar da yukarıdaki fincanlar gibi-hatta onlardan daha fazla-dolapta yaşlandılar. Şimdi kalan ömürlerini benim dolaplardan birinde tamamlıyorlar. İşlevsiz eşyalara bayılıyoruz vesselam...

Anneannem ölümünden bir-iki ay öncesine kadar yalnız başına yaşadı, kimseye muhtaç olmadan. Evde bir şey eksik oldu mu emektar pardesüsünü giyer, başörtüsünü bağlar, meslerinin üstüne lastiklerini geçirir ve dördüncü kattaki asansörsüz evinden hiç gocunmadan merdivenleri inip alışverişe giderdi. Bazı kalemlerde çok titizdi; Mişmiş'ten yeni çekilmiş kahve, Et ve Balık Kurumu'ndan-ki buraya Et Gımısı derdi, diğer alışverişlerini yaptığı Gima'dan hareketle-et, Eyüp Sabri Tuncer'den limon kolonyası, Ulus'taki Hâl'den sucuk-pastırma ve her baharda semt pazarından sarmalık asma yaprağı. Kendisi pek kahve içmezdi ama kapıdan girene ilk ikramı olurdu. Daha eskilerde kahveyi çekirdek olarak alıp evde kavurduğunu, pirinç el değirmeninde çektiğini hatırlarım. Mis gibi bir kahve kokusu sarardı ortalığı. Anneannemi anımsatan üç kokudan biridir bu, diğeri sobanın korları üzerine maşayla uzatılmış sucuk ve benim nefret ettiğim ama O'nun bayıldığı Altın Damla Kolonyası.  Onun fincanları da tıpkı bizimkiler gibi merdiven sahanlığına bakan mutfağının küçük rafında dururdu. Ve yine muhtemel ki o rafı da babam yapmıştır. Aynı sitede farklı bloklarda ama aynı konumdaki dairelerde otururduk eskiden. Kiminin tabağı, kiminin kendisi çatlak, kullanmaktan sararmış, ayrı ayrı takımların parçaları, minik çiçekli küçük fincanları vardı. Ve poposu düz olmadığı için pişene kadar ocak üstünde lingirdeyen koca karınlı bakır bir cezvesi. Eşimle ziyaretine gittiğim yaz aylarında daima açık duran kapısından içeri girer girmez, "Haydi kahve yap" derdi, eşimin ilk iki harfini ölene kadar yanlış söylediği adını anarak. Koyu mavi yağlıboyayla boyanmış duvarların ve yine babamın eseri olan koyu mavi dolapların iyice kararttığı mutfakta, küçük bölümü bozulduğu için yanmayan ocağın kocaman alevinde, lingirdeyen cezveyi dengelemeye çalışarak pişirirdim kahveyi. Önünde önlüğü, elinden düşmeyen tesbihiyle arasıra yoklamaya gelirdi, "Nöördün, daha pişiremedin mi?" diye. 

Bir de tek sarı fincan vardı, ölene kadar küçük vitrinin camekanında kokusu uçmuş ama şişesi güzel Altın Damla kolonyaları, dayılarımdan kalma likör kadehleri, çay bardakları ve bazı kıymetli evrak ve fotoğraf arasında sergilenen. O fincanı ona Jale abla hediye etmişti. Kapı komşumuz, doğma büyüme İstanbullu, esmer güzeli Jale abla. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Bandosu'nun tamburmajörü, bir artist kadar yakışıklı Faruk abi ile evliydi ve benim hayatımda bir başkasına ait olup ancak bu kadar sevebileceğim bir çocuğun, sarışın, mavi gözlü, dünya güzeli Cem'in annesiydi. Bir kandil gecesiydi sanırım, anneanneme giderken onları da almıştık. Jale ablanın boş gitmeye gönlü elvermemiş, o sarı fincanı mavi olan eşinden ayırıp kendi vitrininden çıkarmıştı. Kalın seramikten, sapsarı bir fincandı. Anneannem muhtemel ki içinden "Nidiyim ben bunu?" diye düşünmüş, neyse ki belli etmemişti. Mevlut dinlemek için babamın "mısır makinesi" dediği kocaman antika radyosunu açarken fincanı da radyonun üstünde durduğu vitrine koyuvermişti. Koyuş o koyuş, o fincan anneannem bu dünyadan gidene kadar vitrindeki yerinden milim kıpırdamadı. Ölümünden sonra eşyalar dağılırken ne oldu bilinmez...

Fincan deyip geçmeyeceksiniz arkadaşlar, insana paragraflar dolusu yazı yazdırabiliyor. Ee, kahve mühim, 40 yıl hatırı var, hâl böyle olunca o kahvenin yerleştiği mekan da önemli oluyor. Haydi yapın kendinize en sevdiğiniz fincanla bir kahve, içerken de giden sevdiklerinizin ruhuna bir selam yollayın...

26 MART (KUAFÖR)

$
0
0


Bugün aylık angaryalardan birini daha yerine getirmek üzere kuaförün yolunu tuttum. Her daim sulanıp gübrelenen bereketli bir çayır gibi, olması gerekenden fazla uzayıp dibinden gelen natürelllerle aslını ifşa eden saçlarımı boyatmak için koltuğa oturdum. Kalfa saçlarıma kardığı boyayı sürüp beni suratına çorap geçirmiş bir banka soyguncusuna benzeterek başka bir müşteriye yöneldi, ben de yıkama zamanı gelene kadar ömrüm boyunca hayatıma karışmış kuaförler hakkında tefekküre daldım. 

Kuaförde vakit geçirmeye bayılan biri hiç bir zaman olmadım, hatta uzun yıllar saç kestirmek dışında kapısından içeri bile girmedim diyebilirim. Bunda saçlarımın bir pırasa kadar düz olmasının ve tıpkı bir şampuan reklamının sloganındaki gibi "yıka ve çık" moduna uygun olmasının etkisi tartışılmaz. Çocukluğumda annemle birlikte giderdim kuaföre, annemin de benden çok farkı yoktu, özel günlerde "mizanpli", bazen de "ondüle" yaptırmak ve saç kestirmek dışında pek uğramazdı. En çok evimize yakın olan "Çinçi Kuaför"e takılırlardı komşularla. "Çinçi" bir kuaför ismi olarak hayli tuhaftı. Sanırım sahibi olan adama çocukluğunda takılan bir isimdi, aklımda öyle kalmış. En yakın komşumuz Şefika abla "Çinçi" adını bir türlü benimseyemez '"Çın Çın"a gittik' diye bahsederdi kuaförden. Annemin beni sürüyerek götürdüğü mecburiyet günlerinde onlar kafalarına dolma gibi yerleşmiş bigudilerle uzun bacaklı kurutma cihazlarının altında sıcaktan oflayıp puflarken benim oflayıp poflama nedenim sıkıntı olurdu. Sıcaktan etkilenmesin diye kulaklarına kapatılan istiridye benzeri kapaklar duyma güçlerini azalttığından seslerinin ne kadar yüksek çıktığının farkına varmaz, "Çinçiii, şunun ayarını biraz kıs, yandım" diye feryat ederlerdi. Makinenin altında oturana da, oturanları bekleyene de geçmek bilmezdi zaman. Muhtelif kuaförsel kokular arasında bakılmaktan incelip lime lime olmuş dergilerdeki saç modellerine bakar, ileride saçıma hangi modeli verdireceğim konusunda hayaller kurarak annemin ve komşu teyzelerin saçlarının kuş yuvası gibi kabartılıp spreyle betonlaştırılması işleminin bitmesini beklerdim sabırsızlıkla. Annem kabarttırdığı saçlarıyla gururlu eve döndüğümüzde babam ondaki değişikliğin farkına bile varmaz, annemi hayal kırıklığına uğratırdı. Ya da tam tersi, "Kaç para verdin bu saça, iki mislini vereyim de bozayım" diye dalga geçerdi. 

Kimi zaman başka şehirlerde yaşayan akrabalarımızın düğünlerine giderdik. Halalarımdan birinin düğününde, yaşadıkları ilçede kuaför olmadığı için en yakındaki ilçeye topluca kuaföre gidilmişti. Arabada yeterli yer yoktu ve benim evde kalmam buyurulmuştu. Yer mi Anadolu çocuğu? Çılgınca ağlayıp, "ya ben de giderim, ya da annem de gitmez" diye ortalığı birbirine katmış, şerrimden bezen zavallı annem kuaförden falan caymış, benimle kalmıştı. Ekip saçları yapılmış döndüğünde gelinliğiyle arabadan inen halama bir heves koşturup fena halde terslenmiştim, "Anneni göndermedin, ben sana küsüm". Tekrar ağlasam mı diye bir süre düşünmüş, sonra caymıştım, ortalıkta ağlayan çoktu sonuçta, onları izlemek daha eğlenceliydi. İlçenin hem sinema, hem düğün salonu olarak kullanılan yegane mekanında gerçekleşen düğün sırasında halamla barışmış, hatta onunla dans edip fotoğraf bile çektirmiştim 😃

Yenimahalle'den taşındıktan sonra annem ya saçları hafiften ağarmaya başladığı için ya da süslü komşularının etkisiyle daha çok kuaföre gider olmuştu, benimse kuaför ziyaretlerim iyice dibe vurmuştu. Upuzun saçlarımı kurutmak için fön makinesine bile ihtiyaç duymuyor, yazsa güneş ışığında, kışsa soba başında hallediyordum. Çoğu zaman ucunun kırıklarını da becerikli bir arkadaşıma aldırıyordum. Yakınların düğünleri için sürüklenerek götürüldüğüm kuaförlerin saatlerce uğraşıp şekil verdikleri saçım daha eve gitmeden eski haline dönüyordu. Nişan günümde gittiğim şehrin en parlak kuaförlerinden biri, beni oryal dökülüp temizlenmemiş bir koltuğa oturtmuş, yeni diktiğim ve çok sevdiğim elbisemin sırt kısmının tamamen ağarmasına neden olmuş, kuaförlere karşı mesafemi arttırmıştı. Nikah günüm ise ülkenin enerji tasarrufu nedeniyle dönüşümle elektrik verilen zamanlarıra denk gelmişti ve işe bakın ki tam o saatlerde bulunduğumuz semtte elektrikler kesikti. Haliyle uzak bir semtteki kuaförden randevu alınmıştı. Tüm aksilikler üstüste gelmiş, gelinliğin fermuarı patlamış, civardaki terziden temin edilen iğne iplikle açıklık kapatılıp üzerindeki pelerinimsi parça ile kamufle edilmiş, gelinliğin altına giyilecek ayakkabılar unutulduğu için postallarla nikaha gidemeyeceğimden mecburen eve geri dönülmüş, nikah saatine yetişmek için sürat yapıldığından trafik polisi yolumuzu kesmiş, tam ceza kesecekken damada acıyıp vazgeçmişti. Saçım mı, o daha kuaförden çıkarken makûs talihine uğramış, eski haline geri dönmüştü 😃

İki yıl kaldığım Denizli'de tek bir kuaför salonu görmedim. Antalya'ya yerleştikten sonra kuaförlerle aramdaki buzlar erimeye başladı. Önce Almanya'daki kuaförlük macerasından kesin dönüş yapmış bir kadının küçük bir odayı andıran kuaförüne takıldım, ardından çok iyi bir kuaförken kumar merakı yüzünden sermayeyi kediye yükleyen bir adamın salonuna. Gerçekten memnun kaldığım ve uzun süre devam ettiğim kuaför ise kuaförlük dışında her işi yapıyordu neredeyse, saçınıza fön çekilmesi ya da kesim esnasında en az on kez telefona cevap veriyor, salonda yer alan birkaç kafeste cikcikleyen muhabbet kuşlarıyla cilveleşiyor, kapıya kiralık ya da satılık ev sormak için gelen kişilerle pazarlık yapıyor, bu esnada siz aynada yarım kalan saçlarınıza kederli gözlerle bakarak bekliyordunuz. Son olarak ense makinesiyle ensemdeki et beninin yarısını uçurunca kendisiyle vedalaştım. 

Emlakçı-kuşçu-arasıra da kuaförden öteye geçemedim, kalfa gelip saçımın yıkanacağına söyledi. İyi ki söyledi, yoksa bu post uzayıp gidecekti. Kader bana daha ne kuaförler gösterdi ama onlar da bir başka yazının konusu olsun. Saçlarınıza gözünüz gibi bakınız efendim, rastgele kuaförlere emanet etmeyiniz, kalın sağlıcakla...

1 NİSAN (MART OKUMALARI)

$
0
0
Seçim sonuçları heyecanıyla oldukça geç yattığım için sabah uyandığımda bir süre ayılamadım. Kendime gelmek için ilk iş balkonun serinliğine koştum, gördüğüm şeyle afalladım. Kırmızılar giymiş minik bir kız havada uçuyordu. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda altından sarkan ipi farkettim, evet anladığınız gibi bir balondu gökyüzündeki. Öyle güzel süzülüyordu ki, karşı apartmanın çatısından aşıp bir an gözden kayboldu, sonra nazlı nazlı havalanıp tekrar yukarı çıktı. Apartmanın etrafında bir tur atıp aşağıya doğru inerek kimbilir nereye kondu. Aslında hoş bir seyirlikti, sabah sabah keyfimi yerine getirdi. 

