Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1481 articles
Browse latest View live

FESTİVALLERE, SERGİLERE DOYAMADIK :)

$
0
0
Kaleiçi Festivali'nin 2. gününde iki etkinliğe katıldım, aslında sabah kalkıp havayı kapalı ve yağmurlu görünce az kalsın ilkinden cayıyordum. Sonra biraz açar gibi olup güneş hafiften yüzünü gösterince programımı uygulamaya karar verdim, iyi de etmişim. İlk etkinlik Sufi müzik dinletisi ve sema gösterisi idi. Gösterinin yapılacağı mekana gelince hava durumu nedeniyle kapalı alana alındığını öğrendim ve Kaleiçi'ne, Suna-İnan Kıraç Müzesi'ne (Ak-Med) yollandım, neyse ki başlamadan yetiştim. Aslında sema ayininin bir halk dansı gibi olur olmaz sergilenmesi bana tuhaf geliyor ama ilk kez böyle bir şey göreceğim için prensipleri bir kere çiğnemekten bir şey olmaz dedim ve salonda yerimi aldım :) Ney, kanun ve daireden oluşan üçlü bir sufi müzik grubu eşliğinde tek semazenli bir gösteri izledik:



Bir süre sonra hava iyice açınca gösterim Ak-Med'in avlusuna alındı.



Sema gösterisi bitince başka bir etkinliğe katılmak için ayrıldım oradan, rehber eşliğinde bir Kaleiçi turu yapmak üzere buluşma yeri olan Hadrianus Kapısı'na gittim ama o gezinin detayları bir dahaki postta. Bugün Kaleiçi Fırın sokakta, Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyelerinin "Wish&Hope" isimli, Hıdrellez temalı enstalasyon sergisinden söz edeceğim, çok güzel ve eğlenceli bir sergi idi. 

Hangi eser kime aittir tam olarak not alamadım ama eser sahibi öğretim üyelerinin isimleri şöyle: Kamuran Özlem Sarnıç, Defne Alkandemir, Işık Aslıhan, Cengiz Bodur, Gül Yasa, Umut Kayapınar, Handan Dayı, Kemal Tizgöl ve Özgü Gündeşlioğlu Demir. 



Seyahat Günlükleri (Tekrar Orda Olmayı Dilemek). Sanatçı gittiği seyahatlerden topladığı objeleri kullanarak enstalasyonlar yaratmış.


Sokağın girişindeki digital ateş bir Hıdrellez geleneğini simgeliyor, sergiye ateşten atlayarak girmiş gibi oluyoruz.



Dilekleri ağaç dalına asmayı simgelemiş sanatçı üstteki enstlasyonda, alttaki küçük kağıtlara ise siz de dileğinizi yazabiliyorsunuz. Yazdık tabii ki :)


Efendim bu kapılardan beğendiğiniz birini açıyor ve kısmetinize çıkan kartı alıyorsunuz. Benim beğendiğim kapı boş çıktı ne yazık ki, arkadaşın kapısından iki kart çıkınca birini benimle paylaştı, bakınız ne çıktı:


Amanin Allah korusun :)


Mavi gökyüzünde şeytan uçurtmaları. Hangimiz çocukluk hayallerimizi göğe yükseltmedik ki bir uçurtmayla. 


Bu çalışmanın adı Dilekler Kılavuzu. Sevdiğiniz bir rengi seçiyor ve istediğiniz yeri boyuyorsunuz. Ben hangi rengi seçtim dersiniz?


Umarım siz de beğenmişsinizdir sergiyi. Madem ki bu gece Hıdrellez, o zaman hepimizin dilekleri kabul olsun diyelim.

Not: Antalyalılar için duyuru, sergi 8 Nisan'a kadar açık. Kaleiçi Fırın Sokak Art Cafe yanında izlenebilir.

