Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1481 articles
Browse latest View live

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 5

$
0
0
Not: Ben bu yazıyı o elim patlama yaşanmadan önce yazmış ve otomatik yayınlama tarihi ayarlamıştım. Bu ülkede üç günlük keyiflerin kalıcı olmayacağını, her an yaşanan bir olayla yüreklere yumruk gibi bir acının oturacağını bilmem gerekirdi ama umut ve iyiniyet işte. Altüst olmuş bir ülkede altüst olmuş hayatları tesadüfen yaşıyoruz artık, mevlam encamımızı hayreyleye...

Kısıtlı gezimiz sırasında doyamadığımız Xanthi ve akabinde uğradığımız Porto Lagos'tan sonra Gümülcine'ye doğru yola koyulduk. Kısa süre sonra girdiğimiz şehir tartışmasız bir gerçeği daha ilk anda yüzümüze vurdu: burada Türkler çoğunlukta. Sanki geldiğimiz yer Yunanistan'ın bir kenti değil de Orta Anadolu'da bir şehirdi. Binaların biçimi değişmiş, minareler gökyüzüne yükselmiş, dükkanlarda satılanlar bilindik şeyler olmuş, insan çehreleri tanıdık gelmeye başlamıştı. Şoförümüz arabayı çay bahçesi benzeri bir yerin önüne parketti. Burası Gümülcine Türk Gençler Birliği imiş. Eşim yola çıktığımız andan itibaren hasret kaldığı çaya kavuşurken biz de masalarda frappelerini yudumlayan gençlerin yaş ortalamasının 80 civarında olduğunu tesbit etmekteydik :)


Gençleri frappeleriyle başbaşa bırakıp, sohbeti koyultmak isteyen bir başka genci de zor bela savuşturup Gümülcine (Komotini) sokaklarını keşfe çıktık.


Bu graffiti ilk anda karşımıza çıktı ve gözümüze pek sevimli görünmeyen şehir hakkında umut verdi. Dolaştığımız sürece birkaç duvar resmine daha rastladık ama hiçbiri bu kadar güzel değildi.


Gümülcine de Xanthi ve Kavala kadar sakindi hatta daha bile ıssızdı. Gezimizin Yunanistan'ın bayram tatiline rastlamasının yanısıra Yunan halkının öğleden sonra saatlerini siesta ile geçirmesinin de bu tenhalıkta rolü olsa gerek. Dükkanların neredeyse tamamı kapalıydı.




Fotoğraflardaki kahve, tuhafiyeci ve börekçi pekala Çorum'da, Niğde'de, Yozgat'ta olabilirdi değil mi?




Camiler ve güvercinler...


Çok yeşil değil şehrin içi ama bazı sokaklar böyle sürprizli.



Görebildiğimiz bazı ilginç binaları fotoğraflıyoruz.


Genç arkadaşlarımızın yanına dönerken açık bulduğumuz pastane-kuruyemişçi karışımı bir dükkana girip kahve ve karyoka alıyoruz. Karyoka bu dolaylarda satılan bir tür çikolata, tadı az şekerli çikolatalı browniye benziyor.

Gezimizin son demlerine yaklaştık. İstikamet Alexandropolis (Dedeağaç). Makri köyünden geçerek gidiyoruz şehre, akşam yaklaşmış, insanlar motellerin, yazlıkların balkonlarında keyifteler. İlginç olan sahillerin bomboş oluşu, otel, tesis falan doldurmamışlar bizdeki gibi, tüm kıyılar bakir. Dedeağaç'a geldiğimizde ilk kez kalabalıkla karşılaşıyoruz-ki o da aşırı değil-siesta saati bitmiş olsa gerek. Bizdeki orta halli sahil kasabalarını andırıyor burası. Sahil, cadde, binalar ve paralelinde barlar sokağı. En işlek, en merkezi caddesi Demokrasi Caddesi adını taşıyor ve tam ortasında 2. Abdülhamit döneminde yaptırılmış bir deniz feneri var.



Kentte ayrıca Demokrasi adıyla bir üniversite ve aynı adda havaalanı var. Bir cafede frappe içiyoruz, Kavala'dakinin tadı yok, sıradan.




Cadde boyu dolaşıyor, ara sokaklara giriyor, birkaç hediyelik eşya mağazasına dalıp magnetleniyoruz.




Kim olduklarını ve ne amaçla dikildiklerini anlamadığımız heykellere bir selam çaktıktan sonra Yunanistan'a veda zamanı geliyor. aracımıza atlıyor ve çok geçmeden sınırdan Edirne'ye giriş yapıyoruz. Misafirhanemize dönerken ellerimiz sivrisinek konuklarımız için mamalarla dolu. Yağma yok, bu gece kendimizi yem etmeyeceğiz onlara.

Bitmedi...

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 6

$
0
0
Yunanistan dönüşü yorgun ve sivrisineksiz bir uykunun ardından sabah kızkardeş ve ailesini yolcu edip eşyalarımızı emanete bıraktıktan sonra son bir tur için Edirne'ye yollandık. Eksik kalan yerleri tamamlamaktı niyetim ve Üç Şerefeli Cami ile başladım.


Üç Şerefeli Cami adını farklı boyut, genişlik ve biçimdeki 4 minaresinin 3 şerefeli olanından alır. Bir diğeri 2 şerefeli iken 2 tanesi tek şerefelidir.








Üç Şerefeli Camiin yapımına 2. Murad zamanında, felçli mimar Muslihiddin tarafından 1437 yılında başlanmış ve 10 yılda bitirilmiştir.



Üç Şerefeli Cami'den sonra hemen çaprazındaki Makedonya Kulesi kazısı ve Hadrianopolis surları çevre düzenlemesine bir göz attım.



Bayıldığım Eski Cami'ye bir ziyaret daha yapıp vedalaştıktan sonra ara sokaklarda biraz dolanıp eski evleri fotoğrafladım.


Eski Cami'den Selimiye ve Mimar Sinan heykeline bakış 




Edirne'ye veda etmeden önce son ziyaretimizi Kırkpınar, Sarayiçi'ne yaptık. 2. Murad tarafından yaptırılmış Saray-ı Cedid-i Amire adı verilen saraydan dolayı bölgeye bu isim verilmiş ancak günümüze saraydan pek fazla bir şey kalmamiş, saray mutfakları, hamam ve Cihannüma Kasrı.



Tunca nehri kıyısındaki Adalet Kasrı saraya sonradan Kanuni tarafından eklenmiş ve Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş bir yapı. Zamanında Divan-ı Hümayun (Yargıtay) olarak kullanılmış.



Ve Balkan Şehitliği, Balkan Savaşı'nda Bulgarlara esir düşen ve Sarayiçi'nde aç bırakılarak ölüme mahkum edilen asker-sivil 20.000 şehidin anısına yaptırılmış.

Gelelim er meydanı Kırkpınar'a, buraya neden Kırkpınar denmiş, elbet bir efsanesi var, ben uzun uzun anlatmayım, bilmeyenler şuradan tıklayıp okuyabilir. Aşağıdaki çirkin yapı da sözü edilen pınarın yerine sonradan yapılmış:


Efendim güreşler artık çayırda değil stadyumda yapılıyor:


Stadyum çevresine ünlü güreşçilerin ve ağaların heykeli dikilmiş, ağalar altından, güreşçilerse zenci :)




En komiği ise bu, Kırkpınar güreş davetiyelerine basılan kırmızı dipli mum heykeli, hahaha :)


Kırkpınar ve Sarayiçi gezimizi planımızda yaptığımız değişiklikle kısa kesiyor ve ne yazık ki 2. Beyazid Külliyesi'ni ziyaret edemeden ayrılıyoruz Edirne'den.


Edirne girişindeki pehlivanlara el sallayıp Kırklareli'ne doğru yola koyuluyoruz.


Ayçiçeği tarlaları arasından geçerek 45 dakikalık bir yolculukla varıyoruz Kırklareli'ne ve arkadaşlarımızla buluşmak için fotoğraftaki parkın önünde iniyoruz.


Kakava Şenlikleri bu meydanda yapılıyormuş.



Bu görüntüleri şöyle açıkladı arkadaşımız: "Kırklareli'nin istasyonu var treni yok, uçağı var havaalanı yok" :)


İstasyon Caddesi imiş burası.


Öğlen Kırklareli spesiyali olarak köfte yiyoruz. Bu geziye damga vuran yemek köfte oldu ama henüz en lezzetlisini yemedik. Arkadaşların balkonunda kahvelerimizi de içtikten sonra Babaeski'ye doğru yola koyuluyoruz.


Şansa bakın ki seyahat boyunca yollarda araçların süratinden bir türlü fotoğraflamayı başaramadığım ayçiçeği tarlaları kuzenin evinin tam karşısında bana poz verdiler :)


 4. Murad devrinde inşa edilmiş Babaeski Köprüsü, Ergene nehri kolu üstünde


Babaeski Fatih Hamamı


Cedid Ali Paşa Camii

Babaeski küçük ama şirin bir ilçe, şehirde turladıktan sonra kuzen bana bir sürpriz yapıp doğum yerim olan ve ayrıldığım 1,5 yaşından beri bir daha gitmediğim Meriç'e götürüyor, üstüne üstlük yolda durup ayçiçeği tarlalarına dalmamı sağlıyor:



Evet bu küçücük sınır ilçesi yıllardır görmek istediğim Meriç:


Ve beni bir sürpriz bekliyor, kahvede yıllar önceki evsahibimizi soruyoruz, şaşılası bir şekilde biliyorlar ve evi gösteriyorlar. Tabii benim bebekliğimdeki ev yenilenmiş ama bahçe aynı duruyor.


Şu pembe bina



Burası da bana hep anlatılan, evsahibimiz hanımın bir yandan örgü örüp bir yandan benim peşimden koştuğu, babamın ektiği sebzelere gübre diye döktüğü keçi moklarını zeytin sanıp yemeğe kalktığım bahçe. İnanılmaz bir hatıra olacak benim için, kapıyı çalıyorum, yaşlıca bir hanım açıyor, adımı söyleyince çığlıklar atarak boynuma sarılıyor. Çoktan vefat etmiş evsahibimizin o yıllar yeni yetme olan kızı bu, neredeyse ağlaşacağız, öyle duygusal anlar. Hal hatır sorup biraz sohbet ettikten ve küçücük şehirde kısa bir tur attıktan sonra bana bu güzel anları yaşatan kuzene müteşekkir ayrılıyoruz Meriç'ten.


Burası tamamı kadraja sığmayan, dünyanın en uzun köprüsü olan, 1238 metrelik ve 172 gözlü, Ergene nehri üzerindeki Uzunköprü. 1427-1443 yılları arasında, 2. Murad'ın emriyle Mimar Muslihiddin Efendi'ye yaptırılmış. Çevresi çeltik tarlalarıyla kaplı ve ortalık o tarlalarda kurbağa avlayan leyleklerle dolu.


Leylekler beslenirken biz aç mı kalalım, eski Fenerbahçe oyuncusu Aydın'ın her çeşit Fenerbahçe objesiyle dolu (buna garsonlar da dahil) mekanına gidiyor ve hayatımda yediğim en güzel köfteyi yiyoruz.


Babaeski'de günü sonlandırıyor ve ertesi gün İstanbul'a doğru yola çıkıyoruz.


Otobüs köprüden geçerken Boğaz'ın en sevdiğim yerine göz atmasam olmaz.


Çiya'da beslendikten sonra Kadıköy'de Lale ile buluşup tren vaktine kadar Haydarpaşa manzaralı sohbet ediyoruz.


Haydarpaşa ile başladığım seyahati Haydarpaşa ile noktalıyorum. Bu kez akıllandık, metro ile Kartal'a kadar gidip oradan taksiyle Pendiğe geçiyor ve trenimize yerleşiyoruz.


Bu yazı da tren penceresinden dün hevesle açılışı yapılan, Kocaeli'ni Yalova'ya bağlayan Osmangazi Köprüsü ile bitsin. Yüreklerimizin yanmadığı huzurlu günlerde yeni bir seyahatte buluşmak üzere...

HAZİRAN OKUMALARI

$
0
0
Haziran kitap okuma sayısı ve kalitesi açısından biraz verimsiz bir ay oldu. Araya Ankara'ya geliş halleri, toparlanma, tatil falan da sıkışınca istediğim düzeyde okuyamasam da Goodreads Challenge'ıma sayı olarak yetişmiş durumdayım, 120 kitap planlamıştım, haziranı 60'la kapattım, yarıladım yani.


-Haziranın ilk kitabı Mayıs ayından sarkan bir kitaptı: Kremlin Kadınları. Gazeteci Larisa Vasileva'nın kaleme aldığı kitapta Ekim Devrimi'nin oluşmasında ve SSCB'nin kurulmasında aktif olarak katkıda bulunan Sovyet kadınlarının yaşam öyküleri ele alınmış. İlginç ve önemli bir kitaptı, tek sorun puntolar ve aşırı ayrıntı oldu. Daha sade bir dil ve büyük punto okumayı kolaylaştırabilirdi. 


-Sylvia Plath'la gecikmeli edebi tanışmamı Sırça Fanus ile yaptım. Depresif ama okunası bir kitaptı. Ha bir daha Sylvia Plath okur muyum, okumam ama bu kitabı sevdim. Haziran okumalarının en iyilerindendi.


-95 sayfalık "bir küçücük fıçıcık"tı ama içi şeker tadındaydı, en severek okuduğum kitap bu oldu Haziran'da. İzlediği filmleri dramatize ederek anlatan ve bu yeteneğini bir gösteriye dönüştüren Maria Margarita'nın öyküsü, okuyun siz de seveceksiniz. Şilili yazarlar beni yanıltmıyor.


-Dağılmış bir aileyi farklı aile bireylerinin gözünden anlatmış Kerem Görkem "Aile Fotoğrafı"nda. Okusanız pişman olmaz, okumasanız bir şey kaybetmezsiniz.


-40 yaşındaki bir kadının ölen annesinin ardından duygularını dile getirdiği "Bu da Geçecek"in ilk yarısını İstanbul'a giderken, ikinci yarısını da İstanbul'dan dönerken trende okudum. Çok etkilemedi beni, "eh" diyebilirim.


-"Cüceler" evli, çocuklu, orta yaşlara yanaşmış bir kadının varolma ve kendi başına ayakta kalma savaşını bir başka kadının ağzından anlatıyor. Okunabilir düzeyde ve akıcı bir kitaptı.


-Normal şartlarda bu kitabı okur muydum bilmiyorum ama gittiğim şehirlerden anı olarak bir kitap satın alma alışkanlığım Edirne'de kitapçıya denk gelmeyince Migros'ta bulabildiğimin en ehvenine yöneltti. Şaşırtıcı bir biçimde iyi bir anlatımla karşılaştım sıradan insanların konu edildiği öykülerde, ellinize geçerse okuyun :)


-Ayın en kötü kitabıydı diyebilirim. Kahramanlarının gay olması dışında etkileyici yönü olmayan öyküler toplamıydı.

Temmuz okumalarında görüşmek üzere...

SERGİLERDEN

$
0
0
Tatil bitmese de bayram bitti şükür. Rutinin dışına çıkan ve benim evden çıkamadığım her zaman dilimi içimi sıkar, buna bayramların yanısıra pazar günleri de dahildir. Bu bayram da pek yavan geçti, öncesinde ülkece yaşadığımız üzücü olaylar zaten kutlayacak takat bırakmamıştı, bayram süresince de kızkardeş ve ailesiyle iki komşu dışında kapımızı çalan olmadı, biz de kimsenin kapısını çalmadık şükür. Zaten herkes şehir dışında, tatildeydi. Ben de bol bol kitap okudum.

Geziydi, kitaptı, bayramdı derken blogu da tatile soktuk. Üzerindeki mahmurluğu atsın diye dürttüm bugün, Haziran sonunda Cermodern'de açılmış üç sergiyi gezmiş yazamamıştım, haydi dedim bununla uyansın blog uykudan.