Seçim sonuçları üzerine konuşmayacağım, zira yoruldum. Onun yerine Mart ayı kitaplarından bahsedeceğim güzelim Nisan'ın ilk gününde. Bu ay iki adet tuğla okuma listemde olduğu için sayıca biraz geri kaldım ama o iki tuğla buna değerdi. O zaman onlardan biriyle başlayalım:


-"Amerikana", telaffuz etmekte zorlandığım bir ismi olan Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie'nin kaleme aldığı 640 sayfalık bu devasa roman fazla uzatılmış bazı bölümleri yer yer ruhumu daraltsa da severek okuduğum bir kitap oldu. Nijerya'dan Amerika'ya tahsil amacıyla giden Ifemilu ve İngiltere'ye giden çocukluk aşkı Obinze'nin yaşadıkları, ırkçılık üzerine söylemlerle anlatılmış. Ifemilu'nun bir blogger oluşu da ilginç bir ayrıntı idi. 600 küsur sayfa oluşu ürkütücü gelebilir ama okunası bir kitap...


-Yıllar önce "Örnek Suçlar" isimli kitabıyla tanımıştım Max Aub'u. Humor içeren dili ve kitabın ilginç içeriğiyle gönlümü çalmıştı. Benzer duyguları Vernet Toplam Kampı'nın meraklı ve zeki kargası Jacobo'nun kendince anlattıklarını "Karganın Elyazması"nda okurken de yaşadım. Humorla karışık acı ve isyan. Farklı bir okuma yapmak isteyenler için ideal...

  
-Artık sabırsızlanmaya başlamışken geldi iki gözümüzün çiçeği. Son kitabı "Seyrek Yağmur"un yarattığı hayal kırıklığından sonra biraz şüpheyle yanaşarak almıştım ama tipik Barış Bıçakçı anlatımına kavuştum ve büyük bir keyifle okudum.  Bir kaybın peşinde şiir gibi bir roman "Tarihi Kırıntılar". Barış Bıçakçı yine kelimelerle oynamış, sadece onun kitaplarını okurken kaleme ihtiyaç duyuyorum. Katman katman açılan bu kitap yazara olan özlemimizi giderdi. Okuyun, pişman olmazsınız...

 
-"İstanbul 2099"Kutlukhan Kutlu (ki kendisi  pek sevdiğimiz Sevin Okyay'ın oğlu olur) ve Aslı Tohumcu'nun yayına hazırladığı bir derleme. İçinde pek çok yazarın İstanbul'un 2099'daki hali üzerine kurguladığı distopik öyküler var. Okurken fena halde ürküyor insan, dilerim sadece öykülerde kalır yazılanlar, gerçekleşmez. Şu hali bile yeterince üzüntü verici iken yüz yıl sonra başına gelebilecekleri düşünmek enim konum korkutuyor insanı. Düzgün yazılmış öyküler, distopya sevenlere gelsin diyorum...


-Vedat Sakman çok severek dinlediğim bir müzisyendir. Kitabı sinema saatini beklemek için girdiğim D&R'de görünce dayanamayıp aldım. Deniz Durukan'ın yayına hazırladığı kitap çok fazla tat vermese de sanatçının müzik yolculuğu hakkında bilgilenmiş oldum.


-Ve ikinci tuğla geliyor. Endonezyalı bir yazar Eka Kurniawan ve adeta bir Marquez, bir Allende tadı bırakıyor okuyanda. "Güzellik Bir Yaradır" Endonezya'da geçen, büyülü gerçeklik diliyle yazılmış masalsı bir aşk-aile-intikam öyküsü. Doğaüstü olaylar, savaşlar, kavgalar, aşklar, cinayetler ve kitapta en çok rahatsız eden unsur olarak tecavüzler. Güzeller güzeli fahişe Dewi Ayu'nun yıllar sonra dirilip mezarından kalkmasıyla başlıyor öykü ve egzotik bir ortamda tadı damakta bırakarak devam ediyor. Tavsiyemdir...


-Cezayirli yazar Kaouther Adimi'nin kaleme aldığı "Zenginliklerimiz" editör Edmond Charlot'un başkent Cezayir'de, 1936 yılında açtığı "Vraes Richesses/Gerçek Zenginlik" isimli kitabevini konu alıyor. Zamanla birçok yazara evsahipliği, yol göstericiliği yapan ve bir sanat ve kültür merkezine dönüşen kitabevinin sonu hüzünle biten öyküsü kitapseverler için birebir...


-Ve ayın son kitabı yine çok sevdiğim bir yazara ait; Mehmet Eroğlu'nun yeni kitabı "İyi Adamın OnGünü". Alışageldiğimiz tarzının oldukça dışında bir öykü kaleme almış bu sefer yazar, kitap bir polisiye. İşini bırakmak zorunda kalmış bir avukatın, çevresinde "iyi adam" olarak nitelenen Sadığın kayıp bir genci aramaya başlamasıyla başlıyor macera ve katman katman açılıyor. Polisiye ve Eroğlu sevenler için gayet tatmin edici bir okuma...

Yeni kitaplarda buluşmak üzere kalın sağlıcakla...

4 NİSAN (FİLM, KİMLİK, SERGİ VS)

$
0
0
Dün arkadaşımla sinemaya gittik, hani şu 2000 yılında bir patlama sonucu batan ve içindeki nükleer sırlar açığa çıkmasın diye Rus hükümetinin uluslararası yardım çağrılarını geri çevirdiği ve yüzün üzerinde denizcinin ölümüne sebep olduğu "Kursk" denizaltısının öyküsünü anlatan "Kursk" filmine. Salonda 6 kişiydik; arkadaşım ve ben, yanımızdaki koltukta oturup sonra ön tarafa geçen bir genç kız, önümüzde oturan orta yaşlı bir adam ve arkamızda oturan, zorlukla yürüyen, çok yaşlı bir karı koca. Film başladıktan kısa bir süre sonra çiftin erkek olanı karanlıkta sağa sola çarparak, hatta bir ara çıkışı şaşırıp depoya giden merdivene yönelerek güç bela salondan çıktı. Filmi beğenmediği için çıkıyor olsa karısını niye bıraksın diye düşündük, tuvalete gittiğini varsaydık. Çok geçmedi, söylenerek geri geldi. "Büyümüyormuş yazılar" dedi karısına, "ne biçim iş anlamadım, insan biraz büyük yazar". Anlaşıldı ki hanım teyze yazıları okuyamamış, fedakar eşi de yazıları büyütme imkanını sorgulamak için çıkmış dışarı, böyle bir imkan olmadığı için de çok sinirlenmiş. Zaten hanım teyze az sonra kalktı, kocasını Kursk'un akibetiyle başbaşa bırakarak basıp gitti. İyi de amcacığım götürsene hanımını şöyle neşeli, eğlenceli bir filme, getirdin kadıncağızı ruhu kararsın diye felaket filmine, üstelik yazılar "filmatik", telefondaki gibi büyümüyor da, sinirlendi çıktı gitti işte. Bize gelince sanki filmin öyküsünü bilmiyormuş gibi bitene kadar "ha kurtuldular, ha kurtulacaklar" diye heyecanla bekledik. Aynı anneannem gibi perdedekilerle kavga ettik. Uluslararası yardım ekibini geri çeviren suratsız Rus yetkiliye giydirdik (Max von Sydow çok fena yaşlanmış, Hakiki Muhabbet Aslı'nın deyimiyle bir hafta önce ölmüş haberi yok 😋), oksijen kasetlerini acemi denizciye havale eden komutanı kınadık, "vah vah film çekilirken bunca suyun içinde üşütmüştür bunlar" diye oyunculara acıdık. Neyse ki salon kalabalık değildi de, azar işitmeden getirdik finali. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim Colin Firth de gitmiş elden, nerede Bridget Jones'un Mark Darcy'si, nerede Commodore David Russell 😃 İşte herkes benim gibi genç kalamıyor ne yazık ki, kader utansın 😋

Bir gün öncesiyse başka bir karmaşaydı. Sabahtan sürekli kullandığım ilaçlarımı yazdırmak ve B12 testi yaptırmak için sağlık ocağına gittim. İlaçları yazdırdım ama testi yaptıramadım, cumadan cumaya yapılıyormuş kan testleri, akacak kan damarda durdu anlayacağınız. Öğleden sonrası için planımız da Nüfus Müdürlüğü'ne gidip kafa kağıtlarımızı yeniletmekti, belli mi olur, onlar yenilenince belki bünyede de bir yenilik hasıl olur. Lakin evdeki biyometrik fotoğrafım o derece orangutanı andırıyordu ki bir umut yenisini çektirmeye karar verdim, belki daha sevimli bir maymun türüne benzetebilirler bu defa diye. Elime verdikleri fotoğraflar orangutandan az hallice ama yine de sevimli bir maymuna benzememişti. "Bu işin raconu bu, ne yapalım" diyerek kaderime razı oldum. Neyse paramızı yatırdık, sıramız geldi, görevlinin karşısına geldik, makbuzları ve kimlikleri uzattık. "Fotoğraf?" dedi görevli. Çantamda yaptığım tüm sondaj çalışmaları boşa gitti, fotoğrafları evde unutmuştum. Kendimi tebrik ederek yan taraftaki fotoğrafçıya yöneldik. Aynı rutin işlemleri tekrarlayıp saçları kulak arkasına attık, alnımızı açtık, küpelerimizi çıkardık, en sevimsiz suratımızı takındık ve yeni bir orangutan sureti elde ettik. Gerisi çabuk halloldu, şimdi hoş fotoğraflı yeni kimliklerimizin elimize ulaşmasını bekliyoruz. 

Günün geri kalanında arkadaşımın minyatür ve tezhip sergisinin açılışına katıldım. Sonunda keyifli bir şeye sıra gelmişti. Beş yetenekli kadın biraraya gelip eserlerini sergilediler. Ben de sizler için birkaçını fotoğrafladım. Buyrun birlikte gezelim:





Zekiye Oğuzcan




Nurhan Durman


Emine Darendelioğlu Özkan


Zühal Koçak






Son paylaştıklarımın isimlerini kaydetmeyi unutmuşum, sahiplerinden özür diliyorum. Zekiye Oğuzcan, Nurhan Durman, Suna Şanlı, Emine Darendelioğlu Özkan ve Zühal Koçak'ı kutluyor, nice sergilere diyorum.



17 NİSAN- (ANNEANNEM)

$
0
0

Sabahtanberi dilimdeki şu türküyle dolanıyorum evin içinde:

"Cevizin yaprağı dal arasında,
Güzeli severler bağ arasında
Üç-beş güzel biraraya gelmişler
Benim sevdiceğim yok arasında"

Sözleri biraz edepsiz olsa da melodisi çok hüzünlüdür ve bana anneannemi hatırlatır hep. Hayatında bir kere bile aşkı tatmamış, ömrü kahırla geçmiş, "sevdiceğim" diye niteleyebileceği yegane adamın, kocasının, daha  taze gelinken üstüne kuma getirdiği anneannemi bu türkünün neresinde bulurum anlaşılmaz. Sanırım türkünün tamamına hakim olan hüzün, tam da öldüğü ayda bilinçaltımdan çıkıp dilime vurdu. Yemek pişirirken, yerleri silerken, toz alırken, dantel örerken, dikiş dikerken sürekli şarkılar, türküler mırıldanan annemin aksine anneannem şarkı söyleyen bir kadın değildi (bakınız kardeşimin Gazete Duvar'a anneannem için yazdığı şu yazıya: Anneannemin Söylemediği Şarkılar). Ağzından duyduğum yegane ezgi ben daha çocukken, dayımın yeni aldığı makaralı teybe bir heves hepimizin sesini kaydederken ısrar üstüne, çatlak bir sesle, detone ola ola söylediği "Derdimi ummana döktüm, asumana inledim"şarkısıdır. Aslında ummana döküp asumana inleyecek kadar çok dert çekmişti, bunu şarkı haline getirmeye de, söylemeye de mecali kalmamıştı demek. 