KALEİÇİ'NDEN

$
0
0
Dün Kaleiçi Festivali kapsamında Antalya Rehberler Odası'nın düzenlediği rehber eşliğinde Kaleiçi turuna katıldım. Yüzlerce defa gittiğim Kaleiçi'ni bu kez daha bilinçli gezmiş oldum. Aşağıdaki görüntüler bu turdan:


Tura Hadrianus kapısından (Halk arasındaki adıyla Üçkapılar) girerek başladık. Bu kapılar M.S. 130 yılında Roma imparatoru Hadrianus'un şehre gelmesi onuruna inşa ettirilmiş. Kapıların yanındaki iki kuleden soldaki Romalılar devrinden kalma ve üzerindeki kitabe de o devre ait, sağdaki ise Selçuklular zamanında yapılmış, kitabesi de Selçukluları işaret ediyor. 


Günümüze kadar gelebilen Korint sütun başlıklarının üzerinde aslan başları ve sonsuz bir döngüyü temsil eden sarmallar işlenmiş. Dört sütundan ancak fotoğrafta görülen orijinal haliyle günümüze gelebilmiş, diğerleri restorasyondan geçmiş.


Evet Kaleiçi'ne girdik, hemen girişte karşımıza çıkan ve restore edilmekte olan büyük konaklardan birinde bir ayrıntıya dikkatimizi çekti rehberimiz. Sokak girişlerine denk gelen duvarların sivri köşeleri kesilerek arabaların dönerken çarpması önlenmiş, buna mimaride "pah" denilmekte imiş.





Rodos işi denilen zemin mozaikleri bir çok yapının zemininde mevcut, Suna-İnan Kıraç Vakfı'na ait AkMed'in zemini de bu mozaiklerle kaplı.




Henüz restorasyona girmemiş ahşap bir ev. Ne yazık ki yeni restore edilen binalar eskisine pek benzemiyor. Bakınız yandaki bina. Keşke biraz daha özenli yapılsa.





Begonvillerin coşma zamanı ve Kaleiçi'ndeki pek çok ev de begonvillerle sarmalanmış.



Kesik Minare ya da Korkut Camii. Roma mabedi olarak inşa edilen yapı Bizans döneminde kiliseye çevrilmiş, daha sonraları ise  Sultan 2. Bayezit'in oğlu Şehzade Korkut tarafından cami olarak ibadete açılmış 19. yüzyılda çıkan bir yangında minarenin ahşap kısmı yandığı için Kesik Minare olarak adlandırılmaya başlanmış. Şu anda onarım görmesi çok zor olduğu için kullanım dışı.


Nar ağaçları çiçeklenmiş, sokakları süslüyor.



Kaleiçi sokakları Belçika'dan getirilen bir ekip tarafından peyzaj çalışmalarıyla çiçeklendirilmiş, yukarıdaki fotoğraftaki otel muhtemelen kendi çiçeklendirmesini kendi yapmış, yaz-kış rengarenktir çevresi. Antalya geçen yıl "Beş Çiçekli Altın Şehir" adıyla uluslararası bir peyzaj ödülü de aldı. 



Rehberli gezimiz Hıdırlık Kulesi'nde sona erdi. Karaalioğlu Parkı'nın içinde bulunan ve altı kübik üstü silindirik olan kule 2. yüzyılda yapılmış. Bir süre deniz feneri olarak kullanıldığı söyleniyor. Üzerinde bulunan balta kabartmaları ilginç, kulenin üstündeki silindirik yapının sonradan çıkıldığı düşünülüyor. Hıdırlık adının Hıdrellez kutlamalarından geldiğini söyledi rehberimiz, ben onun yalancısıyım. Tur bitti ama ben Kaleiçi sokaklarında kaybolmaya devam ettim, aşağıdaki fotoğraflarla hoşçakalın diyorum...



NEREDE KALMIŞTIK? (ÇELINÇ 25-26-27)

$
0
0
Son günlerin aktivite yoğunluğu Çelıncı aksatmama neden oldu, öncelikle kendilerinden özür diliyor ve kaldığım yerden devam ediyorum:

-Favori Disney karakteriniz hangisi, neden?