İlk sergi TC Merkez Bankası sanat koleksiyonundan oluşan "Başyapıtlar" isimli resim sergisi idi ve pek güzeldi:


Devrim Erbil


Komet


Mehmet Güleryüz


Özdemir Altan


Erol Akyavaş


Nuri İyem



Zeki Faik İzer


İkinci sergi "Yolda" isimli bir gezici fotoğraf sergisi idi. 6 fotoğraf sanatçısının 6 farklı bölgede çektiği Akdeniz göçebeleri ve yaylacı çobanlarını anlatan fotoğraflardan oluşuyordu.


Barış Koca'nın Sarıkeçili Yörükleri'ni konu aldığı fotoğraflarından, artık çok az bulunan sarı keçi


Wassim Ghozlani'nin Tunus'un göçebe yaşamından fotoğrafları: Anne deve ve yavrusu


Lübnan hayvancılığı, Asaad Saleh


İspanya yaylacılığı, Gema Arrugate


Yunanistan çobanları, Stamos Abatis

Bir diğer fotoğraf sergisi 1890-1950 yılları arasındaki Peru'yu tanıtan "Peru'nun Belleği" idi:







Hazır gelmişken Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin yılsonu sergisini de geziverdik:




Geçmiş bayramınızı kutluyor, yeni sergilerde buluşmak üzere diyorum...

GÜNLER SONRA

$
0
0
O malum gecenin üstünden 10 gün geçti, etkileriyse hâlâ üstümüzde. Kâbus gibiydi, nasıl unutalım ki. Pencereden giriverecekmiş gibi üstümüzden durmadan geçen jetler, helikopterler, bombalar, taramalar, sonik patlamalar aklımızı başımızdan aldı, bir korku filminin figüranlarıydık adeta. Evimiz Meclis ve Genel Kurmay'a yakın olunca haliyle çok daha fazla etkilendik. Ömrü boyunca 2 darbe, bir muhtıra, birkaç darbe girişimi yaşamış ve mağdur olmuş bir talihsiz kuşağın bireyleri olarak darbe dendi mi kaçacak delik arayan insanlardık ama böylesini de hiç görmemiştik. Tüm ülkeyi altüst eden bu girişimin düzenleyicileri için tek bir bedduam var, tüm anaların ahı üzerlerine olsun. 

Oysa ne güzel başlamıştı o gün, bu aralar yanımızda olan babamı da alıp yüksek hızlı trenle günübirlik bir Eskişehir gezisi yapmıştık. Yorgun ama keyifli dönmüş ve ben bloga yazacağım gezi yazısını kafamda tasarlamaya başlamıştım ki jetlerin sesleri de başladı. Haliyle blog, yazı, gezi unutuldu, günlerdir tek satır yazmak içimden gelmedi. Ve bugün artık dedim ki, yeter. Silkeleneyim ve gündelik hayata, dolayısıyla da 17 gündür ıssız kalmış bloga geri döneyim. Gecikmiş bir Eskişehir yazısı okumaya gönüllü müsünüz, e haydi o zaman, buyrun:

8.40 treniyle yola çıkınca 10.10'de Eskişehir garındaydık. Öncelikle gara çok yakın mesafedeki Tülomsaş (Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi A.Ş.)'da sergilenen "Devrim Otomobili'ni görmeye gittik. Yolüstü çok sevdiğim istasyon görüntüleri vardı tabii ki;





Devrim otomobilinin öyküsünü biliyorsunuzdur herhalde, bilmiyorsanız buraya TIK. Tülomsaş girişinde kimliğinizi bırakıyorsunuz ve camekan içinde sergilenen otomobili görebiliyorsunuz. Biz de gördük, sağını solunu inceledik ve ayrıldık oradan, hüzünlü bir öyküydü Devrim otomobilinin öyküsü. 



Köprüler ve heykeller cenneti Eskişehir'in göbeğinden geçen Porsuk nehri boyunca yürüyerek Adalar'a doğru yol aldık. Niyetimiz "Hayaller Venedik, gerçekler Eskişehir" söylemini gerçekleştirerek gondolla Porsuk'da bir tur atmaktı, tıpkı aşağıdaki çift gibi:



Ancak vakit öğlen olmuştu, gondolcular yemeğe çıkmak üzereydi, saat 13.00'de gelmemizi söylediler, madem öyle biz de yemek yiyelim dedik, haliyle Eskişehir'de olunca tercih "çi börek"ten yana oldu. Daha önceki gelişimizde "Papağan"da yemişliğimiz vardı, bu defa turistik olmayan bir yer olsun diye düşündük, tavsiye üzerine "Ada Piknik"e gittik. Sonuç hüsrandı, yediğim en kötü çi börekti diyebilirim. 


Yemek sonrası çi börekleri mideye yerleştirebilmek için Doktorlar Caddesi'nde kısa bir tur atıp gondol sefasını gerçekleştirmek için Porsuk kıyısına yollandık.




Porsuk yosunlu, gondol turu kısa idi, gondolcumuz "O sole mio" ya da "Santa Lucia" söyler diye bekledik ama o tur boyunca cep telefonundan arkadaşıyla konuşmayı tercih etti. 

Vaktimiz daralıyordu, gondoldan inice babayı bir çay bahçesine dinlenmesi için oturtup biz Odun Pazarı'na doğru yola düştük. Yürüyerek gidebileceğimizi söyleyenlere iyi ki rağbet etmeyip tramvaya binmişiz zira o sıcakta epey taban tepecekmişiz. İndiğimiz durakta yol sorduğumuz bir genç kızın peşine takılıp "Balmumu Heykel Müzesi"ne yollandık. Önce "Atlı Han"a girdik, birkaç lületaşı Eskişehir hatırası aldık. 


Odunpazarı'nı daha önce detaylı olarak gezdiğimiz için fazla oyalanmadan müzeye gittik.




"Yıkılmadım, ayaktayım" diyen binanın yanından aşağı doğru inip açılma saati yeni gelmiş müzenin önündeki kuyruğu eklendik, çok beklemeden içeri aldılar, gezmeye başladık. Herkes oradaydı, bazıları çok benziyor, bazıları az benziyor, bazıları hiç benzemiyordu.


Hürrem ile Sülüman'ı :) 


Rengim Gökmen olduğunu iddia eden şefin arkasında biraz şişmanlamış ve yaşlanmış Gürer Aykal 2. orkestrayı yönetirken Nazım Hikmet düşüncelere dalmış, TC'nin gelmiş geçmiş cumhurbaşkanları ise konser dinlemekte idiler. 


Atatürk heykelleri genel olarak başarılı idi, ışık boy çekimine mani olunca yakın çekimi tercih ettim. 


En başarılı canlandırmalardan biri Gülriz Sururi, Engin Cezzar çifti idi.


Nasreddin hocamızla kürküne baklava yedirirken vedalaşıp Zeki Müren'le çektirdiğimiz fotoğrafı almak için çıkışa yürürken Tüm heykellerin yaratıcısı Yılmaz Büyükerşen'e iş başında rast geldik, kendine çok benzemişti :)


Müze Odun Pazarı'nın ön cephesinde, cadde üstündeki restore edilmiş binalardan birinde, giriş 4 lira. Bir-iki bölüm dışında flaşsız fotoğraf çekmek serbest. Yasak olan bölümlerde ise arzu ederseniz müzenin fotoğrafçısına 5 lira karşılığında istediğiniz balmumu heykelle fotoğrafınızı çektirebiliyorsunuz (biz "tren, Zeki Müren" dedik :). Müzenin tüm geliri eğitim amaçlı kullanılıyor. 

Müze gezisi bitince babamızı oturduğu çay bahçesinden alıp Haller Gençlik Merkezi'ne gittik son olarak, in cin top oynuyordu. 


Birer çay içtikten sonra dönüş vaktimiz geldiği için gara doğru yola koyulduk. Son fotoğrafımız bir inşaat duvarını şenlendiren bu graffiti oldu. 


Eskişehir güzel bir şehir, vaktimiz kısıtlı olduğun için uzak yerlere gidemedik, turist ağzıyla "bir daha gelecek ben" diyerek yazıyı bitiriyor ve ülkemizin başına gelen son kötü olay olsun, huzur ve barış içinde yaşayalım diyorum...

TEMMUZ OKUMALARI

$
0
0
Temmuz ayı tam da ortasında devasa bir fil gibi aniden üzerimize oturunca içimizdeki boğuntuyu atmanın yegane ilacı kitaplar oldu. Son yılların en zorlu ayının en güzel yanı normal şartlarda okuyamayacağım miktarda (20 tane) kitabı devirmek oldu. Tatsızlıklar geçmiş gitmiş olsun, kitaplar hep hayatımızda kalsın diyerek dizelim altalta rekoltemizi:

 
Bu kitap Freud'un ve onun 4 kızkardeşinin gerçek öyküsünden uyarlanmış. 2. Dünya Savaşı sırasında ülke dışına çıkmasına izin verilen Freud yanında götürecekleri listesine kız kardeşlerini eklemez ve onların toplama kamplarında yaşamları sona erer. Geri dönüşlerle anlatılmış bu acı öyküde Freud ve ailesinin yanısıra pek çok ünlüye de rastlıyorsunuz. İç acıtsa da iyi bir kitaptı, öneririm.


Haldun Dormen'e oyuncu olarak bayılmasam da organizatör yanı ve Türk tiyatrosuna verdiği emekler, kazandırdığı sanatçılar yönünden takdir ederim.  Anılarının daha önceki yayınlanmış bölümlerini okumuştum. Bu son kitabı almayı düşünmüyordum ama kız kardeşte mevcutmuş, o sayede okudum. İlk iki kitap daha ilgi çekiciydi demekle yetineceğim.


"Bir Solgun Adam" bayram günlerinin rutin dışı sıkıcılığını ortadan kaldıran bir avuntu oldu.  Yaşam bezginliğini kendini farklı yerlere savurarak dindirmeye çalışan Mehmet Taşçı'nın yalnızlık destanını oya gibi işlemiş kuytuda kalan şahane yazarımız Seçuk Baran. Bu ara okuduğum en iyi kitaplardan biriydi diyebilirim...


İtiraf edeyim Kürşat Başar'ı pek sevmem. 1-2 kitabını okumuşluğum var elbet, ona dayanarak söylüyorum. Anılarını kaleme aldığı bu kitabı okumayı da düşünmüyordum açıkcası, yine kız kardeş aracılığı ile geçti elime ve yaz sıcağında kolay bir okuma olsun diye çevirdim sayfalarını. Sonuç, okumasam da olurmuş...


Jean-Louis  Fournier'i en çarpıcı kitabıyla tanıyacakmışım. 100 sayfaya bile ulaşmayan bu kitabın etkileme kapasitesi kalınlığıyla ters orantılı idi. Hem fiziksel, hem zihinsel engelli iki çocuğa sahip bir babanın mizah sosuyla sarmalanmış acı çığlıklarıydı her cümlesi. Ekşi Sözlüğün "güldürürken bıçaklıyor" tabiriyle tanıttığı kitabı mutlaka okumalısınız.


"Öykü mü, roman mı?" diye sorsalar hiç düşünmeden roman derim.  Zira son yıllarda okuduğum başı-sonu belirsiz, postmodern öykümsülerden ikrah getirdim. Lakin ismi kadar ilginç bu kitaptakileri sevdim. Bana öykü okuma keyfimi tekrar kazandırdı. Öneririm. 


Muhtaçlara yemek hazırlayıp her öğlen dağıtan bir kilisenin papazı görevli olarak bir günlüğüne kiliseden ayrılınca olan olur, tüm çirkeflerin üstü açılır, pislikler ortaya dökülür. Okunabilir düzeyde idi...


Jean-Louis Fournier'i sevdim ya bir kere, külliyatı elden geçirmem şart oldu. Yazarın engelli çocuklarını anlattığı "Nereye Gidiyoruz Baba?"dan sonra alkolik bir doktor olan babasını anlattığı bu kitap da diğeri kadar olmasa da ilginçti.  Fournier'i sevelim, yazdıklarını okuyalım derim :)


Polisiyeye geçtiğime göre ayın ortasına geldiğimizi ve o kötü geceyi yaşadığımızı tahmin etmişsinizdir. Kafayı ancak polisiye dağıtır mantığıyla aldım elime Armağan Tunaboylu'un kahramanı Metin Çakır'ın maceralarını anlattığı Resim Cinayetleri'ni. Esasen yanlışlıkla 2. kitaptan başlamışım ama pek farkeden bir şey olmadı. Kahramanımız sözüm meclisten dışarı bir pezevenk ve kitap son derece eğlenceli. Kafa dağıtmak isteyenlere ve polisiye sevenlere tavsiyemdir.


Evet araya yine bir Fournier alıyoruz. Temmuz ayı Fournier ayı oldu görüldüğü gibi. Yazar bu defa ölen eşine bir ağıt düzmüş ama o drama hiciv katan bir yazar. Etkilenmemek mümkün değil.


Daniel Pennac en sevdiğim yazarlardan biridir ve bu kitabı da beni yanıltmadı. 12 yaşından 87 yaşına kadar bir bedende neler olur, neler eklenir, neler biter, her zamanki mizahi diliyle öyle güzel tutmuş ki bedenin güncesini Pennac, keşke kadınlar için de böylesi bir kitap yazan çıksa. Bu yılın en iyi kitaplarının başında yer alacak...  


Yukarıda sözünü ettiğim Metin Çakır polisiyesinin ilk kitabı "Yıldız Cinayetleri" imiş, ben dalgınlıkla 2.den başlamışım. Fikrim değişmedi, gayet eğlenceli...


Brezilyalı yazar Francisco Azevedo'nun bir aile öyküsü anlattığı Palma'nın Pirinci Temmuz ayının ruha lezzet katan kitaplarından oldu. Latin Amerikalı yazarların çok azı beni yanılttı, büyülü dünyalarını kalemleriyle çok güzel yansıtıyorlar. Okuyunuz...


"Pir-i Lezzet"in adını nerede duydum, kimde gördüm hatırlamıyorum ama almakla ve okumakla çok iyi ettiğim bir gerçek. Osmanlı  mutfaklarında geçen bir aşk, yemek ve entrika öyküsü, adı kadar da lezzetli.


Aylin Balboa'nın öykülerini okuduktan sonra insan aklen, fikren, kalben uçabileceğine inanıyor.  İlginç saptamalar, şaşırtıcı ve yer yer insanın içini acıtıcı öyküler var.


Bu ay okuduğum kitaplar arasında beni tatmin etmeyen tek kitap bu oldu sanırım (bir de yarım bıraktığım var, itiraf edeyim). Dünyaca ünlü folklor uzmanı Pertev Naili Boratav'ın torunu olan ve Fransa'da yaşayan yazar dedesinin anılarının izini sürmek için bir Türkiye yolculuğuna çıkıyor ama dil karmaşık, kurgu bir tuhaftı. Kısacası sevmedim.


Bir önceki kitabı "Venüs"ten sonra Şebnem işigüzel okumamaya karar vermiştim (Venüs'e herkesin bayıldığını, benimse hiç sevmediğimi bir ön fikir olarak belirteyim şurada dursun:) Ama merak kediyi öldürürmüş, herkesten methini duyunca okumama kararımı rafa kaldırıp aldım elime Gözyaşı Konağı'nı. Başta iyi giderken ortalara doğru İşigüzel'in tüm kitaplarında olan oldu ve okumam sekteye uğradı, kafam karıştı, tökezledim. Yok ben Şebnem İşigüzel okuru değilim sanırım. Üstü kalsın.