Şarkı söylemezdi söylemesine de hiç öyle hayattan kopmuş bir hali de yoktu onca çektiği çileye rağmen. Sıradan bir hayatı gecikmeli de olsa keyfince yaşayan sıradışı bir kadındı o. Duru güzelliği daha küçük yaşlarda dikkat çekmiş, 15 yaşında gelin etmişler. Kendini bildi bileli abdest alıp namaz kılan, orucunu aksatmayan, her türlü dini vecibesini can-ı gönülden bir iştiyakla yerine getiren bu kadının kısmetine hovardameşrep, vakti kerahet geldiğinde tam tekmil mezeleriyle içki sofrasını hazır isteyen, bütün bunlar yetmezmiş gibi karısının da kendisiyle birlikte demlenip meşketmesini bekleyen bir adam düşmüş. Ne yaptıysa uyduramamış anneannemi kendine, ud dersleri aldırmış, şarkı söylemeye teşvik etmiş, nafile. Ne eşlik etmiş bu sofralara, ne de ağzına bir damla içki sürmüş. Kahrını içine gömüp kendine öğretileni yapmaktan öteye geçmemiş, hazırlamış sofrayı çekilmiş kenara. O kahır tek bir gün açığa çıkmış, dişinin çok ağrıdığı bir akşam dedem ısrarla bir kadeh rakı içmesini, ağrıyı geçireceğini söylediyse de dinletememiş. Artık çok mu sızlandı, yoksa dedemin mi inadı tuttu bilinmez ağzını açıp zorla dökmüş rakıyı. Eh alışkın değil ya bünye, anneannem bulmuş anında kafayı, bilinç alttan tırmanıvermiş üst kata. İşaret parmağını dedemin suratına sallayıp "Şarkı söyle" demiş. Dedem afallamış, "Ne diyorsun sen ya?" demiş, "Ne diyeceğim, şarkı söyle diyorum" diye ısrarını sürdürmüş anneannem. Sen misin ud dersleri falan aldırıp şarkı bekleyen, "keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner" işte böyle. Dedem şaşkınlık içinde inanmaz gözlerle bakıp bir yandan gülerken, söylerdin söylemezdin ısrarı suratına inen tokatla son bulmuş. Bilincin ta derinliklerinde biriken intikam bazen rakıyla birlikte yenen soğuk bir yemek olabiliyor ve bir tokata dönüşüp dedenin suratında patlayabiliyormuş.

Rakının etkisiyle oluşan bu tepkinin devamı gelmemiş olacak ki bir süre sonra dedeme verilen hizmete eve getirilen kumaya verilen hizmet de eklenmiş. Yetmemiş kumanın ölümünün ardından kalan çocuğun bakımı da anneanneme yüklenmiş. Çocukken, gençken anneannemin anlam veremediğim hoyratlığını, acılığını yaşım ilerledikçe çözmeye başlayabildim. Kumanın ölümünden bir gün evvel küçük kızı istedi diye onun eline yakarken kendi ellerine de bulaşan kınayı, "öldü de kına yaktı" demesinler diye ellerini dirseğe kadar mürekkebe batırırak gizlemeye çalışan, yetmedi eldiven giyen, buna rağmen düzenlediği mevlütte kumanın yakınlarının ilenmelerine uğrayan bir kadından ne beklenebilirdi ki. Kumanın, ardından da çocuğunun ölümüyle düzene girmesi beklenen hayatına, dozu azalan ama bitmeyen çapkınlığı ve akşamcılığıyla  kendi sonunu hazırlayan dedenin ölümüyle genç denecek yaşta bir de dulluk eklenmiş. Eline kalan üç-beş kuruş ve 12 yaşında haşarı bir oğlan çocuğu olmuş. Evli kızının desteği, yatılı okulda okuyan büyük oğlunun hasretiyle sürdürdüğü yaşamının tüm ilgi ve sevgisini o haşarı oğlan çocuğuna yöneltmiş. Annesince takılan "Tırnak kadar et", "Öksüz" nitelendirmelerini kazık kadar olduğu zamanlarda bile yıtirmeyen bu oğlan çocuğu anneannemin ömrünün sonuna kadar gözünün nuru, başının da derdi olmuş. 

İlkgençliğimin ne zaman kızıp ne zaman seveceği belli olmayan bu nur yüzlü kadınını annemin diktiği bir örnek-kare yakalı ve mutlaka iki cepli-desenli elbiseleri, ceplerine kuruyemiş, kara doktor dediği siyah üzüm doldurduğu-namaz kılarken secdeye vardığında seccadeye dökülür, biz de kuş gibi toplardık-örgü yelekleri, birisini ütü yaparken gördüğünde hiç kırışıksız olsa da mutlaka getirip ütü masasına serdiği yazmaları ya da başörtüleri, sularken halıları çürüttüğü saksı çiçekleri, yüksek penceresinden manzarayı seyredebilmek için yaptırdığı taht gibi kereveti, kalayı gitmiş bakır sinisi, izin almadan açtığımızda sinirlendiği küçük buzdolabi, camlı vitrinindeki Altın Damla kolonyaları, kapısının önündeki hışırdayan kavağı, "es karabağrıma es" diyerek yüzünü rüzgara vermesi, "Teatora" sevdası, küçük, kırmızı TV'sinde izlediği dizilere olan merakı, tombul bileğini sıkan esnek kordonlu metal saati, durmadan kaybettiği gözlüğü, elinden eksik olmayan tesbihi, banyo sonrası uzun uzun tarayıp topuz yaptığı, tarakta kalanları "Kuşlar götürür, aklım uçar" korkusuyla nerelere saklayacağını bilemediği uzun, beyaz saçları, dilinden düşmeyen atasözleri, yemek yemeye adeta ibadet eder gibi düşkünlüğü, doğaya olan tutkusu, en çok da "Ne olacak bu oğlanın hali?" yakınmalarıyla saklıyorum kalbimin en derin köşesinde. Ruhun şadolsun Zarifanım, dünyanın en huysuz ama en tatlı kadını...


Fotoğrafta annem, anneannem ve küçük kuzenim görünüyor. Arkada babamın "Kantorlu kavak" diye isim taktığı devasa begonya bitkisi...

22 NİSAN (GEÇEN GÜNLER)

$
0
0

Bir süredir gündelik hayattan pek bahsetmedim, oysa hayli hareketli zamanlar geçirdim son günlerde. Ülke gündemine ve hissettirdiklerine hiç değinmeyeceğim, zira sanal alem tüm organlarıyla üstümüze gelmekte, bari bloglarda biraz nefes alalım düşüncesindeyim. Gündemin kaosundan ancak sanat ve edebiyatla bir parça rahatlayabilenlerdenim. 

Yılbaşından bu yana en çok Antalya Devlet Operası'nın gösterimlerine katıldım. Ne mutlu bize ki oldukça yetkin bir operamız, balemiz ve orkestramız var. Nisan başı ANTDOB'umuz 20. yılını pek latif bir konserle kutladı, sadık seyirciler olarak biz de katıldık elbette bu kutlamaya, hatta program biterken "İyi ki doğdun Opera" diye tempo bile tuttuk. ANTDOB sanatçıları bize bale ve operalardan seçmeler sundular, oldukça uzun ve keyifli bir sunumdu, bol bol alkışladık:


Herhangi bir etkinliğe katılmadığım günlerde kitap okuyup Netflix'de dizi izledim. Hoş bu ay okuma açısından pek verimli olduğumu söyleyemeyeceğim. Başladığım kitaplar elimde sürünüp duruyor, bazen o kadar ara veriyorum ki okuduğum bölümleri unuttuğum için tekrar okumak zorunda kalıyorum. Uzun uzun izlediğim ilk dizi biraz gecikmeli bir dizi idi: "Homeland". O kadar uzun süre muhatap oldum ki seyretmediğim zamanlarda Carrie Mathison'u ve genellikle yağlı sarı saçlarını neredeyse özlüyordum 😃 Neyse sonunda bitti yılan hikayesi de tek sezonluk bir İskandinav polisiyesine geçebildim. "Bataklık/Quicksand" bayıp bunaltmadan, çabucak biten sıkı bir polisiye idi. Şu aralar BluTV'de "Bartu Ben"in şapşallıklarına takılıyorum. 

Hep monitör başında dizi izleyecek değilim ya arada sinemaya da gidiyorum elbette. "Benden Hikayesi" Sait Faik'in yaşamını ele alan dingin, çok hoş bir belgesel idi. Film bittiğinde salondan huzurla dolmuş olarak ayrıldım. Kardeşim bu belgesel hakkında Gazete Duvar'a bir yazı yazdı, okumak isterseniz linki: Müfredattan Kurtarılmış Bir Sait Faik



Ayın ikinci konseri daha önce ilk CD'lerini dinleyerek tanıştığım "Grup Abdal"ın son albümleri "Revan"ı tanıtmak üzere verdikleri konser oldu. Açıkcası bu kadar keyifli ve yetkin bir dinleti olacağını ummamıştım, beklediğimin üstünde bir performans sergilediler. Sanırım söylenen türkülere benim kadar iştahla eşlik eden de yoktu 😃


Konserin hemen ertesi günü son anda farkedip bilet aldığım ve eğer kaçırsaydım çok üzülecek olduğum bir oyun izledim. Işıl Kasapoğlu'nun rejisi ile Bülent Emin Yarar'ın oynadığı "Hamlet". Son derece ilginç bir dekor, şahane bir ışık düzeni ile tüm karakterleri kendisi canlandırarak olağanüstü bir performans gerçekleştirdi Bülent Emin Yarar. Ne yazık ki okulları tarafından getirilmiş bir salon dolusu ergene sergilendi bu performans ve çoğunun tepkisi oyun boyunca uyumak oldu. Matinelerin kaderi. Bana göre ise ayakta alkışlamak yetmez, önünde saygı ile eğilinir. Varolsun...


Antalya'da üç gün boyunca "Sürdürülebilir Yaşam Festivali" kapsamında belgesel gösterimleri oldu. İki tanesini izleme şansı buldum, biri "Bedava Öğle Yemeği" isimli bir ekonomik programın anlatıldığı, diğeri ise 85 yaşındaki bir Fransız büyükbabanın torununu doğal yollarla bahçe ürünleri yetiştirilmesi konusunda eğittiği "Büyükbabamın Bahçesi" isimli yapımlar idi. İkincisi keyifle izleyip büyükbabaya son derece imrendiğim bir gösterim oldu. 


Belgesellerin gösterildiği kültür merkezinde bir de sergi vardı, ondan bahsetmeden ve eserlerden örnekler vermeden geçemeyeceğim. "Bizim Sayfiyelerimiz" adını taşıyan sergide Merkez Bankası koleksiyonundan getirilmiş, ünlü ressamlara ait orijinal tabloları seyrettik:



 Ali Rıza Beyazıt


 Hikmet Onat


 Mgırdıç Civanyan

Aydın Ayan


 Pertev Boyar


 Fikret Otyam


 Saip Tuna


 Şeref Akdik


 Duran Karaca


Geçen haftanın gündeminde ise ilk iki gün pek sevimli olmayan birtakım uğraşlar vardı; giysi dolabını elden geçirmek ve bu elden geçirmenin sonucu yıkama ve ütüleme faaliyetleri. Yıkama sorun olmadı elbette ama ütü esnasında yukarıda bahsettiğim altı bölümlük "Bataklık" dizisi bitti diyeyim siz anlayın yığının devasalığını. Sonrasında bu kadar domestiklik yeter dedim ve kendimi etkinliklere vurdum. Kuzenlerle geçen keyifli bir günü arkadaşlarla şu manzaraya karşı yapılan bir buluşma izledi:


Hemen ertesinde ise Filmmor Kadın Filmleri Festivali'nin Antalya ayağında gösterilen filmlere attım kendimi. Alman yapımı "Sandalye Kapmaca" ile Ursula K. Le Guin'in yaşam öyküsü belgeseli "The Worlds of Ursula"nın arasına bir saatlik "Ağrılı dizler için yoga terapi" seansı sıkıştırdım. Amacım dizim için uygun yoga hareketleri varsa düzenli şekilde devam etmekti ama ne yazık ki o gün yediğim hurmalar bütün gece Cevriye'yi fena tırmaladı. Ağrıdan uyku uyuyamadım, Cevriye kendini zorlamamın intikamını fena aldı anlayacağınız ve yoga ile başlangıç aşamasında vedalaştım. 



Ertesi gün Cevriye'yi ilaçlayıp, buzlayıp, tuzlayıp (kafiye yaptım, tabii ki tuz yok 😊) yine yollara düşürdüm. Eh şair "Belki şehre bir film gelir/Bir güzel orman olur yazılarda" demiş, iklim Akdeniz'ken üstelik, şehre gelen filme gidilmez mi ? Bu ara taksiciler yevmiyeyi benden çıkarıyor. Filmmor'un ikinci gününde geçenlerde kaybettiğimiz yönetmen Agnes Varda'nın "Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor" isimli 70'lerin başında çektiği filmi ve ilaveten 2 saatlik bir kısa film seçkisini izledik. Kısa filmlerin birkaç dakikasında uyumuş olabileceğimi itiraf edeyim, zira Cevriye bütün gece ağrıyıp beni uyutmamıştı. Ben birkaç dakikayla kurtardım ama yanımızda oturan hanım tüm film boyunca uyudu, hatta ara ara horladı. Yarabbim sinema salonları da uyku için bu kadar elverişli olmamalı ama, yatağımda uyuyamayan ben sinemada hayatımın en güzel uykularını çekebiliyorum, kadıncağız da yorgunmuş belli ki 😋

Eve geldiğimde biraz hasta gibiydim ama bir kupa dolusu adaçayı ve içtiğim bir ilaçla kendime geldim ve bugünü de sinemaya gidip Isabelle Huppert'in psikopat bir kadını canlandırdığı oldukça gerilim yüklü "Greta" filmini izleyerek geçirdim. Film öncesinde artık arkadaşım olarak kabul etiğim eski bir öğrencimle kahve içmiş, sonrasında da yemek yemiş olabilirim. Sefam olsun mu?


Buraya kadar gelebildiyseniz sabrınızdan dolayı kutlar, başka etkinliklerde görüşmek üzere sevgilerimi sunarım efenim, kalın sağlıcakla...