İşte bu arkadaş; "Varyemez Amca". Neden mi? Yolda giderken A.li A.ğaoğlu ile çarpıştım bulaştı, zengini severim ben, hahaha :)

-Ziyaret etmek istediğiniz 10 yeri sıralayın:

Ay ne sıralayacağım yahu, dünya yüzündeki bütün her yeri ziyaret etmek isteyebilirim, sırası önemli değil, yeter ki sponsor olacak biri olsun :)

27- Dağınık mısınız yoksa düzenli mi?

Bekarken annem sürekli ne kadar dağınık, ne kadar pasaklı, ne kadar tembel olduğumdan şikayet etti durdu. Oysa orta birinci sınıftan beri evin tüm ütüleri (hatta bazen dayımın pantolon ve gömlekleri de) şahsıma aitti, hâlâ ütü yapmayı seviyor olmam bir mucize esasen. Ayrıca annemin temizlik günleri vaki mi bir başka işim olsun, evde kalıp temizliğe yardım etmeli idim, odamın temizlik ve düzeninden de ben sorumluydum, katiyen ilgilenmezdi. Dağınık yaftasını yememe sebep muhtemelen okul ve sonrası iş hayatı nedeniyle yorgunluktan yerine asmayıp oraya buraya fırlattığım giysilerim ve elimin ulaşacağı her yerde rastlanan kitaplarımdı, yoksa dağınık falan değildim esasen. Her zaman-kirli bile olsa-düzenli evlerden zevk aldım. Genel olarak da derli topluyumdur ama bunun bir vakti, saati, özel bir zamanı yoktur. Canım ne zaman çekerse o zaman temizlik yapmaya, ev toparlamaya niyetlenirim. Vakte saate bağlamak ruhumu darlandırır, bunun sebebi de annemin her Pazar evi kaldırıp indirmesi ve bizi de bu olaya dahil etmesidir. Daha kargalar sabah tuvaletini yapmadan tepemizde bağırmasıyla uyanırdık: "Kalkın, yorganlarınızı sökün çamaşır yıkayacağım. Yorgan ipini koparmayın, uzun bırakın, tekrar kullanırım ben onu". Sonra efendim bu yetmez, radyodan yükselen maç uğultularına çamaşır makinesinin gürültüsü, deterjan kokusu, elektrik süpürgesinin harıltısı, annemin ev işlerinden şikayet eden söylemleri karışır, üstelik her pazar bu ritüel tekrarlanırdı. Çalışmadığı halde tüm bu işleri pazar gününe bırakması seyircili gösterinin daha etkili olmasındandı sanırım. Ah anneciğim Anneler Günü'nde dedikodunu yapmış gibi oldum ama sen ölüm döşeğinde bile, yarı komada yatarken komşuya perdeleri yıkamasını tembihleyen bir kadındın. Bu konuda sana layık evlatlar olamadıysak affeyle. Ne diyeyim huzurla uyu, Anneler günün kutlu olsun...

ÇELINÇ 28 VE BALE

$
0
0
Çelınç bitti biter, bugün 28. sorudayız ve o soru şöyle der:

-En sevdiğiniz müzik grubu, 3 tanesi:

Gençliğimde tüm çevremdekiler gibi ilk sırada elbette "Beatles" vardı, hala da "Beatles" var. İlaveten koyu bir "Aphrodite's Childs" ve buğulu sesiyle Demis Roussok hayranıydım, hala da hayranıyım. Yağmur yağarken "Rain and Tears" mırıldanmaktan vazgeçmedim. Gördüğünüz gibi naftalin kokuyorum, yeni gruplara ilgim ve bilgim yok. Yerlilerden "İncesaz"ı dinlemelere doyamam. Yakın zamana kadar "Yeni Türkü" fanıydım, şimdilerde sadece eski albümlerini dinleyebiliyorum. Kısacası yaşıma uygun takılıyorum.