İtiraf edeyim kapağın güzelliğine aldandım kitabı alırken. Gel gör ki kapaktaki şirinliğin yerini içerikteki tekinsizlik, ürkütücülük alıverdi. Uzun zamandır babalarıyla yaşayan iki kardeşin babalarının ani ölümünden (daha doğrusu intiharından) sonraki hayata tutunma çabaları var kitapta ama bilindik bir çaba değil bu. Blogumu okuyanlar arasında "Köpekdişi" filmini izleyenler vardır muhakkak, işte bu kitap sanki onun daha hafif yazılmış bir müsveddesi gibi. Bu tarz kitaplardan hoşlanıyorsanız buyrun okuyun. 

 

"Varoş" bir ilk kitap, içindeki öyküler sıradan insanların öyküleri, okuduğuna pişman etmeyen ama okunmadığında bir eksiklik duyulmayacak türden bir kitap.



Temmuz ayının ve Jean-Louis Fournier'in son kitabı "Son Siyah Saçım" oldu. 60 yaşına gelen yazarın gençliğine övgü, yaşlılığına ağıt gibi alaycı bir dille yazdığı kitap tipik bir Fournier kitabı ve diğerleri kadar güzel. Ne demiştik zaten, Fournier'i sevelim, okuyalım...


Son olarak "Vefasız Peri", yukarıda bahsettiğim yarım bıraktığım kitap. Oysa yazarın "Şehirler Kitabı"nı severek okumuştum. O referansla almıştım kitabı. Sanırım Türkçe tercümeyle özelliğini yitiren kelime oyunları konuya dahil olmamı engelledi. Ben sıkıldım, sizi bilemem...

Sonuncuyla birlikte toplam 21 kitap sığmış Temmuz ayına ve ne güzel ki çoğunu severek okumuşum. Hem kalite, hem kantite yönünden verimli bir ay olmuş, darısı diğer aylara...



AYNA AYNA SÖYLE BANA

$
0
0

Devamlı takipçilerimin malumudur, annemin ölümünden bu yana yazlarımı Ankara'da, boş duran babaevimde geçiriyorum. Derdim sıcaklardan kaçmak ve burada yaşayan sevdiklerimle daha sık birarada olmak, yoksa benim için her daim "home home sweet home". İlkgençliğim bu evde geçti, evlendikten sonra şehir dışına taşındım ama evle bağlantım tatiller, izinler, düğün-bayram, hastalık-ölüm gibi nedenlerle hiç kopmadı. Yıllar içerisinde ev benim ilkgençliğimi geçirdiğim ev olmaktan çıktı; mobilyalar defalarca yenilendi, perdeler değişti, mutfak ve banyo tadilata girdi, kış günlerinin hem sıcak dostu hem azabı olan emektar Şakir Zümre soba yerini mağrur duruşlu kat kaloriferine terkedip arka bahçedeki kömürlükte müebbet hapse mahkum oldu. Evin duvarları bile modaya uydu, annemin babamı aklına geldikçe sıkıştırıp boyattığı plastik badanadan alçılı sıvaya terfi etti. Pembe iç duvarlı küçük, şirin buzdolabımız, bizden çok komşulara hizmet etmekten laçka olan elektrikli fırınımız, yıllar sonra evimizde izleme mutluluğunu bize bahşeden Telefunken marka, üzeri dantel örtülü TV'miz, çamaşır günlerini azaba çeviren merdaneli çamaşır makinemiz, annemin kavuşmayı sabırla beklediği küçük bir robota benzeyen elektrikli süpürgemiz, Siera marka, siyah-beyaz zarif radyomuz ben gurbet ellerdeyken çoğuna veda bile edemeden elektrikli aletler mezarlığını boyladı. Her ziyaretimde yeni bir mobilya, yeni bir beyaz eşya ile tanıştırıldım, ev giderek benim bildiğim yuva değil, bir nevi pansiyona dönüştü. Yıllar öncesini anıştıran artık kapakları çatlamaya başlamış formika bir gömme dolap ve bu eve taşınırken alınan yemek odası takımının konsolu kaldı. 

Havalar çok sıcak gidince her zaman yattığım batıya bakan odadan nisbeten serin olan yan taraftaki küçük odaya taşındım. Orası eskiden benim odamdı, evlenip evden ayrılınca annemlerin yatak odasına dönüşmüştü, şimdilerde ise bir nevi konuk odası olarak kullanılmakta. Yıllarca iki odalı bir evde salondaki somyaya her akşam serdiği yatakta yatmak zorunda kalan, ders çalışmak için soğuk odalarda mücadele veren biri olarak sonunda kendime ait bir odaya kavuştuğum için Virginia Wolf'dan bile daha mutlu idim. Gönlümce döşediğim oda evden ayrılana kadar benim sığınağım oldu ve çok sevdim. Dün sabah o yıllarından eser kalmamış görüntüsüne uyandığımda yatağın bitişik olduğu radyatörün üstündeki ayna dikkatimi çekti. Daha doğrusu radyatörün üstüne yerleştirilmiş mermerin kırık noktasına bakarken gördüm onu. Tam da oraya rastgele-muhtemelen toz alırken, üstelik tarafımdan-konulmuştu. Gündelik hayatın hayhuyu içerisinde elime aldığımın ne olduğunu bile farketmemişim demek ki. Ayna benim ilkgençliğimin aynasıydı. O odanın içinde, benden kalan yegane şeydi. Tepesine çift başlı bir kartal motifi yerleştirilmiş-sanırsın Selçuklu saray kapısı-alt kısmında birbirine küs gibi duran iki tavuskuşunun kasıntılık yaptığı kararmaya yüz tutmuş üzüm salkımlı pirinç çerçevesi, yılların tozunun temizlemeye imkan bırakmayacak şekilde dokuyla kaynaştığı istiridye biçimi ayaklığı ve lekelenmiş aynasıyla moda olduğu zamanlara aklı erenlerin hemen hatırlıyacağı bilindik bir obje. Elime aldım, yüzüme baktım. Aynaya yılların kondurduğu beneklerle yüzüme yılların kondurduğu çizgiler birbirine karıştı. O mu daha çok yaşlanmış, ben mi fazla kurcalamadım, koydum kırık mermerin üstüne, kafamı yastığa, kafamın içini de yıllar öncesine bıraktım.

Babam getirmişti aynayı. Babam zaten eve birşeyler almaya bayılırdı, annemse aldıklarını fuzuli masraf olarak niteleyip söylenir, üstelik kullanmaz bir yere kaldırırdı. Adamcağız hevesle aldığı tabakları, bardakları, süs eşyalarını ortada görmeyince dertlenir, konu komşuya "ben alıyorum, hanım en gizli köşeye saklıyor" diye şikayetlenirdi. Öyle ki artık onu elinde paketle gören mahalle esnafı, komşular "oo yine sandığın dibine konacak bir şey almışsın" diye dalga geçerdi. Bu defa öyle olmadı ama, aynaya ihtiyacım vardı, daha büyük ve daha sade bir şey arzulasam da bununla yetinmeyi bilmiş ve hemen tuvalet masama yerleştirmiştim. Tuvalet masam dediysem aklınıza gerçek anlamda bir tuvalet masası gelmesin. Her nasılsa eve taşındığımızda bulduğumuz, tahtadan çakılmış, üç ayaklı, üçgen tablalı masamsı bir şeydi. Babam üzerinde biraz oynayıp sağlamlaştırmış ben de üstüne perdelerimle takım, kahverengi üstüne sarı ayçiçeği desenleri olan bir kumaştan örtü dikmiştim, pek de sevimli olmuştu. Eve taşındığımız ay üniversiteye başladığım aydı aynı zamanda. Üç yılımı en ufak bir toleransı olmayan öğretmenlerin elinde, katı disipliniyle manastırı andıran bir kız lisesinde geçirdikten sonra üniversite hayatı özgür yaşamın başlangıcıydı benim için. Her sabah erkenden kalkar, aynamın karşısında acemice makyajımı yapıp giyinir ve hevesle okula koşardım. Haydi madem "itiraf.com" tadındayız, şunu da söyleyim, merdivenlerden çıkarken her seferinde kafamı kaldırıp okulun adının yazdığı tabelaya bakarak sevinirdim. Şimdi buradan bakınca ne kadar çocuk, ne kadar naif olduğumun farkına varıyor ve kendime gülüyorum. Üstelik o okulda yaşayacağımız kötü günlerin henüz farkında bile değildim. Ankara baharlarının mis kokusunu bir müjde gibi havaya saldığı zamanlardı en sevdiğim, aynayı beni beklemesi için evde bırakıp çıkar, bahçe duvarlarından leylak çiçeklerinin sarktığı sokaklarda adeta uçarak yürürdüm. Kaldırımlar daha taze, binalar daha yeni, konu-komşu, dükkan sahipleri daha gençti, ben daha umutlu. Gencecik yaşında kalp krizine yenik düşen matbaacı henüz ölmemişti, dükkan camından kaçamak bakışlar atardı geçerken. Şimdi önünden her geçişimde ayağa kalkıp asker selamı veren ihtiyar bakkal o zamanlar benim bu zamanki yaşımdan daha genç ve daha pisti. Dükkan sinekli bakkaldan beterdi, karısı kendinden beter. Zorunlu kalmazsak sakız bile almazdık, bizim bakkal evimizin altında idi, öfkelenince yüzü doğal rengi olan kırmızıdan bordoya dönen Ahmet bakkal. Çok kızdırdık mı, "Zıkım yin!" diye kovardı bizi dükkandan ama hiç aldırmazdık, komşumuzdu ve severdi bizi. Artık yok, bakkal kapandı, kendi nerelerde kimbilir? İki dükkan sonra ayakkabı tamircisi Barış vardı, kel kafalı bir Tatar. Adı da Barış değildi zaten, dükkanın tabelasında afili bir yazıyla "Kunduracı Barış" yazardı, kimse adını bilmezdi, herkes için Barış'tı. Artık o da yok, bina yıkıldı, yerine yapılanın alt katı modern zamanların gereği "Rant A Car" oldu. TV tamircisi, kuruyemişçi ve camcı, hepsi mazinin karanlığında kayboldular. Nişan ve düğün fotoğraflarımı çeken stüdyo el değiştirdi, sıradanlaştı. Vitrini hepsi birbirinin aynı, garip pozlar vermiş gelin-damatların devasa posterleriyle dolu, yıllardır aynı yerde hiç değişmeden yaşlanıyorlar. Akasyalar büyüdü, apartmanların boyunu aştı, her yaz başı inatla çiçek açıp her yaz sonu o çiçekleri caddeye, kaldırımlara, evlerin açık balkon kapılarından içeriye savuruyorlar. Hala çok yağmur yağdı mı caddeden seller akıyor, her seferinde komşu Eray ablanın karşıdan karşıya geçmek için taksi tuttuğu geliyor aklıma, gülüyorum. Hayat inatla sürüyor, biz farkına varmadan değişiyoruz.

"Ayna ayna söyle bana, var mı benden şaşkın şu dünyada?"

ANKARA KAZAN, BEN KEPÇE

$
0
0
Son paylaşımımdan 10 gün sonra tekrar merhaba. Madem bu kadar ara verdim dönüşüm muhteşem olsun. Birazdan sizi fotoğraf yağmuruna tutacağım, sabrınız için şimdiden teşekkür eder, es geçmemenizi dilerim. Zira bir süre sonra fotoğrafta gördüğünüz yerlerin bir çoğu kentsel dönüşüm ve rant kurbanı olup yokolacak.

Bilenler bilir Ankara'da olduğum günlerde kızkardeşle ara sıra eski mahalleleri dolaşır fotoğraflarız. Bizimki arşivcilik, geçmişe saygı, kentin dokusunu keşif duygularının karışımı. Geçen yıllarda gezip fotoğrafladığımız pek çok semtin, binanın yerinde yeller esiyor şimdi, o yüzden çekelim geleceğe miras kalsın diyoruz. Bugün Cebeci'den Kale'ye uzanan uzun bir yürüyüş yaptık, bunca yıldır Ankara'yla ilişkisi olan bir kişi olarak görmediğim yerleri gördüm, şaşırdım, hüzünlendim. Haydi beraber gezelim.


Gördüğünüz 3 katlı apartman-ki artık cadde boyunca en fazla 10 tane kalmış-Cebeci'nin ilk meskenlerinden. Memurların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla inşa edilmişler, önceleri yerlerinde tek katlı evler varmış ya da boş arsalar. Çok geçmeden bunlar da tarihin derinliklerinde kaybolacak, yerinde çirkin kazulet binalar yükselecek.

Dikimevi'ne doğru yürüyüp Dörtyol'a ulaşıyoruz, tam bir keşmekeş. Devasa inşaat makineleri banliyo treni istasyonlarında faaliyetteler. Toz, gürültü ve kalabalıktan sıyrılıp eski Konservatur binasına doğru yöneliyoruz. Konservatuar Hacettepe Üniversitesi'ne bağlanıp Beşevler'e taşındıktan sonra bu eski taş bina Mamak Belediyesi tarafından kullanılmıştı, şimdi de Mamak Kültür Merkezi olarak hizmet veriyor. Ben çok küçük bir çocukken anneannem ve dayımla birlikte birkaç yıl Konservatuar'ın arka tarafında dedemin yaptırdığı evde oturmuştuk. Sonra o ev Site Öğrenci Yurdu'nun inşaatı için istimlak edildi. O nedenle bu civarın çocukluk anılarımda özel bir yeri vardır. Anneannem çocuk bahçesi vaadiyle beni öğle uykusuna yatırır sonra da parka götürürken mutlaka Konservatuarın önünü mekan tutan kozhelvacıdan ortasındaki kuş kabartması nedeniyle "kuşlubaş" dediğim kağıt helvayı alırdı. İşin tuhafı ömrümün birkaç yılını bu semtte geçirdiğim halde Konservatuar binasının içini ilk kez bugün görecek olmamdı.



1924 yılında Musiki Muallim Mektebi olarak kurulan binanın mimari projesini Ernst Arnold Egli yapmış ve  1938 yılında da Devlet Konservatuarı'na dönüşüp 1985'te yeni binasına taşınmış.


İçindeki saat zaman içinde yenilense de saatin yuvası binayla yaşıt.


Binanın ortasındaki avlu konservatuar olarak kullanıldığı yıllarda öğrencilerin oyunlarını sergiledikleri alan olarak kullanılmakta imiş. Havuz sonradan eklenmiş olabilir. Üst katların yatakhane olarak hizmet verdiği söylendi.


Pencere çerçeveleri eski formunu koruyor, Mandallar ilginç.



Koridorlar, kapılar. Kimbilir hangi sanatçıların ayak izlerini, el izlerini taşıyor. Şu kapının hemen sağından Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ne geçiliyor. Zamanında uygulama sahnesi imiş, kilitli olduğu için ne yazık ki göremedik.


Şu merdivenlerden gencecik ve incecik Yıldız Kenter'in indiğini hayal ettim.


Ayrılırken o yıllardan kalma panoya gözüm ilişti ve hüzünlendim. Keşke bir "Tiyatro-Opera-Musiki Müzesi" olarak ziyarete açılsaydı.

Konservatuar ziyaretinden sonra İç Cebeci'ye doğru Talatpaşa bulvarından yola koyulduk. Artık yerinde yeller esen Melek Sineması'nın bulunduğu yerden geçerken yine anılarım canlandı. Annem ve anneannemle öyle çok geldik ki o sinemaya. Orhan Günşiray ve Nurhan Nur'un galaya geldiği bir gösterimi, onları görmek için itişen kalabalığı hatırladım. Zeynep Değirmencioğlu ile Muhterem Nur'un başrollerde olduğu "Ayşecik" filmini ve döktüğüm gözyaşlarını da...

Sonra sağa kıvrıldık ve bir kısmı zamana, bir kısmı kentsel dönüşüme yenilmiş mahallelerin arasından geçerek Yörük Dede Türbesi'ne ulaştık.





Öksüzler Sokak'taki Yörük Dede Türbesi 14. Yüzyıla tarihlenmekte, yakın zamanda restorasyondan geçmiş türbenin içinde bir sanduka var ama Yörük Dede'nin öyküsü ile ilgili bir bilgi edinemedik ne yazık ki.