3 MAYIS (NİSAN OKUMALARI)

$
0
0
Son zamanlardaki en kısır okuma dönemim oldu Nisan ayı. Elimde sürünen kitaplar, yarım bıraktıklarım, bir türlü fırsat bulup başlayamadıklarım, başlayınca bitiremediklerim derken hem nicelik, hem nitelik açısından çuvalladım. Öyle etkinlikli bir dönemdi ki biraz da vakitsizlik sebep oldu bu duruma, ne yapalım intikamımızı Mayıs ayında alırız belki, sonuçta kitaplar bir yere kaçmıyor. Gelelim pek fazla sayıda olmayan okumalara:



Nisan ayının ilk kitabı Lisa Halliday'ın "Asimetri"si oldu. İki farklı novellayı barındıran bir kitap "Asimetri". İkisi de konu olarak çok farklı. İlk bölümde genç bir editörle yaşça büyük ünlü bir yazarın ilişkisi, ikinci bölümde ise Irak kökenli bir Amerikalı'nın alıkonulduğu havaalanında beklerken düşündükleri konu edilmiş. İlginç bir kitap, okurken düşündüren cinsten. Değişik bir okuma denemek isteyenler için ilgi çekici olabilir.



-Ayın ikinci kitabı ise Jeffrey Archer isimli bir İngiliz yazarın "Dokuz Kuyruklu Kedi"si oldu. Adını ilk kez duyduğum İngiliz yazar yaşamının uzunca bir süresini Lordlar ve Avam Kamaraları'nda geçirdikten sonra iki yıl boyunca çeşitli hapishanelerde yatmış. Bu süreçte mahkumlardan dinlediği olayları da öyküleştirmiş. İhtiyatla elime aldığım kitabı keyifle bitirdim. Roald Dahlvari öyküleri seviyorsanız okumalısınız...
Not: Kitabın isminde "kedi" geçtiğine bakmayın, öykülerin hiçbirinde kedi yok 😃



-Yaşarken değeri bilinmemiş ressamlardan biri Fikret Mualla, sıkıntı içinde geçen ömrünü son yıllarını geçirdiği Paris'te tamamlamış. Yakın arkadaş olduğu bir başka ressam (ve yazar) Abidin Dino "Gören Göz İçin Fikret Mualla" isimli biyografi-anı tarzındaki bu kitabı Mualla'nın ölümünden sonra kaleme almış. Ferit Edgü bu kitabı "Bir vefa kitabı"olarak niteliyor. Hüzünlü bir yaşamöyküsü... 


-"Rağmen"e kitap mı desem, dergi mi desem bilemedim. Bir süreli yayın aslında ve ilk sayısını da "İlkler" ayırmış. Pek çok kadın yazar bir araya gelmiş ve yazdıkları öykülerde "ilk"leri anlatmış. Bazı öyküler çok keyifli, ayrıca kitabın telif geliri "Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu"na bağışlanacak. 


-Bu blogun takipçisi olup da Macar edebiyatına olan sevgimi ve ilgimi bilmeyen çok azdır sanırım. Antal Szerb'in kaleme aldığı "Yolcu ve Ayışığı" da bir Macar edebiyatı ürünü. Gerçi kitabın konusu Macaristan'dan çok İtalya'da geçse de önemli olan taşığıdığı Macar ruhu. Kitap Mihaly'nin yeni evlendiği karısıyla balayı için İtalya'ya gelişiyle başlıyor. Burada bir gençlik arkadaşına rastlıyor Mihaly ve karısına ilkgençliğini anlatmaya başlayarak geçmişe dönüyor. Kendini arayış içinde olan Mihaly daha balayı bitmeden karısını terkedip farklı mecralarda farklı maceraların peşinde koşuyor. Nitelikli bir kitap ve biraz çetin ceviz. Çetin ceviz kırmaktan ve Macar edebiyatından hoşlananlara tavsiye olunur. 


-Bu ay okuduğum az sayıda kitabın içerisinde en sevdiğim bu oldu: "Başka Dünyanın Kuşları". 1900'lü yılların başında Amerikan taşrasında bir kız çocuk doğar: Jane. Tekne kazıntısı denilen türden ve pek istenmeyen bir çocuktur bu ve ayrıca ürogenital sistem anomalisi ile doğmuştur, zor bir hayatı olacağı doğduğu günden belirlenmiştir. Ancak zengin iç yaşamı ve hayata bakışı ile bedeninin ona getirdiği zorlukları aşmayı bilen bu kadın çok güzel ve akıcı bir şekilde anlatılmış kitapta. Amerikalı yazar Brad Watson'un kitabı yazarken kendi büyük teyzesidnen ilham aldığı söyleniyor. Ben Jane'i çok çok sevdim, eminim okuyunca siz de seveceksiniz.
Not: Tek takıldığım nokta babasının arada bir Jane'e neden "hemşire" diye seslendiği. Sanırım bu tercümeden kaynaklı, kız evlat anlamına gelen "kerime" yerine kız kardeş anlamına gelen "hemşire" kullanılmış.


-Ayın son günü iki saat içinde okuyup bitirdiğim "Sandviç Nesil", üç kızkardeşin eski Ankara anılarından oluşuyor. Her ne kadar üç kızkardeş dense de kitap daha çok ortanca kardeş Siber Göksel'in ağzından yazılmış. Zaten bir kişisel basım ve nadir bulunan bir kitap. Epeydir evde bekliyordu, Ankara tarihine olan ilgim nedeniyle aldım elime ama beklediği kadar çarpıcı bir anlatım bulamadım.  

Mayıs sonunda daha çok kitapla buluşmak dileğiyle...

BODRUM BODRUM 1

$
0
0
Geçen yıl başlatmıştık bu olayı, bu yıl tekrarlamak kısmet oldu, pek de güzel oldu. 2018'in Mayıs ayında Marmaris'te toplanmıştık lise arkadaşlarımızla. Benim önderliğim ve Marmaris'te yaşayan bir arkadaşımızın organizasyonu ile çok güzel beş gün geçirmiştik, aramıza yıllardır görmediğimiz yeni arkadaşlar da katılmıştı. Hepimiz yaşı-başı bir yana bırakıp yeniden 17'lik genç kızlar olmuştuk. Bu yıl Bodrum'da tekrarladık bu etkinliği, yine ilk organizasyonlar benden, Bodrum'daki tüm faaliyetlerin hazırlanması da doğma-büyüme Bodrum'lu bir arkadaşımızdan oldu, sağolsun varolsun, bize çok güzel 5 gün yaşattı. 

Biletlerimizi epeyce önceden almıştık. Daha doğrusu önceden Pamukkale'den yaptırdığım rezervasyonu Kamil Koç'un seferlere başlaması üzerine iptal etmiş, her daim tercihim Kamil Koç'tan almıştım biletleri. Gündüz tek sefer olan 12.30'da arkadaşımla otobüste yerlerimizi aldık. Lakin önümüzde oturan oldukça yaşlı çift adeta kucağımıza yattı oturur oturmaz. Cevriye sokurdanmaya başlayınca koltuklarını biraz kaldırmalarını rica ettik. Çiftin kadın olanı dönüp "amcanız beyninden rahatsız, ancak böyle gidebiliyor" dedi. Beyin ve koltuğu yatırma bağlantısını kuramadığım gibi ben de dizimden rahatsızdım, "valla benim de dizim rahatsız, bu kadar dar yerde gidemiyor" dedim. Sonra muavini kafaya alıp koltuğun makul bir ölçüde yatırılmasını sağladım da Cevriye yedi sülaleme rahmet okumadı yol boyu. 

Neyse yola düştük, 2 saat sonra verdiğimiz molada biraz bir şeyler atıştırıp çay içtikten sonra otobüse geri döndük, lakin otobüs biraz değişik geldi, üstelik yerimizde de başka birileri oturuyordu. Tam "Yanlış oturmuşsunuz, burası bizim yerimiz" diyecektim ki Kamil Koç yerine Pamukkale otobüsüne bindiğimizi farkettik. Pamukkale yaptırıp da gerçekleştirmediğim rezervasyonun intikamını almış oldu 😃 Paldır küldür inip kendi otobüsümüze bindik ve dilenci vapuru gibi yol üstündeki bütün yerleşim yerlerinin otogarlarına girip yolcu indirip bindiren araçta biz de bol bol sohbet ederek bitirmeye çalıştık 8 saatlik yolculuğu. Bodrum otogarına gelip inerken arkadaşım "Ben olsam bu kadar çok konuşan yolcuyu uyarırdım, yine iyiymiş otobüstekiler" dedi. Ne yapacağıdık, ağzımıza kilit mi vuracağıdık, sekiz saat geçer mi yahu başka türlü 😃 Zaten bunun intikamını da bindiğimiz Bitez minibüsünde yanına oturmak gafletinde bulunduğum iki Japon turist aldı. Yol boyu bağıra çağıra "Hay makarimasu ancin san, hattero hanzo"şeklinde kulağıma gelebilen Japoncalarıyla bedensel yorgunluğuma bir de kulaksal yorgunluk kattılar 😃

Sonuçta otele ulaşabildiğimizde hava kararmış ve serinlemiş, arkadaşlarımızın bir kısmı da mekana ulaşmıştı. Eşyaları bırakıp yanlarına koşturduk, bağırış çağırış kucaklaştık, hasret giderdik, sonra da yorgun argın yataklara yığıldık ama uyuyabilirsen uyu. Deplasmanda uykuya direnç  gösteren beden sabaha kadar kendini oradan oraya attı, tam dalabildiği anda da Bitez yalısının kadrolu horozunun bet sesiyle uyandı. Çaresiz giyindim ve sahile indim. Otel henüz sezonu tam açmamıştı, eksiklikler vardı haliyle ama sahilde yer alıyordu ve manzara enfesti. 



Öğleye kadar o gün gelecek arkadaşlar peyderpey otele ulaştılar. İçlerinde okul bittiğinden beri ya da uzun zamandır görmediklerimiz vardı, pek mutlu, pek duygulu, pek coşkulu kavuşmalar oldu. Sonra da gezinin ilk programını gerçekleştirmek üzere Bodrum'a yollandık.


Burası şimdi otopark olarak kullanılsa da Bodrum'un açık hava sineması imiş. Karşıda gördüğünüz beyaz duvar da sinemanın perdesi haliyle. Kimbilir hangi Yeşilçam replikleri takılıp kaldı o perdenin kıyısına köşesine. Ne güzeldi yazlık sinemalar. Sırtına almak için ince bir hırka, altına koymak için bir minder, elinde bir külah çekirdekle gider, o tahta sandalyelerin üstünde, dünyanın en rahat yerinde oturuyormuş gibi büyülenmişcesine perdedeki görüntüleri izlerdik. Hele arada bir de gazoz açtırdıysan değme keyfine. 


Yazlık sinema nostaljisinden sonra Bodrum'un beyaz badanalı evlerinin arasından geçerek şehir merkezine doğru yola koyulduk. 


İlk durağımız Neyzen Tevfik anıtı oldu. Neyzen'e bir selam çakıp birlikte fotoğraf çektirdik. Arkada görünen ve şimdi "Mado" olarak hizmet veren bina evi imiş, ne yazık ki müze değil de dondurmacı olması uygun görülmüş. İnsanın içi sızlıyor. Sözü Neyzen'e bırakıp devam ediyoruz:

Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,
Ömr-ü fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,
Gam karar eyleyemez hande-i hürrem de geçer,
Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer,
Gece gündüz yok olur, an-ı dem adem de geçer. 



Bodrum'a yıllar önce geldiğimde nisbeten küçük bir sahil kasabası görünümünde idi. Şimdi gördüklerime ise inanmakta güçlük çekiyorum. Hoş değişmeyen neresi kaldı ki?

Türkan Saylan anıtı, Atatürk anıtı derken yemek yiyeceğimiz mekana ulaşıyoruz. Sabah serin diye çıkmıştık ama hava epey ısındı, Halikarnas Balıkçısı'nın 1938 yılında diktiği devasa okaliptus ağaçlarının gölgesindeki masalara yerleşip Sakallı'nın köfteleriyle karnımızı doyuruyor ve hemen karşısındaki Deniz Müzesi'ni ziyaret ediyoruz:








Müze şahane, çok kapsamlı ve müthiş bir deniz kabukları koleksiyonuna evsahipliği yapıyor. Maket tekneler sahiplerinin fotoğraflarıyla birlikte yer alıyor alt katta. Olağanüstü güzellikte ve renkte deniz kabuklarını hayranlıkla seyrediyoruz. Deniz Müzesi'nden verdiğimiz toplu pozla Bodrum turuna devam etmek üzere ayrılıyoruz. 



Tipik Bodrum evlerinden, dar sokaklardan geçiyor, çarşı içinde turluyoruz, yorulanlar yolüstü cafelere oturuyor, biz renkli binalara, dükkanlara, ilginç restoranlara dalıyoruz:



Bodrum Kalesi'nden yana hiç şansım yok, geçen gelişimde de kapalıydı hem Kale, hem müze, bu kez de restorasyonu bitmediği için kapalı, uzaktan seyretmekle yetinmek durumundayız. Biz de yönümüzü tepedeki güneş eşliğinde Sanat Güneşi'mize çeviriyoruz.