Çelınç ödevimi yaptığıma göre Cumartesi günü gittiğim şahane baleden bahsedebilirim: "Üç Silahşörler". Bir kez daha söylüyorum, Antalya Opera ve Balesi cidden alanında çok yetkin, özellikle dansçılarımız bir harika. Alexander Dumas'ın ünlü eserinden uyarlanan, müziklerini Verdi'nin bestelediği balede de çok başarılı idiler. Bir yandan kılıçlarını konuşturup bir yandan bale adımlarıyla yürümek nasıl bir yetenek bilemedim artık, hoş ben de TV seyrederken çekirdek çitleyebiliyorum mesela, o kadar önemli bir şey olmasa gerek :) aşağıdaki fotoğrafları ANTDOB'un web sitesinden aldım, affola:






Dansçılar Tolga Burçak, Cankat Özer, Yağızhan Danış, Umut Çaltekin, Burak Özbek, Esra Taner, Varoslava Volkova, Özde Eren'e ve şahane orkestramıza teşekkürlerle...

ÇELİNÇ 29 VE SERGİ

$
0
0
Etkinlikten etkinliğe koşan gürbüz bir kelebek gibiyim bu aralar :) Ağrıyan diz, sıkışan sinirler, sallanan diş köprüleri bile vız gelip tırıs gidiyor, bedene "yıkılmadım ayaktayım" mesajı vermek istiyorum, ondan yani, yoksa keyfim için bir şey istiyorsam namerdim :) Dün hayli verimli geçen-yapılması gereken tüm işleri halletme açısından-bir günün ardından bir sergi açılışına ve o sebeple gerçekleşen mini bir konsere katıldım. İzlenimleri sizinle paylaşmadan evvel sondan bir önceki çelınç sorusunu cevaplayayım:

29- Korkularınız neler?

Bu ülkede yaşayıp da çeşit çeşit korkuya sahip olmamak mümkün mü, hangi birini yazayım? İyisi mi bireysel korkularımla başlayayım:

-Sevdiklerime bir şey olacak korkusu beni hiç terketmez, açık ara liste başıdır.
-Savaş, en büyük korkularımdan biridir, kabusumdur hatta.
-Nefessiz kalmak, daracık tüneller, karanlık ve dar mekanlar ve aşırı kalabalık. Rüyalarımda bile çıkışı olmayan odalara girer, bunalır dururum. Aranızda psikiyatrist var mı :)
-Lise matematik dersinden yazılı olmak. Gülmeyin, bunca yıl sonra senede en az 10 defa bunun rüyasını görürüm, üniversite bile değil, lise ayol. Üzerinden yüzyıl geçti. Güya ben çalışmamış, derslerde dalga geçmiş olurum ve sınava nasıl hazırlanacağım, ya sınıfta kalırsam diye terler içinde uyanırım. Üstelik çok başarılı bir öğrenciydim, bırak sınıfta kalmayı, bütünlemem bile yoktur. Bu nedenle muhtemel sebep matematik hocam Mualla'ya buradan saygılar sunuyorum. 
-Çok sevmeme rağmen köpekler. Gördüğüm her köpeğin potansiyel olarak beni ısıracağı korkusundayım. Köpek besleyen bir arkadaşım herhangi bir köpeğin beni ısırma ihtimalinin kendisinin beni ısırma ihtimalinden çok daha düşük olacağını söylese ve ona hak versem bile bu korkuyu yenemiyorum. Köpenk karşıdan geliyorsa ben kaldırım değiştiriyorum, o derece yani. Ama kendilerini de çok seviyorum, hele o sokak köpeklerinin hüzünlü, ıslak gözlerine bayılıyorum. Onlara bunu anlatmanın ve en uyuz olanının bile beni görünce sert sert havlamasının önüne geçmenin bir yolu yok mudur? 
-Ha bir de hamamböcekleri, aslında bu korku değil tiksinti. Antalya yazlarının kabusu, dana büyüklüğündeki uçan kokalakları seven yoktur sanırsam. Ay akrebi de ekleyeyim, fotoğrafından bile ürkerim. 

E yeter da, kendimi de iyice tırsak gösterdim, o kadar da değil yani, haydi sergiye gidelim.

Efendim, sergimiz Avrupa Günü kutlama kapsamında Fikret Otyam Sanat Galerisi'nde açılan "İnsan ve Yaşam" isimli bir resim sergisi idi. Kokteyl sonrası Serap Sevunur Riedel, Mine Soral ve Apostrofes isimli sanatçıların tablolarını izledik, ardından da mini bir konser dinledik. 