Türbenin yakınındaki evler hayli harap durumda. Eskiden çok güzel oldukları hala belli oluyor, sanırım yakın zamanda kentsel dönüşüm kurbanı olacaklar. Zira civarda yıkımlar başlamış bile.





İnsanı hüzne boğan görüntüler. "Bel vermek" böyle bir şey olsa gerek.


İnsan istemeye görsün, mezbelelikte bile güzellik yaratabiliyor.


Yıkım başlamış, seneye bunların hiçbirini göremeyebiliriz.



Ulucanlar'a doğru devam ediyoruz, Garip isimli "Hemhüm Camii"nin önünden geçip ulaşıyoruz bu eski otomobilin olduğu sokağa. Karşıdaki evin önünde oturan ihtiyar amca pek çok arsayı belediyenin aldığını ve yakında bir çok binanın yıkılacağını söyledi.


Zamanında ne kadar güzel olduğunu tahmin etmek zor değil.



Ara sokaklara dalıp yürümeye devam ediyoruz.


İlerde güdük minareli bir cami var.



Camiin adı "Karanlık Sabunî Camii". 13. Yüzyılda inşa edilmiş. Minaresi ve tavan süslemelerinden bir detay yukarıda.



Camiden sağa kıvrılıyor, eski bir çeşme ve  bir dizi ilginç mimarili eski evin bulunduğu bir sokağa sapıyoruz.


Bu ev restoreden geçmiş ve güzelleşmiş. Komşulara meydan okur bir havası var, "Var mı bana yan bakan?" der gibi.


Çamaşır günü olduğu belli olan evi arkamızda bırakıp ana caddeye çıkıyoruz. Korkuluklarına yeni yıkanmış halıların asıldığı bir üst geçitten geçip daracık merdivenleri tırmanıp başka bir mahalleye ulaşıyoruz.


Merdivenlerin yanındaki konak hayli alımlı ve iyi durumda.





Merdivenler boyunca uçuşan perdeler, tahta pancurlar, duvar yazıları, soğan çuvalları asılı balkonlar bize eşlik ediyor. Merdivenlerin bitiminde Hacettepe Sokağa geldiğimizi görüyoruz.



Çocuklar arabanın altına saklanmış kediyi yakalama derdinde.


Bacalarsa bir dost omzuna gerek duymuş sanırım, yanındakine meyletmiş.


Çeşme gençliğinde ne kadar güzeldi kimbilir?


En ummadığınız yerde rengarenk bir kare yakalayabilirsiniz.


Hâlâ mahalle bakkallarının olduğunu görmek sevindirici.


Ayaklarımızı kendi haline bırakıyoruz, Arslanhane sokağa götürüyor onlar bizi.


"Bu ne?" demeyin, pencere işte :)


Sonunda Kale'ye geldik, Kale kedilerinden biri rahat koltuğa yayılmış, poz verdi bana.



Renkler her yerde güzel, duvarda da, baharatçıda da.


E ama yorulduk, bir çay içmeyelim mi? Pilavoğlu Han'a giriyor ve iç avludaki havalı isimli "Borges Cafe"nin Thonet sandalyelerine yerleşiyoruz, pek canlı, pek renkli ortam.

Dönüş yolu Ulus üzerinden, çok yürüdük, benim dizler mızırdansa da değdi gördüklerimize. Son olarak aşağıdaki fotoğrafa kitapseverler dikkatli baksın. Kitap göremeyecekler ama burası Ankara'nın ilk sahafının açıldığı yermiş.


Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yanında, Çatalca Sokak'taki bu balkonumsu çıkıntıda Yüksel Caddesi'ndeki Turhan Kitabevi'nin sahibi Turhan Bey ortağı ile kitapları sergileyip satarlarmış.

Buraya kadar sıkılmadan gelebildiyseniz tebrik ediyor, başka bir Ankara keşfinde buluşmak üzere diyorum. Kalınız sağlıcakla...

Not: Yazıda geçen çoğu bilgiler kızkardeşten, kendisine sevgiler yolluyorum buradan :)

BU ARALAR

$
0
0


Görsel: Buradan
Gündemin ruhumda açtığı derin çukurların üstünü alelusul örtüp blogda geçirdiğim zamanları depresyondan ârî kılmak istiyorum. Farzedelim ki burası çölde bir vaha imiş ve arada bir soluklanmak için uğruyormuşuz. 

Apartmanımızda yoğun bir faaliyet var, birtakım tadilatlar, para teklif etseler kabul etmeyeceğim şeylere üste para vererek tahammül etme durumları. Hayattan yediğimiz kazıklar yetmiyormuş gibi dört bir yanımız kazıkla çevrelendi. Üstelik hepsi paslı. Perdeyi açtığın anda kukla tiyatrosu gibi karşına bir işçi kafası çıkması vaka-i adiyeden şu aralar. Neymiş apartmanımız üşüyormuş, manto giymesi lazımmış. Kimsenin apartmanın yaşını, o mantoyu kaç yıl daha giyebileceğini hesap ettiği yok. Cılız itirazlarımız yok sayıldı ve oy çokluğuyla yazın 3-4 ay yaşadığımız apartmanımızdaki komşularımızı ısıtmaya mahkum edildik. Kısacası kazığın en büyüğü hanemizde :)

İş parayla bitse razıyım, ver kurtul. Bir de önde ve iki yanda tesis edilmiş üç adet balkonumuz var ki tipik Ankara balkonu, oturulmaz, hurdalık olarak kullanılır. Hele de babam gibi atmaya kıyamayan, biriktirici birisi oturmuş ise o evde Hafazanallah. Üç gündür işçiler apartman duvarını kazıklamakla meşgulken biz de balkonlardaki hırdavatı yok etme çabalarındayız. Sadece çamaşır asmak için kullanılan balkonda bizzat babam tarafından yerleştirilmiş iki devasa dolap var, birisi çelik, diğeri ahşap. Çelik olan rahmetli dayımın dükkanından yadigar, ahşap olansa kızkardeşin ortaokul yıllarından kalma kitaplığı. Balkon duvarları da apartman duvarıyla aynı kumaştan dikildiği için yarın birgün perde arkası kuklalarından birisi balkonda manto ölçüsü almak amaçlı boyverecek. Rahat çalışabilsin diye dolapları yoketmeye karar verdik. Ama dolap bu, sinek değil ki sıkasın aerosolu, sonra da alıp atasın çöpe. Dolapları buharlaştırmadan önce içlerini boşaltmak lazım haliyle. Ahşap olandan başladım, çelikle devam ettim. Meğer o iki dolap dünyayı yutabilme kapasitesine sahip bir kara delikmiş. Meğer benim babam Fırat'mış, "Ben bundan bişey yaparım ki" diyerek ne bulduysa alıkoymuş :) Onca biriktirilmiş eşyanın arasından işe yarar tek bir parça çıkmadı, hepsini zavallı eşim defalarca merdiven inip çıkarak çöpe taşıdı. (Bu arada bilmeyenler için açıklama yapayım, bu ev benim aile evim ve annemin vefatından beri boş duruyor, yazları biz gelip kalıyoruz, arada babam da bize katılıyor. O nedenle evin dip-köşesinden pek haberdar değilim) Torbalar dolusu eski giysi, 1975 yılından kalma Bilim-Teknik dergileri, bir adet ciltli Küçük Ansiklopedi, iki koca rulo baskı kağıdı, Milattan önceden kalmış bozuk bir mini TV ve kasetçalar, hurdaya çıkmış bir printer, içi boş malzeme kutuları, boya kovaları, yoğurt kapları, fayans ve seramik parçaları ve hatta bir miktar kırık cam, birtakım şifalı olduğunu düşündüğüm otlar, ta annemin zamanından kalma olduğunu düşündüğün bir torba ıhlamur, ekmek kutusu, kavanozlar, birkaç parça çıra-evet çıra ve bu ev en az 25 yıldır kat kaloriferli-kırık rötring kalemler falan filan, ay başım döndü. Sonuçta hepsini attık. Tek alıkoyduğum şey babamın üniversite yıllarında not tuttuğu bir defter oldu (o da çıktı yani, 45 yıllık, belirteyim babam üniversiteyi 40 yaşında bitirdi, tembellikten değil, geç yaşta başladığı için). Tamam dolapların içlerini boşaltıp attık ama dışları ne olacak. Zaten bunca zamandır taşınma zorluğundan orada zorunlu nöbette idiler. Sağa-sola haber ettik, tanıdık hurdacınız (hehe aile hurdacısı) varsa yollayın diye. Akşama doğru 1.50 boylarında ama en az kendi kadar bir göbeği büyük güçlükle taşıyan, suratı Neşet Ertaş'ın kel kalmış haline benzeyen birisi özlemle beklenen hurdacı olarak çıkıp geldi. "Buyur" dedik, "ne lazımsa al götür, para falan istemez, yeter ki götür". Ön balkondaki zebellah gibi masanın madeni bacaklarını, çelik dolabı, babamın çiçek saksılarının sallanmaması için balkon demirlerine takviye yaptığı kornejleri, eski fırının ızgara ve şişlerini, iki kavanoz dolusu eski bozuk parayı, bir köşecikte yıllardır bekleyip duran gözden düşmüş tüpgaz sobasını beğendi, taşımak için yardım çağırdı. Ihlaya tıslaya indirdi, rengi kahverengiden mora döndü, kalp krizi falan geçirecek diye korktum inan olsun. Neyse sonunda onca eşyayı çocuk arabası benzeri bir dört tekerlekliye yükledi yardıma gelen arkadaşıyla ve trafiğin ters yönüne doğru ittirerek yürüdü gitti. Oh kurtulduk. 

Vaziyet böyle dostlar, apartman yeni mantosunun provalarını yaptırırken ben de bugüne kadar, "Vay bilimkurgudur, fantastiktir, aman da ben sevmem, izlemem" diye burun kıvırdığım ama sonra kendimi pek cahil hissettiğim için izleme kararı aldığım "Star Wars" serisine başladım. Episode 3'ün ortalarındayım, izlerken vakit değerlendirmek için kabuklu halde bekleyen yaklaşık 3 kilo kadar fındığı kırıp ayıkladım. Parmak uçlarım tiftik tiftik oldu, bileklerim haşat. Olsun, şanım yürüsün, hem de yerken Bu Obi -Wan Kenobi için, bu Yoda için, bu Amidala için, bu R2-D2 için diyerek yerim, diğerleri zıkkım yesin. Haydi ben kaçtım :)

GEZELİM GÖRELİM (BÖLÜM: ONYÜZMİLYONBİN)

$
0
0
20 saattir internetsizdim, delirmek üzereyken az evvel geldi. Ne ara bu kadar özümsedik, hayatımızın mütemmim cüzü haline getirdik tartışmak anlamsız. Çevremden duyduklarım da öyle, internet kesildiği an akşam yemeği için eve ekmek almamışız  gibi bir duyguya kapılıyoruz. Oysa yemek var aç kalınmayacak ama ekmeğin yeri ayrı, mutlaka sofrada olmalı. İnternet dışında da avunacak çok şey var ama yok illa da o yedekte duracak, el altında olacak. Neyse biraz inletti Kablonet ama sonunda halletti arızayı, muhtemelen dünkü yağmur ve caddeden akan ırmaktır bunun sebebi. 

Oysa dün akşam oturup Cuma günü gittiğimiz "Altınköy" gezisini anlatacaktım, elim böğrümde kaldı, o arada fırsat bu fırsat deyip gözleri pörtletmek pahasına "Çocuk Yasası" kitabını bitiriverdim, çok güzel bir konuyu ele almıştı, okuyunuz derim. Gelelim Altınköy'e:

Altınköy'ü daha Antalya'da iken bir arkadaşımın paylaşımında görmüş ve Ankara'ya gidince ziyaret etmeyi kafama koymuştum. Gelgelelim bu yaz öyle bir yazdı ki yaptığımız planları bize yedirdi, hem de acı biber eşliğinde. Kürkçü dükkanına dönmeye az kala ayarttım kızkardeşi ve Cuma günü yola düştük. Önce dersimize çalıştık tabii ki, 312 numaralı "Beşikkaya/Karapürçek" otobüsüne binmemiz söylendi bilenler tarafından. Sıhhıye köprüsünün üstündeki durağa gidip beklemeye başladık ama öyle sıcaktı ki camında "Beşikkaya" yazan bir dolmuş görünce hemen harekete geçtik. Kızkardeş "Altınköy'den geçer mi?" diye sordu, şoför beş dakika kadar düşündü, "hangi köy/", "ne köyü", "orda köy mü varmış?" gibisinden sesli düşündükten sonra yanındaki yolcu "müzeyi soruyor" deyince jetonu düştü, "önünden geçer" diyebildi. "Orda bir köy var uzakta" dedik oturduk koltuklara, şoför "O köy bizim köyümüzdür" diye devamını getirdi ve yola koyulduk. Meğer gideceğimiz yerin tam adı "Altınköy Açıkhava Müzesi" imiş, öğrenmiş olduk. Yaklaşık 45 dakikalık sıcak bir yolculukla, bunca yılın Ankaralısı olarak görmediğim bilmediğim semtlerden geçerek, dükkanlardaki Arapça yazılara ve halkın ayrıksılığına şaşarak maceranın sonuna geldik. Şoför döndü ve "Aha da köyünüz burası" diyerek bizi geniş bir yeşil alanın üst yanında indirdi. Az yürüdük, giriş kapısını bulduk ve müze olduğu için kişi başı 5 lira (öğrenci ve öğretmene 2 lira) ödeyerek içeri girdik. 



Kapıdan geçtiğimiz an bizi yemyeşil bir vadi karşıladı. Bu kadarını beklemiyorduk doğrusu.


Yeşilliklerin arasına serpiştirilmiş ahşap evler, dükkanlar, cami, yeldeğirmeni, su değirmeni, göletler, köprüler, restoran olarak düzenlenmiş konaklar, köy kahvesi, fırın, muhtarlık, köy odası gibi binalara ilaveten tavuklar, ördekler, kazlar ve ineklerle tam bir köy ortamı yaratılmıştı.


Uzun ve sıcak bir yolculuk yapınca haliyle acıkmıştık, kendimizi yemek hizmeti veren konaklardan birinin yeşil manzaralı masalarından birine attık:




 

Ortam ve dekor güzeldi ama aynı şeyi gözleme ve ayran için söyleyemeyeceğim. El açması olsa da gözleme kuru ve lezzetsiz, yayık ayranı diye getirdikleri ayran ise fazla suluydu. Her masada adeta oğul veren arılar da cabası, kaçırmak için kahve yakıp getirdiler ama zerre umurlarında olmadı. Neyse arılar tarafından öpülmeden yedik yiyeceğimizi, üstüne çayımızı da içtik, sonra köyü keşfe çıktık.


Bir de ne görelim; mevsimsiz, şaşkın bir leylak. Muhtemelen benim geleceğimi bilip adaşına sürpriz yaptı.




İlk durağımız Köy Odası oldu, içini gezdik Duvardaki posterlerden mekan hakkında bilgi aldık. Vadideki 130 gecekondu yıkılarak bu açık hava müzesi oluşturulmuş, amaç ziyaretçilere bir köy ortamı sağlamak imiş. Açıkcası güzel bir proje hayata geçmiş, Ankara'da yaşayanların gidip görmesini öneririm.



Köy odasının yanındaki kümeslerde tavuklar, horozlar, ördekler, kazlar keyifli keyifli dolaşıp yiyip içiyorlardı. 



Muhtarlık binasının yanından geçerek köy meydanına geldik. Meydanda cami, köy kahvesi, çeşitli dükkanlar yanyana sıralanmıştı. Altınköy Bakkaliyesi'ne girip teftiş ettik ama bir şey almadık, fırının önündeki sıcacık ekmekler ise aklımızı çeldi, kaptık birer tane. 