Ekibin arkasından Cevriye'ye "ha gayret" diyerek şu yokuşu tırmanıyor ve Zeki Müren'in şimdi müze olan evine ulaşıyorum. Evin mütevazılığı karşısında şaşırıyor ve sarmaşık gülleriyle sarılmış kapıdan girip merdivenleri çıkarak içi de dışı kadar mütevazı eve giriyor ve eski Müren şarkıları eşliğinde geziyorum, hatta eşlik ediyorum. 







Dertli gönüllere giren
İşte benim Zeki Müren

Paşamızın eteğine toplaşıp bir fotoğraf çektiriyoruz. Bizim onu gördüğümüz gibi o da bizi görmüş oluyor böylece. Evin kendisi mütevazı ama manzarası için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, güllerle bezeli bahçeden gördüğüm panorama olağanüstü:


Paşa'ya veda ediyor ve soluklanıp bir şeyler içmek için bir cafeye yerleşiyoruz, sonra da ve elini Liman. Günü Meyhaneler Sokağında bir restoranda bitirmeden önce Halikarnas Balıkçısı'na uğramamak olmaz. Sonuçta Bodrum'u Bodrum yapan o. Bazen başlangıçta olumsuz başlayan bir olay nice güzel şeye sebep olabiliyor. İyi ki Bodrum sürgünü olmuş Balıkçı:


Ve Kalamata Restaurant'ta yenen neşeli bir yemeğin ardından günü bitiriyoruz. Devamı yarına:


BODRUM BODRUM 2

$
0
0
Bodrum'daki ikinci günümüze erken başlıyoruz, zira çevre gezisi var. Otel yakınında bizi bekleyen otobüse yerleşip hareket ediyoruz. ilk durağımız Yatağan yakınlarındaki Stratonikeia antik kenti. Hatırda kalması ve söylemesi biraz zor olsa da Stratonikeia ismi ilginç bir aşk hikayesinden geliyor. Bunu anlatmadan önce önünden geçtiğimiz Yatağan Termik Santralı'na değinmek istiyorum. Ciddi bir çevre felaketine sebep olmuş, eğer bacasından çıkan küllerin oluşturduğu "Kül Dağı"nı görmeseydim bu kadarına inanmazdım. Yöre halkı için çok acı, çok zararlı, çok rahatsız edici bir durum. 

İnsanın doğaya verdiği zararı yakından görmenin hüznüyle ulaşıyoruz Stratonikeia'ya. Helenistik dönem krallarından Seleukos genç ve güzel bir kadınla evlenir, adı Stratonike. Ancak kralın oğlu I.Antiokhos üvey annesine aşık olur ve aşkından yataklara düşer. Oğluna çok düşkün olan kral hastalığın sebebini bulması için doktorları görevlendirir. Doktorlar kraliçenin her odaya girdiğinde nabzı ve kalp atışları artan prensin derdinin kara sevda olduğunu anlar ve durumu krala açarlar. Kral oğluna kıyamaz, durumu halka anlatıp onların fikrini alarak bir karara varmaya çalışır. Halkın tercihi prensten yanadır, bunun üzerine kral genç karısını boşayıp oğlu ile evlendirir. Karısına (aynı zamanda eski üvey annesine) çılgınlar gibi aşık olan I. Antiokhus bir şehir inşa ettirir ve adını da kraliçenin adından ilhamla "Stratonikeia" koyar. Vay canına sayın seyirciler, insanın aklına bin çeşit şeytanlık geliyor. Biz evdeki mutfağı yeniledik diye sevinirken adam karısına şehir kurmuş, vay da vay vay 😃

Şehrin M.Ö. 3. yüzyılda kurulduğu düşünülüyor. Seleukoslar, Rodoslular, Bergamalılar arasında el değiştirip Roma egemenliğini de tanımış, Bizanslılar zamanında da varlığını korumuş. Civarda Beylikler ve Osmanlı döneminden kalma yapılara da rastlamak mümkün. Hatta antik şehirde Osmanlı'dan kalma evlerde hala yaşayan birkaç aile mevcut. Zaten kendtin girişinde de Beylikler ve Osmanlı döneminden iki eserle karşılaşıyorsunuz; Selçuk Hamamı ve Şaban Ağa Camii.


İlkbahar kentin güzelliğine güzellik katmış, çevre yemyeşil, gelincikler, papatyalar, mor ebegümeci çiçekleri otların arasında mücevher gibi gözalıyor. 


 
 


Yörede yaşayan köylüler ziyaretçiler için tezgah açıyor ve gözleme, dürüm ve benzeri yiyeceklerle çay servisi yapıyorlar. Biz de antik kenti gezdikten sonra fotoğraftaki hanımın ellerinden gözleme ve sıkma yiyeceğiz. 


Burası Gymnasium yani Spor Okulu. Kentte arkeolojik kazı çalışmaları halen devam ediyor ve Pamukkale Üniversitesi tarafından gerçekleştiriliyor. Daha ortaya çıkarılması ve restore edilmesi gereken katmanlar, eserler var.


Antik kentteki kalıntıların eski ve yeni halleri fotoğraftaki adını ne yazık ki unuttuğum beyefendi tarafından resimlenmiş. Bize rehberimizin ricası üzerine çizimlerini gösterip bilgiler verdi.  






Amfitiyatronun 15 bin kişilik olduğu söyleniyor. Sonuç itibarıyla mükemmel bir antik kent geziyoruz. Ayrılmadan önce Selçuk Hamamı'nın duvarı boyunca uzanan gelinciklerde poz verip kültür merkezi haline getirilmiş hamamın içindeki sergiyi geziyoruz:



Sırada Bozuyük beldesindeki Pınarbaşı tesislerinde yenecek yemek ve görülecek bir anıt çınar var. 



Bu devasa çınarın 850 yıllık olduğu ve biz denemedik ama gödesini ancak elele tutuşmuş 15 kişinin çevreleyebildiği söyleniyor. Üstteki fotoğrafta oynama yapmak zorunda kaldım, gövdenin içine girmiş arkadaşları fotoğraftan silmek için çınarın iç kısmı biraz değişti, gerçeği altta, artık idare edin. 

Çınarı iyice inceledikten sonra akan suların şırıltısı, ördeklerin oynaşması ve sık ağaçların gölgesi eşliğinde yemek yedik. 


Karnı doyanın gözü yolda olurmuş, biz de düşüyoruz tekrar yola, yönümüzü asıl adı Bozüyük olan ama pekçok dizi çekimine evsahipliği yaptığı ve son olarak "Güzel Köylü" dizisi çekildiği için adı "Güzelköy"e dönüşen beldeye çeviriyoruz. 





Bu şirin şeyler de popüler kültürden nasibini almış olacak ki her gelenin etrafında fır dönüp çeşit çeşit oyun yapıyorlar. Bayıldık hallerine, fotoğraf çektirirken de bize eşlik ettiler. Neredeyse bizimle geleceklerdi 😃


Güzelköy (Bozüyük)de bir de Kültür Evi var, bir nevi etnoğrafya müzesi. Halktan toplanan etnografik objeler, halılar,kilimler, kap-kacak, giysiler, tarım araçları ve  ev eşyaları burada sergileniyor. 

Güzelköy'e ve şirin köpeklerine veda edip gezimizin son durağına, "Ormancı Türküsü"ne mekan olmuş Belen Kahvesi'ne doğru yol alıyoruz. 


Eski adıyla Gevenes, şimdiki adıyla Çaybükü Köyü'nde yer alan Belen kahvesinde 1946 yılında meydana gelen olay "Ormancı" türküsünün yakılmasına sebep olmuş. Köy Muhtarı Tevfik ile ağa oğlu Mustafa her akşam kahvede dama oynarlar. Yine böyle bir akşamda ikili dama oynarken Sarı Mehmet diye bilinen orman memuru Mehmet çıkagelir ve muhtardan bir istekte bulunur. Muhtar bundan daha acil bir iş olduğunu söyleyerek isteği reddedince tartışma çıkar, ormancı masayı devirir, Bunun üzerine muhtarın arkadaşı Mustafa ormancıya tokat atar. Ormancı da kamasını çıkarıp Mustafa'yı yaralar. Mustafa tabancasıyla ormancıya ateş eder ama kurşun araya giren Muhtar'a isabet edip ölümüne sebep olur. Bu olay üzerine ormancı tayinini isteyip yöreden ayrılır. Olaydan ilham alan türkü de Nazmi Yükselen tarafından yakılır:



Belen Kahvesi sonraları restore edilip bir nevi müze olarak ziyarete açılmış. İçinde çay-kahve içilecek, bir şeyler yenebilecek bir tesis var ve ovaya bakan manzarası da çok güzel.



Belen Kahvesi ziyaretinin ardından tekrar Güzelköy'e uğruyor ve dönüş yoluna geçiyoruz. Bodrum'da Antik Tiyatro'ya da şöyle bir uğruyor ve yorgun ama keyifli otele varıyoruz. Akşam yemeğimiz bir üst sokaktaki pidecide eda ediliyor. Yorgun argın yataklara seriliyoruz ama bu gece de uyku pek uğramıyor deplasman uykusuzu bünyeye. 

Devamı yarın...

BODRUM BODRUM 3

$
0
0
Bodrum'da üçüncü sabahımız. Birkaç arkadaşımızı bir gün önce yolcu ettik, bugün de ayrılanlar olacak, grubumuz küçülecek. Günün ilk durağı Bodrum'daki tüm etkinliklerimizi ayarlayan arkadaşımızın evi, kahve içmek için misafirliğe gidiyoruz 😃 Sonra onu da alıp Bodrum koylarını keşfe çıkacağız. 



Bu güzel bahçede dolaşıp kahvelerimizi de içtikten sonra Bodrum'da en çok ziyaret etmek istediğim bir mekana doğru yola çıkıyoruz: Zai. Orada burada fotoğraflarını gördükçe içim gidiyordu, sonunda gördüm, rahatladım. Beni oraya bıraksınlar ve unutsunlar 😊




Vaktimiz kısıtlı olduğu için fazla kalamadık ama aklım orada kaldı. Geleneksel alışverişimi bu kez Zai'den yaptım, "Her gittiğin yerden bir kitap". Mahir Ünsal Eriş'in son kitabı: "Kara Yarısı". Keşke bir elime kahvemi, diğer elime kitabımı alıp ağaçların altında akşamı etseydim.

Zai'den sonraki ilk durağımız Akyarlar oldu. Bitez'de kalmamıza rağmen "Bitez Dondurma"nın dondurmasını Akyarlar şubesinde yedik. Tercihim her zamanki gibi Bodrum mandalinası ve naneli çikolata oldu. Sonra da Tarık Akan'ın evine uzanan bir yürüyüş yaptık. 



Akyarlar'dan sonra istikamet Turgut Reis pazarı oldu. Malum kadınız, pazar severiz, hele de pazarda giysi, takı vs satılırsa daha çok severiz. Bir dağıldık pazara, zor toplandık 😃 Hiçbir şey almayacağım diyenlerin elinde bile bir-iki poşet vardı. 

Ve Gümüşlük. Sahile inen yoldaki küçük dükkanlara takıldık önce, arkadaşımın aldığı minik bir kolye Gümüşlük hatırası oldu. Her takışımda bu güzel birlikteliği hatırlayacağım. Sonra da karnımızı doyurmak için sahildeki köfteciye yerleştik. Sezon tam açılmamış olmasına rağmen tıklım tıklımdı. Köftelerin ardından sokak üstündeki pastacıda gördüğümüz pastaların cazibesine kapılıp çilekli bir taneyi paylaştık ama maalesef görüntü ve lezzet ters orantılı idi. Çayları da bünyeye gönderdikten sonra hareket vaktimiz geldi.





Son durağımız Yalıkavak oluyor. Marinada bir tur, bir dondurma daha ve artık geri dönme zamanı yaklaşıyor.



Bugünkü gezimizin son uğrak yeri Dibeklihan:








Bu pencereyi evlat edindim, o mor çiçekler bir tür fesleğenin çiçekleri imiş. Leylak bulamadığımda her tür mor çiçek kabulumdür. Netekim kendimi cama yansıtmayı da başarmışım. 

Dibeklihan şahane bir kültür sanat köyü, yapan, işleten varolsun. Bodrum'a gittiğinizde uğramadan dönmeyin derim. 

Akşama doğru otele dönüyoruz. Otelde toplu bir yemek yiyoruz, müzikli, eğlenceli, keyifli bir gece ve gecenin sürprizi de beni görmek için gelen ve çabucak fahri lise arkadaşımız olan "Samimice Ecece" blogunun sahibi sevgili Ecehan oluyor. Blogger bloggeri her yerde bulur, değil mi?

Son gün Kos, bir dahaki postta...