Serap Sevunur Riedel




Mine Soral




Apostrofes


Ve ANTDOB sanatçıları olan konser ekibimiz, ortadaki güzel kemancı benim kuzenim olur efendim :)

Yarın sol çelınç sorusunda görüşmek dileğiyle...

BİTTİİİİİİ! (ÇELINÇ 30)

$
0
0
Evet sona geldik, çelıncımız burada bitiyor. Alışmıştık her gün yazmaya,  canlılık gelmişti bloglara, Ferminaanım'ı bile gizlendiği yerden çıkarmıştık :) Saçaklı hanım sağolsun, yeni çelınçlarda buluşmak üzere diyerek 30. sorumuzu cevaplayalım:

-Neden blog yazmaya başladınız, blog isminizin bir hikayesi var mı?

Yazmayı severim ben, hele de emekli olup vaktimin tamamı kendime kaldıktan sonra iyice hız vermiştim yazıp çizmeye. İnternetle haşır neşir olmaya başladıktan sonra takibe aldığım bazı bloglardan esinlendim açıkcası, neden benim de bir blogum olmasın dedim ve 7 yıl önce sıcak bir Haziran günü acemi acemi açıverdim blogumu. Önce böyle bir mahcubiyet, bir heyecan, bir çekingenlikle yanaşıyordum, beni takibe alan her kişiyle seviniyordum falan, sonra işin ustası oluverdim çıktım. Eski yazılarımı okurken gülüyorum bazen, ne kadar naif, bazen gereksiz, ayrıntılı falan postlar girmişim. Ama hiçbir zaman pişman olmadım blogu açtığıma, bana kimiyle yüzyüze gelip tanıştığım, kimiyle tanışmakla kalmayıp sımsıkı dost olduğum, kiminin yüzünü görmesem bile dost sıcaklığını hissettiğim bir çok arkadaş kazandırdı. Ufkumu genişletti, pek çok şey öğretti, kendimi geliştirmeme sebep oldu, yazdıkça yazma kabiliyetim arttı, üslubum oturdu. Kısacası sevgili "Leylak Dalı"na çok şey borçluyum.

Peki neden "Leylak Dalı"? Ankara'da doğup büyüyen, ömrünün çoğunu orada geçiren bir kişinin ilkbaharda leylaklarla hemhâl olmaması mümkün değildir. Kendimi bildim bileli çok sevdim bu çiçeği, kendini, rengini, kokusunu, kalp biçimi yapraklarını. Sonra Antalya'ya yerleştim ve akla gelmeyecek her çiçeğin, her ağacın yetiştiği bu bitek topraklarda bir tek leylağın layığıyla yetişmediğini gördüm, o kadar özlerdim ki adeta aşererdim. Okulda arkadaşlarım hasbelkader ellerine geçen cılız mılız leylakları getirir, leylak bulamadıklarında leylak kokulu sabunlarla sevindirmeye çalışırlardı beni. Yani tescilli bir leylak manyağıydım. Böylece blogu açarken cismini bulamadığım çiçeğin bari ismini koyayım dedim ve "Leylak Dalı"çıktı ortaya. Öyle özdeşleşti ki benimle bir süre sonra adımın yerine "Leylak Dalı" diye hitabedildiğinde yadırgamamaya başladım. Antalya'da yetişmeyen leylağı blogumla yetiştirdim kısacası. Vaziyet budur.

Son soruyu tamamlarken bloguma adını veren bu güzel çiçeği öncelikle Saçaklı hanıma ve Çelınca katılan tüm dostlara hediye ediyorum. 


KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ 4 (CÜMBÜŞÇÜ AMCA)

$
0
0

Adını sorsanız ilk anda söyleyemez, bir an düşünürdüm "acaba neydi?" diye. Aslında çok da ustalık düzeyinde çalamadığı cümbüşüyle öyle özdeşleşmişti ki adını bile unutmuştuk neredeyse. O apartmana taşındığmız gün gelip eski kiracılardan şikayetlerini dile getirenlerden biriydi. Hemen bitişiğimizdeki dairede oturuyorlardı karısı ve yetişkin oğlu ile. Kırklarının sonlarında olmalıydılar ama yedi yaşındaki bana pek yaşlı gelirlerdi haliyle. 