Aynı teftişi demirci ve kalaycı da da yapıp köy kahvesine girdik kahve içmek için. Manzaramız pek güzeldi, zaten daha sonra değirmene çıkmak için kendimizi o manzaradaki yola vurduk. 



Açık hava müzesinde her ay belirli saatlerde meydandaki dükkanlarda çeşitli zenaat ve el sanatları ile ilgili etkinlikler yapılıyor (kalaycılık, demircilik, sepetçilik, tahta kaşık yapımı, yorgancılık, el baskısı yazmacılık, kilim dokuma, mes yapımı, boynuz takı yapımı, cam altı boyama, vitray, saraçlık-top dikimi gibi) ve ziyaretçiler yapım ve uygulama süreçlerini izleyebiliyorlar. Bizim ziyaretimizde Hüseyin Şentürk isimli usta meşin futbol ve voleybol topları dikiyordu elinde. Dilerseniz satın alabiliyorsunuz. 


Sünnet, diş çekimi, traş ihtiyacınız varsa, ya da atınıza nal çaktıracaksanız köy kahvesinin yan tarafına yönelin, "belber" orada hizmet veriyor :)


Namaz saati geldiyse yandaki ahşap şadırvanda abdestinizi alıp köy camiinde namazınızı eda edebilirsiniz.


 Haydi bakalım, istikamet yel değirmeni. Yolumuz yokuş, hava sıcak ama değirmeni görmeden dönmek yok. Yan taraftaki tarlaya her yıl buğday ekilip hasap edildikten sonra değirmende una dönüştürülüp köy fırınına naklediliyormuş.


Aaa, o da ne? Milka ineği gelmiş :) Bunun bir de kara mı kara bir arkadaşı var, dönüşte önümüze çıkıp katı ifrazatıyla yolumuzu onurlandırdı :)


Değirmenden bol bir şey yok, su varsa konduruveririz bir de su değirmeni. 



Asma köprü vadinin iki yakasını birbirine bağlıyor. Dönüşte buradan geçeceğiz ama bizden önce geçenler var, e malum türküsü de var: "Köööprüüden geeçtiii geliiin" :)

Düğün çekimleri için oldukça müsait burası, zaten bizim saydığımız 5 gelin vardı hafta içi olmasına rağmen. 


Değirmene ulaştık, lakin mekan tutmuş gelinle damattan fırsat bulup doğru dürüst bir fotoğraf çekemedik, çektiremedik. İçinde de bakım varmış gezemedik. Olsun değirmenler her haliyle güzeldir, severiz kendisini. 


O zaman bir de karşı kıyıdan bakalım değirmene.


Ve yorulduk artık, geçelim köprümüzden, dönelim evimize. Değirmendeki gelin burada da buldu bizi, bu defa köprünün ortasına konuşlanmış, Deli Dumrul gibi geleni geçeni engelliyorlardı. 5 dakika bekledik ki poz vermeleri bitsin. 

Hasılı çok beğendik Altınköy'ü. Ankara'da yaşıyorsanız siz de gidin mutlaka. Pazartesi günleri kapalı, diğer günler 10.00-19.00 arası açık. Dönüşte hemen biraz üstteki caddeden 312 no'lu Beşikkaya/Karapürçek otobüsüne bindik ve çok daha rahat geldik, size de tavsiyem özel aracınız yoksa otobüsü tercih etmeniz. Yeni bir gezide görüşmek üzere...

AĞUSTOS OKUMALARI

$
0
0

Temmuz kadar olmasa da Ağustos da kitap sayısı açısından oldukça verimli geçti. Haziran başı Ankara'ya geldiğimde yanımda getirdiğim, geçen yıldan kalan ve kızkardeş araçılığı ile intikal eden kitaplar bittiği gibi yeni sipariş edilenlerin bir kısmı da hatmedildi. Bu yazın tek verimli olayı buydu sanırsam. Kulelere kuleler eklemeye devam ediyorum, ne yapayım Veysel ne demiş: "Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın". Ben de derim ki: "Ben giderim kitaplar kalır, isteyen hatırlasın, isteyen unutsun". Bu satırdan sonra hep birlikte "Allah gecinden versin" denilecek, unutmayınız lütfen :)


-Osmanlının son dönemlerinde doğmuş  kadın yazarlardan Suat Derviş'in (kendisi Fosforlu Cevriye'nin de yazarıdır) "Aksaray'dan Bir Perihan" romanına Temmuzun son günlerinde başlamıştım, Ağustos'un ilk günlerinde bitirdim. Konusu eski siyah-beyaz Yeşilçam filmleri tadında ve naifliğinde olan kitabı yazarı ve dönemini tanımak açısından okumak faydalı olur diye düşünmekteyim. 


-"Yağmur Gölgesi"ni geçtiğimiz yıl okumuş ve o sıralar yayında olan Bibliyomanyaklar blogumuzda tanıtmıştık. Bu kez, bir edebiyat dergisi için yazarıyla kitap hakkında söyleşi yapmak amacıyla tekrar okudum. Anlatılanlar biraz karamsar olsa da ikinci okuyuşumda daha büyük haz aldım. Fantastik olduğu kadar taş gibi bir gerçek de sunan öyküler bu tarz edebiyatı sevenlerin ilgisini çekecektir. 


-Oldukça hacimli ve Metis baskısı olması nedeniyle puntoları da hayli küçük olan "Bir Garip Aşk Öyküsü" okurken çektiğim eziyete değecek kadar güzeldi. 19. yüzyılın başında bir genelevde doğan, üstün güçlere sahip hilkat garibesi Herkül ile aynı genelevde aynı saatte doğan güzeller güzeli Henriette'nin maceraları, aşkları, düşmanları, dostları, engizisyon, tımarhaneler, sirkler ve daha neler neler... Katman katman açılan bu olağanüstü öyküyü okumalısınız.


-Nihayet Pamuk biraderimizin son kitabını okuyabildim. Kitaplarını çok sevdiğim bir yazar olmasına, "Yeni Hayat" hariç Nobel öncesi tüm kitaplarını çok sevmeme rağmen son zamanlardakilerden pek tad almamakta idim. "Masumiyet Müzesi"ni sık sık fırlatıp atma aşamasına gelmiş, "Kafamda Bir Tuhaflık"taki tekrarlardan ve didaktik anlatımdan gına getirmiştim. "Kırmızı Saçlı Kadın"ı okuyup okumamakta kararsızdım ama içimdeki vefa duygusu ve kızkardeşin getirip kitabı elime vermesi ile başladım okumaya. Elbette ki yine Nobel öncesi tadı alamadım ama yukarıdaki iki kitaba bakarak daha bir okunasıydı. Fena değildi yani, okunabilir ama beklentiniz fazla olmasın. 


-"Nağmeler Sokağı" kitapçıda rafların karşısında durup rastgele seçtiğim bir kitaptı. Yazarın adını ilk kez kapakta görüyordum ve ilk kez Sudanlı bir yazar, hem de bir kadın yazar okuyacaktım, seçimim o sebeple oldu. Konu ve anlatım oldukça naifti ama Sudan kültürünü öğrenmek açısından faydalı bir okumaydı diyebilirim. Tercih sizin. 


-Bu kitap için diyeceğim şu ki Özgür Mumcu köşe yazıları yazmaya devam etsin, edebiyat başkalarına kalsın. Merak saikiyle bitirdim, okumasam da olurmuş. Aslında epey araştırma gerektiren bir çalışma olmuş ama ne yazık ki okuru çok fazla içine çekemiyor. 

 
-Sipariş ederken aklımda daha kapsamlı, daha eğlenceli, daha yemek kültürüne yönelik bir şeyler okuyacağım düşüncesi vardı ama umduğumu bulamadım. Yazar yıllar önce Cumhuriyet Dergi'de yemek yazıları yazan Uğur Sunar'mış meğerse. Evet itiraf edeyim tatlı bir dille hoş tarifler verirdi ve hala kullandığım birkaç tarifi vardır, kitapta da bu tarifler  ve sonradan eklenmiş başkaları da var ama benim bir yemek kültürü kitabından beklediğim bu değildi. 


-Ve bu yazı arkadaşlık ederek geçirdiğimiz Jean-Louis Fournier'in Türkçe'ye çevrilmiş son kitabı ya da belki Türkiye'de basılmış ilk kitabı. Diğerleri YKY basımı iken bu Chiviyazıları'ndan çıkmış ve en az diğerleri kadar hoş ve esprili bir anlatıma sahip. Bulursanız okuyun derim.


-Zadie Smith'in "İnci Gibi Dişler" isimli meşhur kitabını 15 yıl kadar önce okumuştum ve itiraf edeyim ki aklımda hiçbir şey kalmamış (Aynı şeyi pek meşhur Kızıla Boyalı Saçlar için de söyleyebilirim). Bu incecik kitabı ve içindeki novella bile denemeyecek kadar kısa anlatıyı ise büyük bir keyifle okudum. Hiçbir şey değil ama çok şeydi. 


-Yazar kitaplarının isimlerini özellikle mi böyle dikkat çekici olarak seçiyor bilmiyorum ama öyle yapıyorsa gerçekten başarılı olduğu kesin. Önceki yaz "Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hink Fakirinin Olağanüstü Yolculuğu"nu okumuş, ciddi bir konunun mizahi bir dille da anlatılabileceğini görmüş ve okurken de oldukça eğlenmiştim. "Eyfel Kulesi Kadar Kocaman Bir Bulutu Yutan Küçük Kız"da aynı mantıkla yazılmış. Oldukça ciddi bir konu var işin içinde ama olağanüstü fantastik koşullarda anlatılıyor posta dağıtıcısı Tebligat Noktagil ile evlat edindiği Faslı küçük Zehra'nın öyküsü. Sonunda da ters köşe oluyoruz zaten. Sıcak yaz günleri bitmeden kendinizi zorlamayacak bir kitap arıyorsanız buyrun, seveceksiniz. 


-Bu kitap Twitter'de o kadar çok gözüme sokuldu ki sonunda aldım, çok muhteşem miydi? Hayır. Pişman mıyım? Ona da hayır. Bir aile dramının iç yüzü evin küçük kızının çok sevdiği lotarya kartları aracılığı ile anlatılıyor. Hüzünlü bir öykü, sarıyor insanı... 


-Llosa'yı çok seviyorum, tüm Latin yazarları gibi farklı bir dünyası var. En son "Hınzır Kız"ı okuyup çok sevmiştim, "Ketum Kahraman" da yanıltmadı, bir tek konu dışında. Öykünün temelini oluşturan ve kitabın sonuna kadar "acaba neydi?" dedirten konu saçmasapan, sudan bir şekilde sonlandırılıverdi. Yine de "o kadar çatlak su kaçırmaz" diyor Llosa okumaya devam ve tavsiye ediyoruz.


-Bu ay okuduğum en iyi kitaplardan biriydi "Çocuk Yasası". Oldukça önemli bir konu sade ve ilginç bir şekilde kurgulanmış. Okuyanı adalet, hukuk, din, birey hakları üzerine düşünmeye zorluyor ve adalet sistemlerini karşılaştırınca da imrendiriyor. İş hakimin özel hayatına gelince de biraz şaşırtıyor. Okunmalı derim.


-Ağustos'un son kitabı "Çerçeve" oldu. Bütünlüklü bir konu değil, kahramanın (belki de yazarın kendisi) bir yazarlık okulunda ders vermek için gittiği Atina'da karşılaştığı bazı olaylar anlatılmış. Çok akıcı bir anlatımı olmasa da (bunda biraz da YKY baskılarının puntolarının etkisi var) hoş bir kitaptı. 

Bu ay bu kadar sevgili dostlar, Eylül kitaplarında buluşmak üzere diyorum...  

ESKİŞEHRİN YENİSİ 1

$
0
0
Blogun düzenli takipçileri hatırlayacaklardır, 1,5 ay kadar önce günübirlik bir Eskişehir gezisi yapmıştık yüksek hızlı trenle. Lakin aşırı sıcak, babamın yürüme hızına uyum sağlamak ve dönüş saatimizin biraz erken olması nedeniyle bazı gitmek istediğimiz yerlere gidememiştik. Gidememiştik ama aklımız kalmıştı, öyleyse dedik sermayesi nedir ki, atla yine YHT'ye git, gez, gel. Cuma sabahı saat 08.40'da kızkardeşle vagondaki yerimizi aldık ve adeta şehir içi yolculuğu gibi 1,5 saat sonra Eskişehir Gar'ına indik. Bu defa ki rotamızın iki ana hedefi Seramik Parkı ve Sazova idi. Sazova'ya nasıl gidileceğini öğrenmiştik Google amcaya sorup ama diğeri konusunda net bir bilgi edinememiştik. İstasyon görevlilerine danıştık, ilgilendiler ama onlar da bilemediler. Hatta o kadar ilgilendiler ki bir tanesi arkamızdan "Bağyanlar bir dakika, size gezi rehberi vereyim" diye koşturdu ve elimize birkaç broşür tutuşturdu. Lakin broşürde sözü edilen çoğu yeri görmüştük ve gitmek istediğimiz yere nasıl gideceğimizle ilgili hala bir bilgi edinememiştik. "Ne yapsak?" diye konuşa konuşa giderken kulak misafiri olan yardımsever bir amca tramvaya binmemizi önerdi ve durağın yerini gösterdi. Durağa geldik, 2 tramvay değiştirerek ulaşabileceğimizi de öğrendik ama biletimiz yoğidi :) Geldiğimiz yeri geri yürüyüp tarif edilen marketten tek binişlik kartlarımızı aldık ve durağa döndük. Çok geçmeden tramvaya yerleşmiştik bile. Niyet edenler için söyleyeyim, önce Osman Gazi tramvayına binip son durağa kadar gidiyorsunuz, sonra Çankaya ringine geçiş yapıp Yenikent durağında iniyorsunuz. Sola dönüp kısa bir yokuşu tırmandıktan sonra Seramik Parkı önünüze çıkıyor. Tramvay değiştirirken ikinci bir bilete gerek yok, aynı biletle 1 saat içinde yolculuk edebiliyorsunuz. 

Fazla uğraşmadan ulaşıp bir de rengarenk parkı görünce keyiflendik, daldık hemen içeri.


2014 yılında açılmış bu park, hayli geniş bir yeşil alan içerisinde sergi salonu, atölyeler, seramik heykeller, yürüyüş yolları ve büyük bir amfitiyatro yer alıyor. Sanırım zaman içerisinde daha da gelişip çeşitlenecek. 



Yıldızlı mozaik yoldan yürümeye başladık parkın içlerine doğru, ilk önce karşımıza rengarenk seramiklerle döşenmiş amfitiyatro çıktı. 



Az ilerdeki tuvaletleri görünce gülümsedik:

 



Klozetlere dikilmiş çiçekler ve kadın-erkek WC'leri belirleyen simgeler çok güzel düşünülmüştü. Yalnız içlerinin temizliği konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

Çeşitli seramik heykellere bakarak, fotoğraf çekerek ahşap heykellerin sergilendiği binaya doğru ilerledik.




Mozaik yol karşımıza çeşitli sürprizler çıkarıyordu:


Bu şirin salyangoz gibi ama asıl sürprizi birkaç adım sonra görecek ve tahmin edeceğiniz gibi pek sevinecektim:


Sevgili dostum Snoopy beni burada da bulmuştu. Kendisine bir selam çakıp kocaman pencerelerinin çevresi seramiklerle süslenmiş sergi salonuna ulaştık.



Sergi salonunda 2015 yılında Odunpazarı Belediyesi tarafından düzenlenen Uluslararası ahşap Heykel Festivali kapsamında yapılan "Wood is Good" etkinliğinde 68 ülkeden gelen 300 sanatçının ürettiği ahşap heykeller ve eserler sergileniyordu. Hem kendimiz, hem sizin için gezip beğendiklerimizi fotoğrafladık:








Ne yazık ki Türk sanatçıların eserlerini biraz sıradan bulduk, en ilginci yukarıdaki idi. Onun dışındakiler yaprak deseni oymalı kahve tepsisi ve panolar gibi her yerde rastlanan türde objelerdi. 