BODRUM BODRUM 4

$
0
0
"Öncelikle belirteyim ki bu post bol fotoğraflı olacak"
 
Yazının başlığı Bodrum ama bugünün konusu Kos adası aslında. Birlikteliğimizin son gününde hala Bodrum'da olan arkadaşlarla Kos adasına bir gezi düzenledik. Bu nedenle sabah çok erken kalkıldı, ben de fırsattan istifade Bitez sahilini bir de sabah mahmuruyken görüntüledim:


Kahvaltıdan sonra bizi otelden alan midibüsle feribotun kalkacağı Turgutreis Marina'ya gittik. Bilet ve pasaport işlemleri halledilirken ben de kendi aslî görevimi icra etmekte idim: Fotoğraf çekme 😃




Yeşil pasaportunuz varsa herhangi bir sıkıntı olmadan geçmek mümkün Kos'a. Bordo pasaportlar için kapı vizesi uygulaması henüz başlamamış, belki sezonda açılır. Bodrum'dan Kos'a feribotla gidiş-dönüş harç hariç 20 euro. Sabah 9.30'da Bodrum'dan hareket eden bizim seçtiğimiz feribot akşam 17.30'da Kos'dan dönüş yaptı. 

İşlemler tamamlanıp fotoğraflar da çekildikten sonra yanaşan feribota biniyoruz. Hava çok güzel, güneşli. Daha önce gidenler feribotta çok rüzgar olduğunu söylemişlerdi ama biz güvertede oturarak gayet rahat gittik, dönüş biraz rüzgarlıydı, o zaman da kapalı mekana geçtik. Turgutreis-Kos arası 25 dakika kadar sürüyor ve gayet keyifli geçiyor. 



Bir adı da İstanköy olan Kos görününce hareketlendik. Yunan tarafındaki gümrük barakalarını görünce marinamızdaki gümrük binalarımızla gurur duymadık dersem yalan olur 😃 Pasaport kontrolünden sonra hemen limanın yakınında gördüğümüz şehir içi tur yapan mavi trene yönlendik. Aslında bu ring trenin yeşil ve kırmızı olanları da var, hepsinin süresi değişik oluyor, bazıları mola verip çevrede dolaşmaya izin veriyor imiş. Biz vaktimiz kısıtlı olduğu ve biraz da yürümeye üşendiğimiz için mavi olana atladık ve yarım saatlik bir ringle adada küçük bir tur attık.


Aklıma bir zamanlar Gençlik Parkı'ndaki Mehmetçik treni geldi. Tur keyifliydi ama çok rüzgarlıydı, bu satırları yazarken berbat bir soğuk algınlığıyla cebelleşiyorum ve sebebini de şu şirin mavi şeyin rüzgarına veriyorum.  Tur sırasında dikkatimi en çok sokakları, caddeleri çadır gibi örten devasa ağaçlar çekti. Gövdeleri adeta heykelleşmiş, Benjamin'e benzeyen ama daha küçük yapraklı bu ağaçlara, kaldırımlar boyunca sıralanmış pembe çiçekli yalancı orkide ağaçlarına ve benzerlerine bayıldım. Antalya'nın cayır güneşinde ağaçsız kaldırımlarda döktüğümüz terler aklıma gelince de ne desem bilemedim. 



Ağaçlar dışında karşımıza en fazla çıkan bir diğer şey bisikletti, park halinde ya da üzerinde sahipleriyle onlarca bisiklet kendilerine tahsis edilmiş yollarda seyir halindeydi. 

Tren turumuz bitince adanın meydanına yürüdük. Bir köşesinde hal benzeri büyük bir kapalı mekan olan meydan cıvıl cıvıldı. Yine meydandaki Defterdar İbrahim Efendi Camii de 2 yıl önceki depremde yıkılmış minaresiyle ve ana yapısındaki çatlaklarla kullanım dışı idi. 





Yine bu meydanın üstü tarafında yer alan Aya Nikola Kilisesi de 2017'deki depremde hayli zarar gördüğü için kullanıma ve ziyarete kapalı idi:



Meydandaki hal benzeri alışveriş merkezini şöyle bir dolaştık, İstanbul'daki Mısır Çarşısı'na benziyordu. Baharat, sabun, içki, hediyelik eşya vb şeyler satılan mekandan eli boş çıktık. Almaya değer pek bir şey bulamadığımız gibi euro el yakmayı da bıraktı can yakıyor 😃

Meydandan sonra ara sokaklara saldık kendimizi, dükkanlara girip çıktık, aldığım Kos hatırası bir magnet ve anahtarlıktan öteye geçemedi. Kayda değer ilginç bir şey de yoktu zaten. İçki fiyatları uygundu ama taşıma zorluğundan dolayı ona da yüz vermedik. 




Bu amca kendine kaldırımda bir köşe yapmış yengeç sepeti örüp dururdu. 


Biraz bakımsız bir parkın ortasında Hippokrat'ın öğrencilerine ders verirken temsil edildiği bir heykel var, biz de öğrencilerin arasına karıştık ve fotoğraflandık. Park bakımsız dedim ya, aslında şehir de bakımsız. Depremde oluşan çatlaklar, patlaklar olduğu gibi duruyor kaldırımlarda bile, binalar solgun ve boyaya muhtaç ama yollar, kaldırımlar temiz. 

Vakit öğleye yanaştı, yorulduk ve acıktık. Adaya gelirken tavsiye edilen Gusto Restaurant'a yönlendik. Lokantanın ön cephesi sahile, arka cephesi sokağa açılıyor, şirin bir mekan. Sahibi de bir Türk karı-koca.



Menüleri önümüze açtık ve seçmek için epey zaman harcadık. Benim tercihim bir adaya gelmişken deniz ürünleri yemekten yana idi, nitekim kalamar istedim. Yalnız Yunanistan'da porsiyonların ne kadar büyük olduğunu Kavala'dan bildiğim için (Hepsi kalamar seven 5 kişi 2 tabak kalamarı bitirememiştik, o derece abartılı idi yani) bir arkadaşla paylaştım. Yanına da kalamarı dengelesin diye ot salatası istedik, şöyle bir şey geldi:


Otun ne olduğunu sorduğumda restoranın sahibi genç hanım Yunanca adını söyledi ama ben unuttum. Yunanlı garsona sorduk, o da kırık Türkçesiyle "Deniz Otu" dedi. Uydurduğunu eve gelip gugılladığımda anladım, "Deniz Otu" diye girdiğimde bildiğimiz deniz börülcesi çıkıyor. Oysa bu ot deniz börülcesi değil. Yalnız lezzetli olduğunu söyleyebilirim, memnun kaldık, adını bilen varsa yazsın bir zahmet. Kalamara gelince, gerçekten bol tutulmuş bir tabaktı, tadı ise Türkiye'dekinden iyi, Kavala'dakinden vasattı. Yemeğin üstüne ince belli bardaklarda çay ikramımızı ve bir miktar Türk müşteri indirimimizi de alarak hesabı ödedik ve tekrar kendimizi sokaklara vurduk. 

Yemek yedik ya, üstüne tatlı gerekir değil mi? Ünlü bir yerel dondurmacıyı önerdiler, aradık bulduk, şurası:


Sakızlıyı ve çikolatalıyı tavsiye etmişler, söz dinledik. Gelgelelim sakızlıya lafım yok ama çikolatalı çok tatlı ve supangle gibi bir karışımdı. Hiç beğenmedim, nerede Bitez dondurma, nerede bu muhallebi kıvamlı şey. 

Dondurmaları eritmek lazım haliyle, haydi tekrar adayı keşfe:




Aslında hiç yapmadığım bir şey, bilmediğim bir yöreye giderken mutlaka ders çalışırım ama Kos'a hazırlıksız gelmiştim. Belki keşfedilecek daha ilginç yerleri vardı ama ne vaktimiz müsaitti, ne de elimizde bize önderlik edecek bir kılavuz vardı, bulduğumuzla yetindik.



Ağaçlar demiştim değil mi? Hippokrat'ın altında öğrencilerine ders verdiği ve "Hippokrat Ağacı" denilen ağacı görmeyi unutmusuz ama Kale duvarına yaslanmış bu devasa ve ilginç ağaca bayıldık. Cinsi neydi bilmiyorum ama ahtapot gibi sağa sola yayılmış kollarıyla çok görkemli idi. Aşağıdaki fotoğrafta da köklerini görüyorsunuz.

Gezmelere doyulmuyor ama saat de ilerliyor, bir kahve içimi vaktimiz kaldı. Limana yakın cafelerden birine oturuyoruz, kahve sorduğumuz sempatik garson "Turkish Cafe" diyerek gönlümüzü çeliyor. Kavala'da Greek cafe diyor da başka bir şey demiyorlardı oysa. Şık bir sunumla gelen kahvelerimizi hüpletiyor ve feribotumuza binmek için limana yürüyoruz. 


Elveda Kos diyor, Bodrum'da bize harika bir evsahipliği ve rehberlik yapan arkadaşımızla vedalaşıp otele dönüyoruz. Biraz dinlenip Bitez sahiliyle de vedalaşmak için küçük bir yürüyüş yapıyoruz. Deniz muhteşem bir durgunlukta, giderayak büyülüyor bizi:




Rüya gibi bir buluşma böylece sona eriyor. Önümüzdeki yıl sağlıkla yeni bir mekanda buluşmak dileğiyle ayrılıyoruz Bodrum'dan ve arkadaşlardan. 


27 MAYIS (ANKARA)

$
0
0
Bodrum seyahatiydi, hastalıktı, toparlanmaktı, yola düşmekti derken sonunda yazlık Ankara günlerine ulaştık. 5 gündür buradayız, sonunda temizlik işini de hallettik, bir parça iyileştik ama Huriye (öksürüğümün adı) hala benimle yaşamaya devam ediyor, buna da şükür diyelim. Haliyle gelir gelmez kızkardeşle buluşmalar başladı. Ankara'daki ilk tam günümde en sevdiğim mekanlardan birinde bir öğle yemeği eda eyleyerek geleneksel etkinliklerimizi başlattık, sefamız olsun :)


Günlerdir kendimi eve kapatmış olmanın hıncıyla azıcık iyileşince gözüm dışarda oldu. İkinci gün kızkardeşten gelen Ulus'taki İş Bankası müzesini gezme teklifine hayır diyemedim. Bu şehirde doğdum büyüdüm, yıllar boyu defalarca Ulus'a gittim, her seferinde mimarisine bayıldığım, Ankara taşından yapılmış bu güzelim binayı dışından hayranlıkla seyrettim ama bir defa bile içine girmek kısmet olmamıştı. Daha Ankara'ya gelmeden müze olduğunu duyunca, pek sevinmiştim, ertelemeden gezmek de pek güzel oldu. 


Ankara'daki bir çok erken Cumhuriyet dönemi binasına imzasını atmış İtalyan mimar Gulio Mongeri tarafından 1929 yılında tasarlanan, Ankara taşından yapılma, hem Batı, hem de Osmanlı mimarisinden izler taşıyan bir yapı T. İş Bankası binası. Yakın zamana kadar banka olarak hizmete devam ederken pek güzel bir kararla müzeye çevrildi. 

Kızkardeşle buluşup bu güzelim binanın ağır, ahşap döner kapısından basbayağı heyecanlanarak giriyoruz. Görevli personel pek kibar, pek ilgili, pek güleryüzlü. İçeriye girince önce ahşap banko ve mobilyaların yer aldığı görkemli lobi, sonra da tavan vitrayları çekiyor dikkatimizi. 




Tam ortada Ticaret Tanrısı Hermes yer alıyor, mitolojik tanrıların en kurnazı 😀 "Paranıza iyi sahip olun, kandırırım valla" demek mi istiyor acaba?

Müzeyi gezmeye bodrum kattan başlıyoruz, orada kiralık kasalar var. Kasa katına artık kullanımda olmayan ferforje asansörü çevreleyen pirinç trabzanlı mermer merdivenlerden inerek ulaşıyorum. Trabzan başları bile çok güzel ve özenli:


Sonra devasa bir kasa kapısından girerek kiralık kasaların olduğu bölüme ulaşıyoruz. Kapı üstümüze kapanır da kilitli kalırsak gibi bir komplo teorisi de geliştiriyoruz tabii bu arada 😀


Yüzlerce kasa var, bazılarının içlerine örnek olsun diye anahtar, kumbara, fincan vs gibi değersiz eşyalar konularak örnekleme yapılmış. Kimbilir ne hazineler yattı zamanında buralarda. 

Mermer merdivenler çok güzel ama Cevriye sinyal gönderdiği için sonradan eklenmiş modern asansöre binerek çıkıyoruz müze katına. Burada görkemli ama zarif Toplantı ve İdare Meclisi Salonları var.






"Mavi Salon" da denilen İdare Meclisi Salonu 1929 yılında Atatürk'ün misafir edildiği, aslına uygun olarak korunan bir salon. 

Bir üst katta Türkiye'nin Cumhuriyet dönemindeki iktisadi yapısına ve Milli Mücedele yıllarına ait daimi bir sergi var, fotoğraflarla, bilgisayar verileriyle, videolarla ve diğer teknik olanaklarla desteklenen çok ayrıntılı ve kapsamlı bir sergi.




Bu daimi serginin ardından bir üst kata, T. İş Bankası Ankara Sanat Galerisi olarak düzenlenen salona geçiyoruz ve Mevlüt Akyıldız'ın "Resmigeçit Ankara" isimli sergisindeki eserlerini inceliyoruz. Yağlıboya ve camaltı tekniğiyle yapılmış resimler ve minik heykeller hem eğlenceli, hem de çok güzel. 


Ali Baba'nın Çiftliği


Uzun Eşek


Alafranga


Kimine karanfil kokusu, kimine sigara dumanı


Ateş Olmayan Yerden Duman Çıkmaz
Sefa Bey'in Balkon Sefası

Bunun dışında bugüne kadar İş Bankası için basılmış reklam afişleri, kitapçıklar, broşürler, TV ve radyo programları ile ilgili pek çok döküman ve bilgi de yer alıyor katlarda. Cem Yılmaz'ın çektiği reklam filmlerinin aksesuarlarını ve dekorlarını da görmek mümkün. 


Kısacası gezmekle bitecek gibi değil, birkaç kez gelip detaylıca inceleyerek gezilebilir ama sonuç olarak çok iyi düzenlenmiş, çok faydalı bir girişim olduğunu söyleyebilirim. Ankara'da yaşıyorsanız ya da yolunuz düşerse mutlaka gezmenizi öneriyorum. 




Ankara'daki ilk 5 güne müze gezisinden sonra yiğenimin ortaokul mezuniyet töreni ve dünkü büyük temizliği de sığdırdıktan sonra dün akşam Tatbikat Sahnesi'nde "İstanbul Oyunları Festivali" kapsamında sahnelenen "Kumbaracı 50/Altıdan Sonra" grubunun "Nihayet Makamı" isimli oyununa gittik. Oyuna pek bayılmasam da iki kadın oyuncu tam anlamıyla döktürmüştü, çok beğendim. 



Eh bu kadar yeter sanırım, bugün biraz kitap okuyayım artık. Kalın sağlıcakla...

2 HAZİRAN (MAYIS OKUMALARI)

$
0
0
Ayın ilk yarısındaki açığı kapatmak için okumaya hız verdim Bodrum dönüşü, hastalık da eve kapanmama vesile olunca gelsin kitaplar, gitsin kitaplar oldu ve 11 kitapla Mayıs ayını bitirdim. Aslında hala üç eksiğim var kafamdaki plana göre ama olsun varsın, telafi ederiz nasılsa. 

Gelelim kitaplara:


-"Rehavet Havası" bir süredir kitaplıkta okunma sırası bekliyordu, sonunda muradına erdi :) Sıradan hayatları anlatan öyküleri içeren küçük hacimli bir kitap, okursanız hoş olur, okumazsanız pek bir şey kaybetmezsiniz.


-Antonio Casas Ros sevdiğim bir yazardır. Diğer iki kitabını, Almodovar Teoremi ve Enigma'yı-özellikle Enigma'yı-çok severek okumuştum, "Son Devrimin Güncesi"ni de hevesle aldım elime. Başlangıçta çok ilginç gelen konu sayfalar ilerledikçe o kadar karmaşıklaştı ve abartılı cinsellik tasvirleri o kadar bezdirdi ki, bu kitabı aynı kişi mi yazmış diye düşünmeye başladım. Kısacası sevmedim...


-Yine geçen yıldan kalma kitaplardan biri idi Hasan Gören'in "Zan"ı. Bodrum yolculuğu öncesi, başlandı, benimle tek sayfa bile okunmadan Bodrum'a gidip geldi ve dönüşte bitirildi :) Umduğumdan daha iyi bir okuma olduğunu düşünüyorum. Ankara-Akçakoca-İstanbul üçgeninde geçen bir siyasi roman "Zan". İçinde aşk da var, gerilim de, ikilem de. Okunası bir kitap...


-Mahir Ünsal Eriş'in son iki kitabından biri "Kara Yarısı", benim için Bodrum anısı olduğundan ve "Zai"den alındığından dolayı da özel. Yazarın tüm kitaplarını severek okudum, bu da diğerlerinden farklı olmadı, kapağına bakmadan okusanız Mahir Ünsal'a ait olduğunu anlayacağınız güzel öyküler var kitapta. Sıradan insanların sıradışı öykülerini seveceksiniz...


-Bu ay okunacaklar rafını epey hafiflettiğim bir ay oldu. İlk defa bir kitabını okuduğum Tim Parks'ın "Kader"i de epeydir okunmayı beklemekteydi, elime aldıktan kısa bir süre sonra bunca geciktirdiğime pişman oldum. Son kitabına koyacağı önemli bir röportaj için girişimlerde bulunan eski gazeteci bir babanın oğlunun intihar haberini almasıyla başlıyor kitap. Genelde Alef Yayınevi'nden çıkan tüm kitapları severek okudum. Tim Parks daha önce tanışmadığım bir yazardı, biraz itidalle başladım ama "Kader" beni şaşırtan bir kitap oldu. Bilinç akışı ile yazılmış ve genelde diyalogların olmadığı bir yazım tarzı insanı bu kadar mı etkiler. Kader hem konusu, hem de yazarının üslubu nedeniyle çok sevdiğim bir kitap oldu. Diğer kitaplarını da okuyacağım...


-Küçük hacimli, sayfa sayısı az bir kitaptı "Geç Gelen Şöhret". Gençliğinde yazdığı şiirleri okuyan bir grup edebiyat meraklısı gencin ilgisiyle karşı karşıya kalan yaşlı Saxberger'in ruhunda kopan fırtınaları anlatıyor.  Okumasam da olurmuş :)


-"Ahlat Ağacı"nın senaristlerinden biri imiş Akın Aksu, ayrıca filmde imam rolünde oynamış. Filmin ortaya çıkmasına da bu kitap ilham vermiş. Zaten kitabı okurken filmi izler gibi oluyorsunuz, taşra ıssızlığı, bunalan insanlar, eylemsizliğin dile vurması, ufak meselelerin büyümesi, büyük meselelerin ufalması vs vs. Diyalogların aşırı fazlalığı biraz yorsa da okunası bir kitap olmuş "Bir Taşra Köpeği", "Ahlat Ağacı"nı sevenler daha da çok sevecektir.




 




-Uzayda kapladığı yer ile içeriği ters orantılı bir kitap "Bilinmeyen Sular", kısacık ama dolu dolu öyküler. Mevsim Yenice'nin duvarının ikinci tuğlası bu, umarım daha çok katlar çıkar. Pink Floyd seviyorsanız bu kitabı da seveceksiniz.


-Adının ve kapağının güzelliği oldu beni bu kitabı almaya iten neden. Gerçekten kitapta bir "Nefaset Lokantası" var ve kahramanların bir kısmı orada düzenli olarak yemek yiyorlar, sahibi olan kadınla da aralarında bir arkadaşlık gelişmiş. Kitabın ana kahramanı Türkiye'yi terkedip Rio'ya yerleşmeyi düşünen bir kişidir. Zaten olaylar da bu ayrılık nedeniyle düzenlenen bir yemekte başlıyor. Başlangıçta oldukça iyi giden kitaptan ikinci bölümden sonra sıkılmaya başladım. Olaylar karmaşıklaştı, düzen karıştı, kısacası sevdim mi, sevmedim mi kesin bir karar veremedim.  Bir de siz deneyin bakalım, ne düşüneceksiniz...


-İstanbul'un eski apartmanlarını büyülenmiş gibi seyrederim her gidişimde, her biri başlı başına bir mimari şaheser, sanat eseri gibidir gözümde. Beyoğlu'ndaki Botter Apartmanı da en sevdiklerimden biridir, şimdi kaderine terkedilmiş olsa da. Günümüzde geçen bir öykü ile başlıyor kitap ve apartmanın yapılış öyküsüne geri dönüşlerle değiniyor. Ben severek okudum, İstanbul'un eski binalarına ilgi duyuyorsanız siz de seveceksiniz. 


-Irmak Zileli'nin bugüne kadar yayınlanmış tüm kitaplarını okumuş ve çok sevmiştim. Gelgelelim "Bozuk Saat" bana o kitaplardaki tadı vermedi. Bir meydanda dikili olan bozuk bir saatin ağzından anlatılıyor tüm öyküler. Saat çeşitli insanların nabzına giriyor ve hayatlarına dokunuyor. Yer yer ilginç öyküler olsa da ben diğer kitaplarını tercih ederim açıkcası... 

Haziran ayında yeni kitaplarda buluşmak dileği ile tatilcilere iyi eğlenceler, evde kalacaklara şimdiden iyi bayramlar diliyorum...
 

23 HAZİRAN (OLAN-BİTEN)

$
0
0
Üç haftalık bir ara ile kendi rekorumu kırmış bulunuyorum. Aslında üç hafta boyunca evden doğru dürüst çıkmadım desem yeridir ama önce bayram telaşı, sonra uzun ve kısa süreli konuklar, Cevriye ile nisbet edermiş gibi yapışan bir bel ağrısı ile gayet antisosyal bir moda geçtim, böylece sanal alemden-özellikle blogdan-uzaklaştım biraz, yazacak pek kayda değer bir şey de yoktu esasen. 

Tüm bu süreçte ufak çaplı bir arkadaş buluşması, bir Babalar Günü yemeği ve son anda gittiğim bir tiyatro oyunu dışında tek etkinliğim kitap okumak oldu. Oyun, Tiyatro Evi'nin turne ile gelip Ankara Sanat Tiyatrosu Sahnesi'nde sergilediği tek kişilik "Marx İstanbul'da"isimli oyunu idi. 1,5 saatlik mizahla soslanmış bir ekonomi politik dersi izledik desem yeridir. Gözüm sahnedeyse de, hafızam yıllar öncesinde idi. Ne çok oyun izledim o küçücük salonda ilk gençliğimde. Hiç değişmeyen binanın kapısından ilk girişim henüz ortaokulun ilk yıllarında iken Nisa Serezli'nin başrolunda oynadığı "Şahane Dul" isimli oyunu izlemek içindi. Babam sürpriz yapıp bilet almış ve anneme telefon edip tiyatro kapısında buluşmak için gelmesini söylemişti. Annemin biraz heyecanlandığını hatırlıyorum, ilk kez gideceği salonu bulup bulamayacağı konusunda tereddütlüydü ama elimden tutup yola düşmüş, babamla buluşmuş ve oyunu birlikte izlemiştik. Renkli kostümler içinde sahnede rol kesen Nisa Serezli'nin ününden haberdar olamayacak ve yeteneğini değerlendiremeyecek kadar küçüktüm, aklımda da çok fazla bir şey kalmamış zaten. Sonraları o salonun bizim için bir nevi mabet olacağı konusunda tabii ki bir fikrim yoktu. Kimleri izlemedik ki üniversite yıllarımızda o sahnede; Rana Cabbar'dan Savaş Yurttaş'a, Cezmi Baskın'dan Rutkay Aziz'e, Meral Niron'dan Yeşim Dorman'a, Yaman Okay'dan Altan Erkekli'ye ve daha adını unuttuğum nicelerine. "1871 Komün Günleri"nde Rana Cabbar'ın soyunup uzun donuyla leğene girerek köpürte köpürte yıkanmasını ve "Aladağlı Mıho" oyununda Cezmi Baskın'ın öküz taklidi yapmasını hiç unutamadım. 

Tiyatro demişken, bugün Enis Fosforoğlu'nun vefat ettiğini öğrendim sosyal medyadan. Geçen yıl da ağabeyi Ferdi Merter'i kaybetmiştik. İki kardeşin bu kadar yakın arayla hayatını yitirmesi kader mi, tesadüf mü bilemedik ama çok üzüldüm. Enis Fosforoğlu ile onun haberinin bile olmadığı ama benim hiç unutamadığım bir anım vardır. Sanırım 13 yaşında olmalıyım, bir gün halam elinde üç tiyatro biletiyle çıkıp geldi, Altındağ Tiyatrosu'nda sahnelenen "Hırsızlar Balosu" adlı oyun için. "Teatora"ya özel bir sevgisi olan anneannemi de yanımıza alıp yola düştük. Aylardan Nisan, bahar yavaştan gelmekte, turfanda meyveler tezgahlara yerleşmiş. Yerimiz en ön sırada ve tam ortada. Anneannem, halam ve ben sırasıyla yerleştik, çok geçmedi oyun başladı. Başrolde Enis Fosforoğlu var, çok genç ve inanmayacaksınız ama çok yakışıklı. Ben hayran bakışlarla oyunu izlerken birden kucağıma tombalak bir el uzandı ve bir avuç dolusu can eriği bıraktı. Aynı el, aynı erikle halamın kucağına da uğramıştı ve tabii ki anneanneme aitti. O gün pazardan aldığı turfanda can eriklerini yengemden ona devretmiş büzgülü ve geniş kol çantasına doldurmuş, oyun esnasında da bize ikram etmekteydi. Anneannemin "teatora" kadar karşı duramadığı bir başka şey de her tür yiyecekti. Ve ben de anneannemin teatoraya olan aşkından daha fazla can eriğine aşıktım. Haliyle attım ağzıma birini, kafamı çevirdiğimde aynı şeyi halamın yaptığını da gördüm. Anneannem zaten fütursuzca çiğneyip durmaktaydı. Halam arada bir beni dürtüp, "Yerken ses çıkıyor mu?" diye soruyordu. Haydi ben çocuktum da doktor olan halam nasıl anneanneme uymuştu, hala şaşarım. Biz oyun boyunca anneannemin çantasına sığan muhtemel ki bir kilo eriği, "ses çıkıyor mu?" diye birbirimize sora sora yiyip bitirdik. Sağdan soldan kimse uyarmadığına göre fark etmediler demek ki ama hep düşünürüm  burnumuzun dibindeki sahnede rol kesip duran Enis Fosforoğlu farkedip ağzı sulandı mı? Eğer öyleyse hakkını helal etmesini dileyeceğim şu fani dünyadan ayrıldığı bu günde, o güzel oyun için de bin şükran diyeceğim...