Ahşap sandalye tasarımları da sergilenenler arasında idi, birkaç tane orijinal tasarımı seçip fotoğrafladık.





Üzerinde Yunus Emre'nin "Dünya Kimseye Kalmaz" sözünün yeraldığı bu ahşap takın her bir parçasının ucunda minik ahşap oymalar var:




Sergiyi gezip park içinde biraz daha dolaştıktan sonra sınırlı olan zamanımızı daha fazla harcamadan ayrılıp tramvay durağına doğru yöneliyoruz. Derken üzerinde "Odunpazarı" yazan bir dolmuş geliyor karşıdan ve hemen kendimizi atıyoruz içine. Neredeyse 10 dakika gibi kısacık bir zamanda Odunpazarı'na varıyor, üstelik Sazova'ya giden otobüslerin yerini de öğreniyoruz. Ama önce aç karnımızı doyurmamız lazım. Yediğimiz harika yemek ve Sazova turu da bir dahaki postun konusu olsun. Şimdilik kalın sağlıcakla...

ESKİŞEHRİN YENİSİ 2

$
0
0
Eveet, nerede kalmıştık? Seramik Parkı'ndan dönmüş ve acıkmıştık galiba. Vakit yitirmemek için Odunpazarı'nda yiyelim diye düşündük ve karşımıza çıkan ilk mekana girdik, çok iyi etmişiz, arasak bundan alasını bulamazdık. 


"Arzu'nun Yeri" minnak, şirin bir dükkan. Yemekleri mahallenin teyzeleri, garsonluğu ise sempatik bir genç kız yapıyor. İşletmenin sahibi Arzu Hanım yoktu, kendisini göremedik ama eğer okursa bu yazı aracılığıyla kendisini kutluyorum. Biz çok memnun kaldık her şeyden. 




Lokantadan ziyade ev havası verilmiş mekanda cam kenarı bir masaya kuruluyor ve "toyga çorbası" ile başlıyoruz, en sevdiğim çorbadır ve hakkını vererek pişirilmiş, çok lezzetli. Bir üstteki fotoğrafta görülen küçük kağıtlar dilek ağacı değil, burada yemek yiyenlerin teşekkür notları, ayrılırken biz de bir tane ekliyoruz.



Çorbadan sonra kızkardeşle bir tabak mercimekli mantı ve etli yaprak sarmasını paylaşıyoruz. İkisi de şahane, yemekleri getiren kıza kimin yaptığını soruyorum, "Teyzeler" diye cevap veriyor. Yaprak sarmanın minnaklığından ve inceliğinden belli zaten teyze elinden çıktığı :) Çaylarımızı da içtikten sonra makul bir hesap ödüyor ve çok memnun kalarak ayrılıyoruz. Eskişehir'e yolu düşecekler için tavsiyemdir, Odunpazarı'nın girişinde, ana cadde üstünde "Arzu'nun Yeri", aramadan bulursunuz zaten.

Şimdi istikametimiz "Sazova Bilim ve Kültür Parkı". Ankara'daki temalı parkların birbirinin aynılığından bezmiş biri olarak neyle karşılaşacağım konusunda biraz tereddütteyim. Otobüse Seramik Parkı'ndan döndüğümüz dolmuşun sürücüsünün tarifiyle Balmumu Heykel Müzesi'nin tam karşısındaki duraktan biniyoruz. 11 numaralı otobüs, aklınızda bulunsun. Fazla uzun sürmeyen bir yolculuktan sonra şoförümüz "haydi bakalım Sazova yolcuları, işte park burası, iyice eğlenin" diyerek indiriyor bizi. 


İki yanı gelişmiş kavak ağaçlarıyla gölgelenmiş bir yoldan parkın içine doğru ilerliyoruz, uzaktan Masal Şatosu görünüyor, çocuk olsaydım mutluluktan kanatlanmıştım, orası kesin.


Yol boyu hediyelik eşya standları sıralanmış, "gittiğin yerden bir şey almadan dönme" felsefemize uygun olarak birer çini yüzük alıyoruz kızkardeşle ve parka dalıyoruz. Solda minyatür trenin istasyonu var, vaktimiz bol olsa binerdik Gençlik Parkı'ndaki "Mehmetçik" trenini anarak ama sadece dantel gibi işlenmiş istasyonun fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz. 


Yeşillikler arasından "Korsan Gemisi"ne doğru ilerliyoruz. Giriş ücretli, öğrenci 1, tam 2 lira, hazır bulmuşken görelim, korsan gemisi nasılmış diye bilet alıp giriyoruz, bu öğleden sonra yaşımızda tenzilat yaptık, çocuk olmak serbest.




Geminin dışını, içini, kapatan köşkünü, kaptanın papağanını, haritalarını, hangardaki halatlar arasında unutulmuş tutsağın iskeletini ve toplanmış ganimetleri görüp ayrılıyoruz gemiden. "Jack Sparrow" Johnny Deep'i arayan gözlerimiz hayal kırıklığına uğruyor. Umut tükenmedi ama hedef "Masal Şatosu", belki karşımıza bir beyaz atlı prens çıkar :)


Masal Şatosu'nun kuleleri birkaç ünlü kuleye benzetilerek yapılmış, en uzun olanı Galata Kulesi'ne benzetilmiş görüldüğü üzere. En önde, sağdaki de Kız Kulesi'ne. Diğerlerinde ise Antalya Yivli Minare'den, İstanbul Borusan binasından, Mardin, Diyarbakır ve Amasya'daki kuleler ve minarelerden esinlenilmiş. 

Masal Şatosu'na giriş ücretsiz ancak belirli saatlerde ücret karşılığı çocuklar için rehberli turlar var. Lakin şatonun dışındaki görkem içeride biraz hayal kırıklığı yaratıyor. Zaten üst katlar tadilat nedeniyle kapatılmış. Biz "acaba sadece ücretli turlarda mı açılıyor?" diye fesatlık ettik ne yalan söyleyeyim. 



Fareli Köyün Kavalcısı fresklerinin karşısında Kırmızı Başlıklı Kız kahramanlarının maketleri vardı, kafamızı sokup fotoğraf çektirdik ama boyumuza göre kısa kaldıkları için Quasimodo gibi çıkmışız :)


Ve işte prensi bulduk ama "üstü kalsın" dedik :) Zavallıcık uygun ayakkabının sığacağı ayağı bulana kadar hem kendisi yaşlanmış, hem de Sindirella karta kaçmış. Araba da kabağa dönmeden gidelim bari dedik.


Bu da bir masalın canlandırıldığı kukla tiyatrosu olsa gerek ama o an işlevsiz olduğu için hangi masal bilemedik. 


Bu arkadaş da benim ruh ikizim olma konusunda epey iddialıydı, zaten omuzuna yaslanıp poz vererek dostluğumuzu ebedileştirdim. 

Şatonun gezilecek bölümleri tadilat nedeniyle kısıtlı olunca çok fazla dolaşamadık, hediyelik eşya mağazasına uğradık ama ilginç bir şey bulamadık, birer kart alıp ayrıldık. Türkiye hediyelik eşya konusunda çok kısır, yaratıcı bir şey bulabilmek çok az mümkün oluyor. Oysa neler yapılabilirdi. 

Yorulduğumuzu farkedince kahve içmek üzere "Kocatepe Kahve Evi"ne yöneldik, torpah çekti, memleketimizin kahvecisine gidelim dedik ve şu manzaraya karşı terasa kurulduk.



Bu Charlie'yi her gittiğim yere götürüyorum ama mutlu edemiyorum. Sazova'yı gezdirdim, kahve-pasta ısmarladım ama yine suratı asık gördüğünüz gibi. 


Masal Şatosu'na karşı kahvemizi yudumladıktan sonra parkın kalan bölümlerini gezmek üzere kalktık kahve evinden. 



Yolda kuğulur eşlik etti yürüyüşümüze, "sizin Kuğulu Parkınız varsa bizim de Sazovamız var, hem bizimki çok büyük" demek istediler yanılmıyorsam.

Parkın daha gezilecek çok bölümü vardı, Bilim Müzesi, Uzay Evi, Akvaryum gibi ama biz hem zaman darlığından, hem de ilgimizi çekmediğinden buraları es geçip son olarak Türkî Cumhuriyetlerde yer alan ünlü binaların maketlerinin olduğu alanı ziyaret ettik. Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkenti olarak kabul edilmekte imiş. 


Maketler aslına çok uygun ve ince bir işçilikle yapılmış, birkaç örnek aşağıda. Girişte yine sembolik bir ücret ödeniyor.




 


Sazova Parkı'ndan geldiğimiz gibi 11 numaralı otobüse binerek ayrıldık ve son durak olan Odunpazarı'nda indik. Tren vaktine kadar zamanımızı değerlendirmek için Odunpazarı sokaklarında dolaşmaya karar verdik. Karşımıza bu arkadaş çıktı:


"Kolay gelsin" diyerek "Kurşunlu Külliyesi"ne doğru ilerledik. Kanuni devrinde veziri Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Cami, medrese, kervansaraydan oluşan komplekste şimdi bunlara ilaveten Mevlevihane Kütüphanesi, Lületaşı Müzesi ve hediyelik eşya mağazaları da mevcut. Lületaşı Müzesi'ne şöyle bir göz attık, hediyelik eşya mağazasından gerçek ceviz yaprağı üzerine ebru desenleri işlenmiş birer kitap ayracı alarak ayrıldık.



Son kalan dakikalarımızı sokakları keşfederek geçirdik:






Tren saati çok yaklaşmıştı, tarihi bir çeşmeye "yine görüşmek üzere" selamı vererek bizi Gar'a götürecek taksiye bindik.


Güneş arkamızda batarken tren hızla Ankara'ya yaklaşıyordu. Seni sevdik Eskişehir, bir dahaki yaza yine görüşelim.



ANKARA SOKAKLARINDA

$
0
0
Cumartesi günü Ankara'yı iyi tanıyan bir rehber eşliğinde Ulus'tan başlayıp Yahudi Mahallesi'nde sona eren bir Ankara turuna katıldım. 10-15 kişi civarında katılımcı vardı, Opera binası önünde buluştuk, Eski Osmanlı Bankası binasından devam edip eski adıyla Sanayi Mektebi, şimdiki adıyla Ulus Erkek Teknik Lisesi, Kediseven Sokak, Posta Caddesi, Cihan Sokak üzerinden tarihi bilgiler alarak Heykel'e ulaştık. Eski Taşhan binasından Kale'ye doğru devam ederek Roma yolu ve Roma kalıntılarını takiben Güvercin Sokağa geçtik, oradan Bentderesi hakkında bilgi alıp kısa bir çay molası verdik. Buraya kadar olan mekanlar hakkında gerek kendi merakım, gerekse kızkardeşin mesleki ilgi alanı olması nedeniyle epeyce bilgim vardı, rehberin bana çok fazla katkısı olmadı. O nedenle fotoğraf bile çekmedim, takip edenler biliyordur, çeşitli zamanlarda pek çok fotoğraf paylaşımı yapmıştım. 

Çay molasından sonra Anafartalar tarafına geçtik ve burada, daha önce görmediğim, ilgimi çeken bir şey oldu. Denizciler Caddesi ile Çıkrıkçılar Yokuşu'nun kesiştiği köşede, özel sektöre ait bir binanın arka tarafındaki apartman boşluğunda Saint Clement Kilisesi'ne ait bir kalıntıyı görmek üzere binanın merdivenlerini en üst kata kadar tırmanıp yangın merdivenine çıktık. Ortaçağ'dan kalma bir Bizans eseri olan kiliseden geriye sadece iki duvar kalabilmiş zaten. Gördüğümüz manzara şu idi, Türkiye'de tarihi eserlere verilen önemi bildiğim için pek şaşırtıcı gelmedi:



Bu da kilisenin nisbeten ayakta olabildiği zamanlardan kalma bir fotoğrafı. 

Daha sonra Anafartalar Caddesi boyunca ilerleyerek eski Adliye binasını, Gazi ve Latife ikiz mekteplerini (şimdi fakülte binası olarak kullanılıyor), Çocuk Esirgeme Kurumu'nu, Kira apartmanlarını görüp bilgi aldıktan sonra merdivenlerden inip tarihi Şengül Hamamı'nın yanından geçerek Yahudi Mahallesi'ne giriyoruz. Benim fotoğraf makinesi de çantadan çıkıp göreve başlıyor.

Buraya gelene kadar Kolej hazırlıkta İngilizce öğrenip normal liseye geçmiş bir öğrencinin İngilizce derslerine gösterdiği kadar ilgi göstermiştim anlatılanlara, zira birkaç ayrıntı dışında çoğunu biliyordum. Beni anlatılanlardan ziyade halkın bizim gruba olan ilgisi meşgul etti. Rehberin anlattıklarını dinlemek için durduğumuz her yerde etrafımızda bir insan halesi oluştu. Kimi merakla, kimi şüpheyle, kimi kızgınlıkla yanaştı. Heykelin dibindeki simitçi mesela: "Az ileri gidin kardeşim, müşterimi engelliyorsunuz, ne anlatacaksanız orada anlatın" dedi, ne diyelim gittik ileri :) Bazıları beleş bir şeyler dağıtılıyor zannıyla yanaştı, baktı ki yok öyle bir durum, "cıkcık" ederek uzaklaştı. Bir kısmı konuya dahil oldu. Güvercin sokakta Bentderesi hakkında bilgi alırken bir ağacın altına oturmuş sigarasını içerek hiç ilgilenmiyormuş gibi görünen yaşlı adam konuşma bitip ayrılırken "Kale'yi niye anlatmadın?" diye hesap sordu rehbere :) Heykelin önünde toplu fotoğraf çektirmek istediğimizde "ben çekeyim" diye yardımseverlik gösteren çok oldu parmaklıklara yaslanmış izleyen halktan. Kısa boylu, koca göbekli, pala bıyık bir arkadaş da sanki bizim gruptanmış gibi "haydi çek çek" diyerek en başa yerleşip poz verdi, fahrî Ankarasever :) Yahudi mahallesinde pencerelerden başlar uzandı, genç kızlar el salladı, yaşlı kadınlar "eski evin neyini çekersiniz" dercesine bakışlar fırlattı, ev işi yapmaktan canları çıkmış ev kadınları ise kafalarını çevirip bakmadılar bile. Gelelim Yahudi mahallesi sokaklarına, ilk gittiğim zamandan beri merak ve ilgiyle gezdiğim bir mahalledir burası, her seferinde yeni bir bina, yeni bir sokak, yeni bir özellik keşfetmek de işin zevkli yanı.

Mahallenin adı Yahudi Mahallesi ama şu anda ikamet edenlerin tamamı Türk, burada yerleşmiş Yahudi ailelerin büyük çoğunluğu İsrail'e göç etmiş. Mahallede büyük bir sinagog var ama ziyarete kapalı, hatta yüksek duvarlarla çevrilmiş. Önceleri o arazide büyük bir okul varmış ama günümüze sadece aşağıdaki çerçevesi ayakta kalan kapı ulaşmış:



Bu da sinagogun iptal edilmiş kapılarından biri. Restore edilmiş esasen ama sadece özel günlerde ayin için açılmakta imiş, onun dışında kapalı. 

Sokaklarda ilerlemeye devam ediyoruz, karşımıza yıkılmış, harabeye dönmüş, ayakta kalmaya direnen, halen oturulur vaziyette olan ya da restore edilmiş evler çıkıyor. Hepsi ayrı bir dünya, özellikle harap durumdakiler insanı hüzünlendiriyor.







Bol miktarda kedi var, kimi gruptakilerden birinin yanında taşıdığı ve kedilere rastgeldikçe döktüğü kuru mamalara yöneliyor, kimiyse çok cool, yüzümüze bile bakmıyor. Bu Sarman önündeki evle uyum sağlamış.