Bu yazıyı dün gece yazdım, sabah yayınlanmak üzere programlayacağım. Siz okurken de İstanbul seçimi başlamış olacak. Dilerim sorunsuz, sıkıntısız bir seçim gerçekleşir ve iyi şeylere vesile olur. Yağmuru yiyip güzelleşen bu güller de sizlere armağan olsun...


28 HAZİRAN (BAĞDAT YOLU)

$
0
0
Antisosyalliğin dibine vurduğum şu günlerde her sabah beynimde çalan bir şarkı ile uyanıyorum. Bugünün payına "Bağdat Yolu" düştü. 

"Bir bakış baktın, kalbimi yaktın
Aşkın kemendini boynuma taktın
Bahçende gülün, kapında kölen
Olmaya razıyım, sevgilim senin

Canım fedadır senin yoluna
Günahların da benim boynuma
Çıkalım senle Bağdat Yolu'na
Sen bir şahinsin, ben garip serçe
Attın kalbime demirden pence

Mehtap senin o güzel yüzünde
Seyretsem ne olur senin dizinde
Bahçende gülün, kapında kölen
Olmaya razıyım, sevgilim senin"

Çocukluğumda bir dönem fırtına gibi esen bir şarkı idi ve o yılların, adıyla müsemma arabesk yıldızı "Yıldız Tezcan" meşhur etmişti. Yıldız Tezcan kuyruklu, takma kirpikli göz makyajı, krapeli siyah saçları, yuvarlak hatları ile fındık kurdu gibi bir kadın olarak kalmış çocuk zihnimde. Türünün tutkunları arasında çok sevilirdi, ünlü bir plak şirketi sahibi olan Mahmut Tezcan ile evliydi, Mahmut sonradan Yıldız'dan vazgeçip Müşerref'i meşhur edecekti ama o iş de uzun sürmeyecek, bir soyadı kavgası yaşanacaktı ex karı-koca arasında. Nasıl ama magazin kültürüm 😃Aile ilişkilerini bir yana koyacak olursak Yıldız Tezcan'ın meşhur edip ardarda diğer şarkıcıların da repertuarına aldığı "Bağdat Yolu" benim için ne Yıldız Tezcan, ne de bir başkasıdır. Bu şarkıyı ne zaman duysam, ne zaman mırıldansam aklıma Deniz Abla gelir. Kaldı ki ergen aklımla arabesk zaten hiç yüz vermediğim bir müzik türü idi. Deniz Abla Babil Kulesi çeşitliliğinde insanın yaşadığı her biri 24 daireli 4 blokluk sitemizde üst kat komşularımızdan birinin kızıydı. Ailemizle ilişkileri bu siteye taşınmadan çok öncesine dayanan kadim bir dostluktu bu. 10 kardeştiler, Deniz Abla ortancalar arasındaydı. Aile içinde ve komşular arasında hamaratlığı, güzelliği ve hanımefendiliği ile anılırdı. Biraz Yıldız Tezcan'a benzer miydi? Belki, onun daha sade, daha naturel haline benzetilebilirdi. Çok severdi bu şarkıyı, arkadaş toplantılarında, özel günlerde güzel sesiyle söylerdi. Aklımdan çıkmayan yönü de "Sen bir şahinsin, ben garip serçe" mısraını yanlış seslendirip "Sen bir şairsin, ben garip serçe" diye söylemesiydi. 

Sonra bir gün nişanlandı Deniz Abla, nişanlısı yurt dışında yaşıyordu ve nikah sonrası o da gidecekti yad ellere. Hepimiz onu en iyi şekilde yolcu etme telaşına düştük, fazla eşya götüremeyeceği için yükte hafif hediyeler peşine düşüldü. Müziği çok sevdiği için tercihi plaktan yanaydı, kaset endüstrisi bu kadar gelişmemişti ve CD diye bir şeyin varlığı bile söz konusu değildi. Anneannem de Deniz Abla'ya bir hatıra vermek istedi, emektar pardösüsünü giydi, yazmasını çıkarıp başörtüsünü taktı, beni de yanına alıp Yenimahalle'nin eve en yakın plakçısında aldı soluğu. Tercih "Bağdat Yolu" idi tabii ki, o kadar özdeşleşmişti Deniz Abla ile. Plakçı anneanneme muhtelif şarkıcıların seslendirdiği "Bağdat Yolu" plaklarını çıkardı ve anneannem hepsini tek tek dinledi, ben sıkıntıdan patladım ama anneannem sağlamcı ve Lassacıydı 😃 Sonunda hangisini aldık hatırlamıyorum ama yol boyu "Oh iyi ettik, dinler kızcağız gurbet ellerde" diyerek geri döndük eve, sonra da götürüp emaneti sahibine teslim ettik. 

Deniz Abla'yı yurt dışına gittikten sonra bir daha hiç görmedim. "Bağdat Yolu"nu oralarda ne kadar dinledi ve ne kadar söyledi bilmiyorum ama bir gün ölüm haberini aldık. Şimdi ne zaman dilime gelse ya da duysam-ki artık çok seyrek çalınıyor-içimde ince bir sızı ile Deniz Abla'yı ve o Babil Kulesi mekanda geçen çocukluğumu hatırlarım. Gökyüzü gibi bir şey işte bu çocukluk, doğru söylemiş şair, hiçbir yere gitmiyor...

Yıldız Tezcan'dan dinleyelim; Bağdat Yolu:


3 TEMMUZ (HAZİRAN OKUMALARI)

$
0
0

Keyifle söyleyebilirim ki sonunda istediğim okuma standardını yakaladım, hatta geçtim bu ay. Bunu biraz da antisosyalliğin dibine vurmama bağlıyorum, ev dışı etkinlik olmayınca yegane oyalanma biçimi kitap okumak oluyor haliyle. Gelelim bu ayın kitaplarına:




-Öncelikle söyleyeyim ki Hakan Bıçakçı'nın daha iyi kitaplarını okumuştum. "İki Rüya Dokuz Gerçek" aradan bir ay geçtikten sonra konusunu bile tam olarak hatırlayamadığım bir kitap diyeyim siz anlayın. Zaten bir novella, aralarda Kutlukhan Perker'in çizdiği desenler kitaba renk katıyor. Kısacası çok fazla beklentiye girmeden, şöyle kısa zamanda eğlenceli bir şey okuyayım diyorsanız, buyrun...



-Türk asıllı bir Alman olan Su Turhan'ın (yanılmıyorsam açılımı Süleyman idi) "Komiser Paşa"sı polisiye sevenlerin ilgisini çekebilir. Münih emniyetinde komiser olan Zeki Demirbilek ve ekibinin içine Türklerin de karıştığı bir dizi cinayeti çözme çabalarının anlatıldığı kitap akıcı ve eğlenceli bir dille yazılmış. Birtakım mantık hataları ve bazı önyargıları gözardı ederek okunabilir...




-Yazar Zeynep Göğüş bir gazeteci ve eski CHP ve CGP milletvekillerinden Ali İhsan Göğüş'ün kızı. "Işık Ülkesinden" isimli kitabında özellikle belirtmese de Rumeli göçüyle başlayarak büyük dedesinden itibaren aile hikayesini anlatmış. Bir nevi ait olma-olamama öyküsü. Dil akıcı, biraz Ayla Kutla tarzı var, biyografi sevenler için ilgi çekici olabilir.



-Okumaya başladığımda hakkında olumlu övgüler aldığım bu kitabı bitirdiğimde "Ben ne okudum şimdi?"şeklinde bir duyguya kapıldım. Esasında konu hayli ilginç, sahip oldukları küçük dükkanda intihar etmek isteyenlere uygun malzemeler satan, karamsar, her şeye olumsuz yönden bakan bir ailenin öyküsü ama bu ailenin bir de küçük oğlu vardır ki, hepsinin tam tersi neşeli, iyimser, enerji dolu bir çocuktur. Ana tema ölüm esasen ama ne ölümün korkunçluğunu hissedebiliyor, ne de olumsuz bir duyguya kapılabiliyorsunuz. Kitap bana hiçbir edebi tat vermedi, komik bir animasyon filmi izliyormuş gibi duyguyla okudum. Zaten animasyonu da yapılmış.




Son zamanlarda okuduğum en keyifli kitaptı "Evcil Hayvanlar", sonu bu kadar müphem kalmasaydı daha da çok sevebilirdim. Londra seyahatinden dönen Emil ve ısrarlı ziyaretçisi Havard ve daha bir çok kişinin komik öyküsü. Havard evde olmadığını sansın diye yatağın altına girmek pek akıllıca bir fikir olmayabiliyor Emil :) Okuyun, eğleneceksiniz...



-Ünlü filozof Spinoza'nın hayatının konu edildiği bir kitap "Dünyanın Başladığı Pencere". Kimi zaman kendi ağzından, kimi zaman yazar aracılığıyla hikaye ediliyor. Beni çok sıktı, sık sık bırakıp tekrar elime alsam da sonunu bulduğumu söyleyemeyeceğim. Karar size kalmış :)





-Sophie Mackintosch'un distopik kitabı "Su Kürü" tüm distopyalar gibi ürküttü beni. Tekinsiz bir okuma oldu, üslup mu, konu mu rahatsız etti bilemiyorum. Yer yer "Lanthimos"un "Köpek Dişi" filmini anımsadım. Erkeklerin zarar vereceği düşüncesiyle insanlardan uzak bir doğa parçasında, terkedilmiş bir konakta yaşayan üç kız ve anneleri babalarından yalnızca sevgiden, erkeklerden ve kendi zaaflarından korkmayı öğrenirler ama günün birinde yaşadıkları yere gelen üç erkek tüm olayların akışını değiştirir. Konu ilginçti ilginç olmasına, okumak da zorlamadı ama nedense sevemedim...






-Nijeryalı yazar Adichie'yi "Amerikana" ile tanımıştım. oldukça iyi bir kitaptı ama biraz gereksiz uzun olduğunu düşündürmüştü bana. "Mor Amber" ise kararında tutulmuş bir roman. Zengin ama aşırı sofu ve baskıcı bir babanın elinde sıkıntılı bir ergenlik yaşayan iki kardeş, Kambili ve Jaja Nijerya'nın yoğun baskı rejiminde ancak halalarının evinde rahat bir nefes alıp yeni duygulara yelken açıyorlar. Okunası bir roman, bu ay en beğendiklerimden...




-Auschwitz'i doğrudan konu etmeden Auschwitz'in üç kuşak insanın hayatını nasıl etkileyebileceğini anlatan, üzerinde çok düşünülesi bir okuma idi "Bir Düşüşün Güncesi". Tavsiyemdir...




-Son derece ilginç bir kitaptı "Sardalyenin Gizemi", keyifle okudum. Bir polisiye intibaı uyandırarak başlayıp sonradan konudan konuya atlayan katmanlı bir okuma oldu. Birbirleriyle aralarındaki akrabalık ilişkilerini çözmekte zorlandığım (zaten kitabın başında bir liste verilmiş) pek çok kişi var kitabın içinde, hepsinin de farklı ve ilginç öyküleri. Bu tarz kitapları seviyorsanız okuyunuz derim...





-Yazar Ambrose Bierce'nin izini sürmek için Meksika yollarına düşen, 20'li yaşlardaki sorunlu oğullarıyla mücadele etmekten yorgun düşmüş öğretim üyesi Dale ve eşi Hoa'nın güzel başlayan yolculuğu çöl sıcağında cehenneme dönecek ve yaşamları tehlikeye girecektir. 
Forrest Gander'in bir oya gibi işlediği ayrıntılı cümleleriyle sakin bir tempodan soluk soluğa bir gerilime uzanan kurgusunu çevirideki bazı cümle düşüklüklerini görmezden gelerek büyük bir keyifle okudum. 
Benim gibi ayrıntılı betimlemeleri seviyorsanız, zamanda ani geri dönüşlerden hoşlanıyorsanız bu "İz"i seveceksiniz...





-Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay'ın kendi kaleminden hayat öyküsü "Bir Ömürden Seçilmiş Tablolar". Magazinel yöne kaçmadan çocukluğundan başlayarak safha safha anlattığı geçmişinde daha ziyade gazetecilik yıllarına ağırlık vermiş. Beni çok fazla çekmedi, Dorsay hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız okuyabilirsiniz, onun dışında bir özelliği yok. 




-Ve ayın son kitabı distopik bir novella. Londra sular altında kalır, savaş çıkar, insanlar birbirini kırar. Yeni doğmuş bebeğiyle bir kadın sürekli kaçak olarak oradan oraya sürüklenir. Sonunda kocasına kavuşur, evine geri döner ama mutlu son oldu mu bilemeyiz. Benim için anlamsız bir okuma idi...

Viewing all 1498 articles
Browse latest View live