Havalar soğuyup yağmurlar bastırmadan yünler yıkanıp paklanmalı, yataklar doldurulup yorganlar elden geçirilmeli değil mi?

Rehberimizin ardına düşüp sokakları arşınlıyor sonunda Kargalı Sokak'ta çok ilginç bir eve ulaşıyoruz, Muhammed Yalçın'ın resimli evi:


Muhammed Yalçın 24 yaşında zihinsel özürlü bir genç. Gittiği okullardan birinde resim yeteneği farkediliyor, öğretmenlerinin aracılığı ile bir ressamdan yardım alıyor ve kendini geliştiriyor. En büyük tutkusu resim yapmak haline dönüşüyor. Fotoğrafta gördüğünüz evin dışını resimlediği gibi içindeki tüm odaların duvar ve kapılarını da bir karış boş yer bırakmadan kendi hayal gücüne göre rengarenk çizip boyamış. Evi ziyaret etmek için izin istiyoruz, Muhammed bizi kapıda karşılıyor ve her girene kartını veriyor. Kartın üstünde "Ressam Muhammed Yalçın" yazıyor, telefon numarası ve mail adresi de var. Çok iyi konuşamıyor, annesi yardımcı oluyor, tuval üzerine yaptığı resimlerin satışında ise babası söz sahibi imiş. Ayakkabılarımızı çıkarıyor ve üst kata çıkıyoruz.


Bu Muhammed,  cıvıl cıvıl desenler O'nun elinden çıkma.






Gördüklerimize hayretler içinde kalarak ayrılıyoruz oradan, Muhammed'in resim yapan elleri dert görmesin, destek olanları artsın eksilmesin.


Neredeyse üç buçuk saattir dolaşıyoruz Ulus'un sokaklarında, yorgunluk belirtileri başladı. Mahallenin son sokaklarından geçiyor ve turu bitiriyoruz.




Korkarım bir süre sonra kentsel dönüşüme mağlup olacak bu evler, bu fotoğraflar da bize yadigar kalacak. Aşık Veysel gibi bir mesaj veriyorlardır bize belki: "Biz gideriz suretimiz kalır, dostlar bizi hatırlasın".

FANTOMANTO*

$
0
0
 

Bahsetmiştim değil mi, iri gövdeli apartmanımıza manto diktirmeye çalışıyoruz, kalabalık bir terzi ekibi günlerdir iş başında. Mantonun kumaşı eskilerin deyimiyle İngiliz kumaşı değil haliyle, o yüzden ortaya çıkan model de haute couture değil, sıradan, sentetik karışımı bir konfeksiyon işi olacak. Rengi ve biçimi iyi seçilirse göz boyayabiliriz üçüncü şahıslara karşı, dört bir yanımızı sarmalayan straforla oksijensiz kalacak ruhumuz ve bedenimiz ise apartmanın sürekli ve bu işe hevesli mûkimlerinin sorunu. Ben kapıların pencerelerin açılmadığı kış aylarında yokum, üstelik bu işe "hayır" diyen tek kişiydim. Muhalefet her zamanki gibi azınlıkta kalınca şimdi toz, strafor taneleri, sıva kalıntıları, matkap sesi, dört bir yanımızı saran paslı iskeleler, her pencerede bir işçi kafası, boya kokusu ve sürekli bir kalabalık ve gözlenme hissiyle birlikte yaşıyoruz. Sağ yanımdaki pencere Karagöz perdesi gibi şu an, çekili güneşliklerin ardında duvarı sıvayan işçinin hareketlerini bir gölge oyunu gibi izliyorum, yanık bir türkü söyleyen sesi de hafiften geliyor kulağıma. 

Sol yan ise matkap sesleriyle şenlenmekte. Kaç gündür o kadar aşina oldum ki bu sese artık musiki gibi geliyor. Normalde rutin bir zırıltı ama arada kime sinirleniyorsa "oraya gelirsem sorarım sana" der gibi bir tempoya dönüyor. Hatta "geldim ha, geldim ha" dediğini bile duyabiliyorum zaman zaman ve hemen ayağa kalkıp saygı duruşuna geçiyorum. Ne olur ne olmaz, matkap bu, hem de en iri kıyımından, kızdırmaya gelmez. Tepemde koca bir delik açıp üstüne duvardaki gibi, çiçeğe benzeyen, şık, kırmızı bir dübel kondurabilir. O zaman ebediyen huniyle gezer, bunca zaman gizlediğimiz delirme halini dosta düşmana ilan ederiz. Saygıda kusur etmediğim halde geçen gün balkon kapısının her iki yanındaki duvarda koca bir delik açıverdiler, bir nevi gözdağı olduğunu düşünüyorum, "ayağını denk al, duvarı delen beynini de deler"şeklinde yorumladım. Evlerden ırak :)

Dert bir değil üstelik, tam "erkekseniz teker teker gelin" demelik. Bitişiğimizdeki apartman da kendisine manto diktiriyor, yani duble gürültü, duble pislik. İşler senkronize bir şekilde gidiyor diyemeyeceğim zira onların terzileri daha hamarat, malzemeleri de daha kaliteli, o nedenle çabuk ilerliyor. Paris modaevlerinde kurs görüp ders aldıklarını düşünüyorum, haute couture değilse de biraz daha butiğe yakın. İskelelerinde bile koruma bariyeri var, bizim işçiler Allah'a ve kendi çevikliklerine emanet. "Bir Delinin Hatıra Defteri"ndeki Erdal Beşikçioğlu gibi sekiyorlar demirlerin üstünde. Yalnız yan apartmanda ilginç bir durum var, binanın ön ve yan yüzlerinden biri betebe mozaik kaplı, oraya hiç dokunulmadı. Arkaya ve boyalı tek yan cepheye dikildi manto, yani yarım manto. "Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe" hesabı. "Mozaikli cephedekiler üşürse üşüsün bana ne bana ne" dedi herhalde yönetici, kendisinin diğer cephede ikamet ettiğini düşünüyor ve bu gıybetle bir miktar günah üstleniyorum :)

Şimdi matkap sesleri üst katlara doğru uzaklaşmış, gölge oyunu da pencereden balkona kaymışken izninizle biraz kitap okumak istiyorum, bu fırsat her zaman ele geçmiyor. Mantolama illetinden cümleniz uzak olsun diyor ve huzurdan çekiliyorum. 

*Ben çocukken Gençlik Parkı'ndaki Lunapark'ta "Fantomanto" diye bir korku tüneli vardı, ödüm kopardı. Bu işten de öyle tırsıyorum yani :)

YUVAYA DÖNÜŞ

$
0
0
15 gündür uğramamışım bu mahalleye, çok işim vardı çok, hala da var ama artık bir "merhaba" deyip kendimi hatırlatma zamanı gelmişti. 

Cumartesi günü sabaha karşı Ankara'yı, henüz mantosu dikilmemiş apartmanı ve kendini hissettiren sonbahar havasını geride bırakıp Antalya'nın Akdeniz iklimine geri döndük. Neyse ki poyrazlı bir hava karşıladı bizi, nem yoktu ve böylesi harikaydı. O çıldırtıcı sıcaklar bitmişti, en azından geceleri rahat uyunuyordu, sevindik. O günden bu yana da kah evde, kah dışarda koşturup duruyor, geziyor, deniz-güneş-kum üçlemesi yapıyoruz. Bilenler bilir 30 küsur yıllık Antalyalı olarak denizle karşısında kahve içip, sahilinde yürümek dışında pek haşır neşir değilimdir. İçinde değil, karşısında olmayı tercih ederim. Ve bir çocukluk travması nedeniyle yüzme öğrenemiyorum. Bu yaştan sonra da sahilde su balesi yapılmıyor :) Birkaç yazı hiç denize girmeden geçirdim. Bu defa hafta başı gittiğimiz Adrasan'daki deniz öyle kışkırtıcı bir görüntü arzetti ki bir dahaki sefere girmeye karar verdim. Lakin mevcut mayolara giremediğim için bir adet yeni mayo satın aldım ve dün Side'de kendimi kızgın kumlardan serin sulara bıraktım (Magnum reklamından arakladım, çaktırmayın). Sonra efendim duşumuzu aldık, mayomuzu değişip kostümlerimizi giydik, Side harabelerinde bir tur atıp evimize döndük. Buraya kadar her şey güzeldi de getirdiğimiz tuzlu giysileri çamaşır makinesine atarken olan oldu. Benim mayo aralarından firar etmişti, yoktu. Denizle irtibatım o kadar kesilmiş ki yepisyeni mayomu kabinde unutabilme kapasitesine kadar ulaşmışım. Gitti gider koç gibi mayo, kalkıp Side'ye mayo aramaya gidemeyeceğime göre "Geç buldum, çabuk kaybettim/Zindan oldu hayat bana"şarkısını mırıldanıp makineyi çalışırdım ve evdekilere gururla yaptığım salaklığı anlattım. Üstelik kabine girdiğimde duvarda asılı şortu görünce "Salağın biri şortunu unutmuş, insan şortunu nasıl unutur yav" dediğimi de ekledim. Kendimi bir de sizin huzurunuzda tebrik ettikten sonra Adrasan ve Side'den görüntülerle başbaşa bırakıp kaçarım :)


Bayram kalabalığı dağılmış ama Pazar günü olduğu için günübirlikçiler işgal etmişti Adrasan sahilini
 


Plajın olduğu bölümde dağlar yemyeşil ama gel gör ki girişteki tepeler son yangından fena etkilenmiş. Ağaçlar kömür olmuş, insanın içi acıyor. Eğer bu duruma insan eli biler-isteye sebepse canlı canlı yanmasını dilerim.


Beni baştan çıkaran deniz budur işte

 
"Zeytin Gözleme"nin tavukları. Adrasan girişindeki bu aile işletmesi güler yüzlü sahipleri, lezzetli gözlemeleri, tavuklu-horozlu, zeytinli-bostanlı bahçesi ile keyifli bir mekan, yolunuz düşerse uğramadan geçmeyin.


Side'ye yıllardır yolum düşmemişti, ben görmeyeli çok değişmiş. Zamanında bu sütunların hemen yanında sakin, tenha bir kumsal vardı, şimdi iğne atsan yere düşmeyecek şemsiyeli, şezlonglu sevimsiz "beach"lara dönüşmüş. 


Epeyce bir aranıp "beach" havasından uzak bir plaj bulduk kendimize ve serildik şezlonglara. Biraz deniz, biraz güneş bir-iki saat geçirdik.


Deniz sefası bitip ben de mayomu kabinde unuttuktan sonra Side'deki antik kalıntıları gezmeye çıktık :)




Yolumuzun üstünde Side Müzesi vardı, girmeyi düşündük ama adam başı 20 lira olunca sadece Müzekart sahibi olan ben girdim, girdim de ne oldu? Antalya Müzesi'nin bahçesindeki kadar bile eser yoktu, sanırım ne çıktıysa toplayıp Antalya'ya yollamışlar.






Ama hakkını yemeyeyim arka cepheden görülen manzara güzeldi:



Müzeden çıkınca geziye devam ettik, kalıntıların görkemine olağanüstü bir bulut şöleni eşlik etmekteydi:






Bulutlara baybay dedik ve rotayı Antalya'ya çevirdik, haydi kalın sağlıcakla...


BİR KEZ DAHA EXPO

$
0
0
Çocuklar gitti, tatil havası bitti. Hüzün yaptık bir miktar ve rutinimize geri döndük. Antalya'da hâlâ yaz hükmünü sürmekte, hatta iki gündür sıcaklıkta artış bile oldu, yine de geceleri rahat uyuyoruz ve nem bezdirici boyutlarda değil artık. Şehrin en güzel zamanları başlıyor. 

Çocuklar gitmeden son etkinlik olarak bir Expo ziyareti yaptık, benim için 3. gidiş oldu ve hemen hemen görmediğim köşe bucak kalmadı. Akşam saatlerine yakın gidip geç vakit döndüğümüz için gece halini de görmüş olduk. 


Artık kurumaya yüz tutmuş kekiklerin arasına konuşlanmış bu cüceler Alman pavyonundan. Amelie'nin kulaklarını çınlattık.


Önceki gelişlerimizde en sona bırakıp yorgunluktan gezmeyi ertelediğimiz yağmur ormanları konseptli serayı bu kez gezdik. Yağmursuz bir yağmur ormanıydı. 


Ülke pavyonlarını dolaştık bir süre, kimini ilk, kimini ikinci, kimini de üçüncü kez gezmiş olsam da aşağıdaki Afrikalı hatunların renkli görüntüsü için bile gezmeye değerdi: "Baaayaaan kınaaa?"


Turunculu makineyi görür görmez yüzünü kapattı, sonra da gülerek bir şeyler söyledi ama Afrikacam yeterli gelmedi, belki de küfretmiştir, canı sağolsun :)


Orkideler ve onlara bekçilik yapan zarif görünümlü samuray (bakmayın zerafetine bir kılıç darbesiyle uçurur kellenizi vallah) yanlış hatırlamıyorsam Taiwan pavyonundan. 


Bu laleli şirineyi önceki gelişlerimde atlamışım, bu sefer fotoğraflamadan geçmedim, ne tatlı değil mi?

Güneş ufukta yavaş yavaş kaybolurken yorulduk ve acıktık. Ring seferi yapan taşıtlardan birine atlayıp simit yiyip çay içerek birak dinlendik bir cafede.



O esnada kule ışıklanmış ve gölette su gösterisi başlamıştı, simitimize eşlik etti.

Daha sonra çocuklar kulenin tepesine çıktılar, ben daha önce çıkmış ve gündüz gözüyle görmüştüm, bir kez daha niyet etmedim, gece halini de oğlumun objektifinden gördüm:


Onlar Expo alanına kuşbakışı bakarken biz de kültür merkezindeki "İnanılmaz Böcekler" sergisini gezdik. Bırrr, benim açımdan çok neşeli bir gezi olmadı, akreplerin yanından geçerken gözümü kapattım, kelebeklere yakın durdum:


Maket böceklerle canlandırmalar yapılmıştı, ilginçti:


Sergi sonrası bir müddet daha oyalandık ve sonra gitmeye niyet etmiştik ki çıkıştaki meydana kurulan sahne dikkatimizi çekti, iyi ki çekti. Çok renkli ve keyifli bir buz gösterisi izledik "Moscow Circus on Ice"dan:




Bir Expo gezisi daha böylece sona erdi. Ekim sonunda bu macera bitecek, sonrasında o alan ne olacak şimdilik bilmiyoruz, umarım halka açık ve güzel bir amaçla kullanılır. Yarın Ferminanım ve diğer bazı blogcuların başlattığı yeni bir meydan okumaya başlıyorum. Onlar 4. güne geldiler, ben de arkalarından yetişmeye çalışacağım. Haydi sağlıcakla...

ŞALANJJJJ 1-2-3-4-5

$
0
0
Ne demiştik, "şalannnnjjjj" demiştik, dediysek yaparız. Yaparız ki yaş ortalaması yükselsin daha ciddi olsun :) Yalnız biraz geriden başlarız, neden, yaşlı başlı insanız çünkü. Ancak yerimizden doğruluyoruz belimizi tuta tuta, dizlerimiz takırdıyor yürürken, kalem-pardon klavye-tutan ellerimiz uyuşuk, o yüzden arkadan gideriz tin tin tin, gölge gibi (Az daha böyle devam edersem beni bakımevine kapatacaklar, iyisi mi kesip sesimi başlayım şalanjja). Efenim sorular şöyle, ben Ferminaanım'dan feyz aldım, o da Zihin Bey, Afede ve Mariposa Hanımlardan sanırsam:

1- Sizi mutlu eden bir şarkı
2- Hayalimdeki meslek
3- Öğrenmek istediğini yetenek
4- Sizi ifade ettiğini düşündüğünüz ay
5- Size ilham veren şarkı sözü
6- Dünyada değiştirmek istediğiniz 5 şey
7- Korkmasanız denemek isteyeceğiniz şey
8- Bu hafta başınıza gelen en iyi şey
9- Size birini hatırlatan şarkı
10- Size ilham veren birisi

Haydi bakalım, göbek atalım. Yok yav göbek atmayacaktık, cevap yazacaktık, o zaman ilk soruyla başlayalım ve 5'e kadar devam edelim ki gençlere yetişelim:

1- Sizi mutlu eden bir şarkı:

İlkgençliğimdeoturduğumuz evde üst katta doğma büyüme "Angaralı" bir komşumuz vardı, bir şey tam istediği gibi oldu mu değişik bir vurguyla "İşteheee buuu!" derdi, beni mutlu eden şarkı-daha doğrusu türkü-de işteheee buuu, "Çömüdüm yar":


Şaka tabii, dinlemeye doymadığım, beni mutlu eden şarkı aşağıda, Göksel Baktagir kanunu ile seslendiriyor: "Yalnız Sen"

 2- Hayalimdeki meslek:

Büyüyünce doktor olmak istiyorum teyzeciğim, amcacığım. Hastalara şifa, dertlilere deva oluciiiiim (Olamadı). Hayalimdeki mesleği belirlemek bu saatten sonra biraz komik olacak ama sanırım sanatla ilgili her meslek beni mutlu ederdi. Üşenmesem üniversite sınavına girip Sanat Tarihi bile okuyabilirim ama kim uğraşacak şimdi onunla. Hal böyle iken tam 25 sene en sevmediğim işi yaptım, Meslek Dersleri Öğretmenliği, şuraya altalta 25 senede girdiğim dersleri yazayım da acıyıp hak verin bana:

-Maliye
-Ekonomi
-Muhasebe
-Çeşitli Hukuklar (Deniz Ticaret Hukuku bile, pes diyorum yahu)
-Kooperatifçilik
-Daktilografi
-Turizm İşletmeciliği
-Pazarlama
-Sigortacılık
-Reklam ve Propoganda
-Mesleki Uygulama
-Büro Tatbikatı
-İstatistik
-Turizm-Sanat Eğitimi
Ve şu anda müfredatta olmadığı için unuttuğum birkaç tane daha. Iyk, gel de sev bu dersleri. Şu anda ise en sevdiğim mesleği sürdürmekteyim, yaşasın EMEKLİLİK.

3- Öğrenmek istediğiniz yetenek:

Tam da şu ilk soruda ikinci şarkıdaki adamın yaptığı şey: Kanun çalmak, mümkünse Göksel Baktagir gibi çalmak.  Olmayacak duaya amin dediğimin farkındayım ama ne olurdu yani olsaydı. Haydi bir tane daha gelsin o zaman, "Gülrû":


4- Sizi ifade ettiğini düşündüğünüz ay:

"Nisan, Mayıs ayları/Gevşer gönül yayları"demiş diyen her kimse. Aynen öyle ilkbahar beni benden alır. Ankara'nın bahar kokusu burun deliklerime dolar mesela ne zaman düşünsem. Antalya zaten bir ilkbahar cennetidir. Kıştan nefret eden bir kişi olarak coşkuyla karşılar, hüzünle uğurlarım Nisanı ve Mayısı. Nisan dallarda tomurcuklanan çiçektir, ot kokusudur, mavi gökyüzüdür, göz kırpan güneştir, babamın kesekağıdında getirdiği çağladır, kardeşimin doğduğu aydır ve Mayıs onun ektikleriyle beslenip semirir, gelişir. Nasıl sevmem...

5- Size ilham veren şarkı sözü:

Bestesi ve güftesi Ahmet Rasim'e ait bir şarkının, "Pek revadır sevdiğim ettiklerin"şarkısının bir sözü pek ilham vericidir:

"Gez, görüş, eğlen, sıkılma, zevke bak
Bir gelir insan cihane, durma çak"

Durmadan içmesek de olur ama adam doğru söylemiş.  Haydi dinleyelim, Melihat Gülses seslendirsin:


Eh yetiştim değil mi genşler, o zaman yarına kaldığımız yerden devam :)

ŞALANJ 6

$
0
0
Sabah erken kalkıp bankaya gittim, bir miktar para çekip maaşımın da yattığını kontrol ettikten sonra ya benden, ya siteden kaynaklanan bir nedenle Ankara aktarmalı gelen sipariş kitaplarımı almak üzere kargoya uğradım. Bilmiyorum kabahat kimin, Babil yetkilisi "zinhar bizden olamaz" didi. Israr etmedim, ben de alışkanlıkla Ankara adresini tıklamış olabilirim. Ankara'daki evin kapısından beni arayıp "kapıyı açar mısınız?" diyen MNG kargo yetkilisine "açtım ya kardeşim, niye bekliyorsun kapıda" diye çemkirdim. Adamcağız "sen nerdesin apla?" dedi. Abla demesine bir miktar bozulduysam da çaktırmadım, "Antalya'da tabii ki" diye cevap verdim, bu defa çemkirmedim zira olayı kavramaya başlamıştım. "Ama ben Ankara'dayım" didi adamcık. Mesele gayet sarih bir şekilde anlaşılmış oldu, "Netcez gari?" dedim adama, "Yollayamaz mıyız buraya?". "Ben dağıtımı bitirip sizi arayım apla, bir hal çaresi düşünürüz" dedi, abla demesine de kızmadım bu defa, kızacak halim kalmamıştı çünkü, ayrıca adamcağız yardım etmek niyetindeydi. Öğleden sonra tekrar aradı ve istediğim şubeye sevkedeceğini söyledi, kendisine birden kanım kaynadı, "arzu edersen teyze de diyebilirsin" diyecektim, şımarmasın diye demedim. Şubenin adresini verdim ve adama şu şapşal soruyu sordum: "Peki sizde benim telefon numaram var mı?". Yanıt gecikmedi: "Olmasa nasıl arayacaktım apla?". Hanımanne hitabını haketmiş olarak kapattım telefonu, bir miktar da kızardım, Allahtan telefon görüntülü değildi. İşte bu kargo o kargo, bu kitaplar o kitaplardı. Sonra muhitimizin güzide marketine uğrayıp pirinç gibi zorunlu, kinoa, ciya, kırmızı fasulye gibi lüküs ve konsept tüketim malzemeleri aldım. İkinci gruptakileri ilk kez deneyeceğim, herkesler abarttı da abarttı, ben eksik mi kalayım. Hem okudum ki bugün Ferminanım da kinoa işine girmiş, o denesin, iyiyse ben de denerim, yoksa iade ederim, nasılsa muhitimizin marketi, hihihi uyanıkım uyanık :)

Sonra efendim eve gelip çayı koydum, ardından domates işine girdim. Dünden temin edilip yıkanmış 6 (yazı ile altı, öyle otuz motuz değil, adam olana altı çok bile) kilo domatesi tepesinden + şeklinde bıçaklayıp kaynar suya attım. Onlar saunada ter atarken ben de kahvaltımı yaptım. Kahvaltım bitince ellerim yana yana kabuklarını soydum. Tekrar tencereye doldurup el blenderi ile bızzt bızzt yapıp kaynamaya bıraktım. Bu arada birtakım domatesleri yerlere düşürmüşlüğüm, sularını tezgaha saçmışlığım, ocağa dökmüşlüğüm, blenderi tencereden çıkarıp domates ezmesine bulanmışlığım oldu tabii ki, hamaratlığın şanındandır. Domatesler fıkırdarken biber dolması yapmaya giriştim. Kendilerini pişirmek için domateslerden süzülen suyu kullandım. Bakmayın öyle, hiç tasarruf ehli falan değilimdir, kırk yılın başında faideli bir eylem yapayım dedim, hatta bununla kalmadım, haşlama suyuna da çorba yaptım. Bir torba nohutu düdüklüye boca edip buzluğa kaldırmak üzere haşlamaya bıraktım. O arada domatesler kıvama geldi, kavanozlara ve buzdolabı poşetlerine doldurup amuda kaldırdım. Bulaşık makinesini boşalttım, kirli tabak çanağı yerleştirdim, mutfağın zeminini sildim ve "oh iş bitti" diyerek bir bardak süt doldurup mutfaktan çıkmak üzereyken sütü tezgaha devirdim. Ettiğim küfrü yazmak istemiyorum zira kibar, narin ve zaarif bir kadınım ama ettim arkadaş küfür, hem de en sunturlusundan. Al baştan zemin, tezgah ve tezgahtaki cümle alet edevatın altlarını temizledim. Ve sonunda aranızdayım benim caaanım takipçilerim, ayaklarımın altından ateş çıkıyor, bunu da söylemeden geçemeyeceğim. 

Ekimi sakarlıkta rekor kırarak karşıladıktan ve domestik faaliyetlerimi nihayete erdirdikten sonra gelelim "şalanjjj"ımıza. Şalanj deyince Öztürk Serengil geliyor hatrıma, o da "Kelajjj" falan derdi ya, pek de güzel twist yapardı, ruhu şadolsun abidik gubidik abimizin. Şalanjın 6. sorusu şöyle: 

-Dünyada değiştirmek istediğiniz 5 şey:

Yok arkadaş, benim değiştirmek isteğim falan kalmadı. Değişmiyor, değil 5 şey, bir tek şey bile değişmiyor. Değişseydi önce 68, sonra 78 kuşağı becerirdi bunu, olmadı, olmuyor, olmayacak. Bırakacağız dağınık kalacak ve ben bu soruya şöyle cevap vereceğim:


Haydi kalın sağlıcakla, 7. soruda görüşürüz...

EYLÜL OKUMALARI VE ŞALANJJ 7

$
0
0
Eylül de bitti gitti, normalde yaz biterken hüzünlenirim, kışı sevmeyen bünyem huzursuz olur ama bu yıl "oh be, sonunda gitti" dedirtti. Hele de Temmuz, bir daha o şekilde gelecekse Haziran'dan doğruca Ağustos'a geçelim mümkünse. Yaz bitti dedim ama buralar hala yaz, hem de oldukça sıcak bir yaz. Denizin en güzel zamanı, birkaç güne kadar Antalya'nın da en güzel zamanı olacak, tadını çıkarmak lazım.

Eylül okumalarına gelince, ne yazık ki yaz ayları kadar verimli olmadı. Ankara'dan Antalya'ya dönüş, yerleşme telaşı, çocuklarla geçirilen keyifli zamanlar okumaya pek fırsat bırakmadı. Yine de 8 kitabı devirmişim ve Goodreads Challenge'ımda 14 kitap ilerdeyim, daha ne olsun. Gelelim kitaplara:



- "Duman", John Berger'in metnini yazdığı, Selçuk Demirel'in desenlediği bir mini kitap. Novella bile denmeyecek küçük metinler ve hoş resimler. 15 dakikalık bir şeydi ama keyifliydi. 



-Edip Cansever sevmeyen var mı? Şiire bir şekilde bulaşmış herkesin en azından birkaç şiirine meftun olduğunu düşündüğüm şairin Ruhi Bey şiirlerini bölük pörçük okumuştum ama tamamını okumak Eylül ayına kısmetmiş. Ne diyeyim bazılarına yaradan torpil geçiyor...



- Mario Vargas Llosa sevdiğim bir yazar, yıllar önce, daha Nobel ödülü almadan "Üveyanneye Övgü"sünü okuyarak tanışmıştım. Geçen yıl "Hınzır Kız"la tazeledik okuma maceramızı. Külliyatını tamamlamak niyetindeyim. "Ketum Kahraman"dan sonra "Palomino Molero'yu Kim Öldürdü" girdi sıraya, "Ketum Kahraman"ın iki kahramanının kitapta yer alması da sürpriz oldu. Çok heyecanlı olmayan bir polisiye bu ve diğer kitaplarıyla karşılaştırıldığında biraz zayıf kalıyor. Yine de Llosa iyidir, bunu değilse de diğer kitaplarını okumalı...


-Alef Yayınevi son bir-iki yıldır ilgiyle takip ettiğim bir yayınevi oldu. Hemen hemen her kitabını severek okudum. "Güvercinler Gittiğinde"yi Goodreads'da güvendiğim bir takipçinin önerisiyle okudum, Alef'den çıkmış olması da ek referans oldu. Natalia'nın, daha doğrusu güvercin meraklısı kocasının ona verdiği güvercin anlamına gelen isimle "Colometa"nın öyküsü. Genç yaşta, bir anlık itkiyle evlendiği maço kocasıyla, iki çocuğuyla, hayat gailesiyle, savaşla geçen ömrünün öyküsü. Okumalısınız.


- "Kız Koşucu"ve yine Alef. Dedim ya Alef beni yanıltmıyor. Bu ay-hatta belki de bu yıl-okuduğum en iyi kitaplardan biriydi. Kanada'nın Ontario taşrasında bir çiftlikte dünyaya gelen ve hayattaki en büyük tutkusu koşmak olan Aganetha'nın öyküsü. Aganetha'nın geri dönüşlerle anlatılan yaşamına ek olarak 1928 olimpiyat oyunlarına "muhteşem altılı" olarak geçen Kanadalı kadın atletlerin öyküsünü de okuyacaksınız. Kesinlikle tavsiyemdir.


- "Tatar Çölü"kendi açımdan ele alırsam geç kalmış bir okuma idi. Yıllarca kitapçılarda, kitap dergilerinde görüp, sağdan soldan "Tatar Çölü'nü okudun mu?" sorularına muhatap olduktan sonra müthiş bir beklenti ile aldım elime. İyi bir kitaptı, bu kadar üzerinde durulmasa ve beklentim bu kadar yüksek olmasa "çok beğendim" de diyebilirdim belki. Evet, ilginç bir konuydu, evet iyi bir edebiyattı ama daha iyilerini okumuştum. Sınırdaki bir kaleye görevli olarak giden ve bir an önce dönmeyi düşünen genç bir subayın orada ömrünü geçirmesini konu almış. Benim gibi beklentinizi yüksek tutmazsanız çok sevebilirsiniz.


-Nihan Eren'in 2015 Cevdet Kudret Öykü Ödülü'nü almış "Kör Pencerede Uyuyan" isimli kitabını daha önce okumuş ve çok beğenmiştim. "Yavaş"yazarın ilk kitabı aslında, ikincisini çok sevince ilkini de okumak isteği duydum. Tıpkı ikinci kitaptaki gibi kahramanların tüm öykülere bir şekilde dokunduğu "Yavaş" da "Kör Pencerede Uyuyan" kadar olmasa da güzel bir kitaptı. Öykü sevenlere önerilir. 


-Geçen yıl aklıma düşen Nobel'li yazarlardan en az bir kitap okuma fikrine dayanarak Almıştım "En Uzağından Unutuşun"u, bir yıldır okunmayı bekliyordu, bu ay elime alabildim.  Patrick Modiano Nobel'i 2014 yılında almış. Kitap kısa süren ama hayli karmaşık bir gençlik aşkını konu alıyor, kuru bir anlatımdı sanki ya da çeviriden öyle bir duyguya kapıldım ve pek sevemedim. 2014 Nobel'i tek kitapla kalabilir diyorum :)

Evet, bu ay bu kadar, şimdi gelelim Şalanjımızın 7. sorusuna:

-Korkmasanız denemek isteyeceğiniz şey:

Daha önceki yazılarımda itiraf.com tadında belirtmiştim, yüzme bilmiyorum. Çoçukluk çağımda yaşadığım bir travma nedeniyle bir türlü öğrenemiyorum. Su belimin üstünü aşar aşmaz paniğim başlıyor, bu yüzden denizle ilişkim yok denecek kadar az, kırk yılda bir girersem de su balesi yapıyorum :) Ben denizi dışındayken seviyorum. Ama işte bu konuda da kendimi çok ayıplıyorum ve eğer korkmasam Kıbrıs'a kadar yüzmek istiyorum :)


Viewing all 1481 articles
Browse latest View live