Gümrük şefiydi, pek gururlanırdı bu konumundan ötürü, ufacık boylu, tombulca karısının aksine boylu-boslu ve kel kafalıydı. Kalın camlı gözlükler takar ve her sabah işe giderken ortak balkon üzerindeki alçak penceremize abanıp içeriyi kontrol ederdi. Motel tarzı inşa edilmiş dört bloktan oluşan bir sosyal konuttu oturduğumuz site. Her kattaki 6 daire ortak bir balkona açılır ve bu balkon üzerinde yatak odaları ve mutfakların pencereleri olurdu. Uzun boylu biriyseniz rahatlıkla camdan bakıp içeriyi görebilirdiniz yani. Dışardan rahatça dikizlenebilen bu pencereler içerden yüksekte kaldığı için çoğu ev hanımı olan apartman sakinleri balkona çıkılamayan kış günleri caddede olanı biteni görüp sıkıntılarını gidermek için bu pencerelerin önüne yüksek birer sedir yerleştirmişlerdi. Bizim evde bu sedirin aile arasındaki ismi"yüksek divan" idi, sanırsın Topkapı Sarayı'nda ikamet ediyoruz. Ha bir de "küçük divan"ımız vardı, o salonda dururdu ve mülkiyeti şahsıma aitti, aslında Ağavni teyzelerindi o divan ama üç oğullarının en büyüğü Antuvan'ı evlendirip gelinleri Gülnar'ı da eve alınca kalabalık çoğalmış ve bazı eşyaları tasfiye etmek zorunda kalmışlardı, "küçük divan" da bizim-daha doğrusu benim-payımıza düşmüştü. Dağıtıp dağıtıp bir türlü toplamadığım için annemden sürekli azar işittiğim oyuncaklarım, kitaplarım, ıvırım zıvırım onun üzerinde yayılı durur, mecburi öğlen uykularına onun üstünde yatıp uyur gibi yapar, tatil kitaplarımı ve Ayşegül serisi hikayelerimi onun üstünde okur, tam köşede duran "Hanım dilendi bey beğendi" adı verilen teknikle örülmüş rengarenk yün yastığı oyunlarıma arkadaş ederdim. Küçük divanda olmadığım ve dışarıyı görmek istediğim zamanlarda ise önce bir sandalyeye basıp sonra yüksek divana çıkardım. Eğer bu durum sabah saatlerine rastlarsa pencereye abanmış Cümbüşcü amcanın kalın camlı gözlükleri ve sırıtan çehresiyle karşılaşmam olağan hadiselerdendi. 



Akşam oturmalarına gittiğimizde duvarda asılı cümbüşünü alıp hem söyler hem çalardı. Kocaman bir tencereye benzettiğim cümbüşün gövdesinde yazan Zeynel Abidin Cümbüş yazısını önceleri Cümbüşçü amcanın ismi sanmıştım, değilmiş :) 

Apartmana taşındığımızda buzdolabımız yoktu, sadece bizim değil apartmanda kimsenin buzdolabı yoktu. Sonra bir akşam babam buzdolabı aldığı müjdesiyle geldi eve. Ertesi gün de buzdolabı mutfak dar olduğu ve sığmadığı için salona, benim "küçük divan"ın hemen yanına yerleşti. Artık yanımda bir bardak bulundurursam yerimden kalkmadan su içme lüksüne sahip olacaktım.  Küçük boy bir Arçelik'ti. Anneannem dolap gelir gelmez kapağını açmış ve lambasının ışığıyla tatlı bir pembe renge bürünmüş içini görür görmez "ay kıyamam, pek de güzelmiş, pembiş pembiş" demişti :) Sonra ne düşünüldüyse salondaki yeri uygun bulunmayıp yatak odasının hemen girişine konmasına karar verilmiş ve benim yerimden kalkmadan su içme zevkimin içine edilmişti. Gün boyu gidip gelip kapağı açılan ve varlığıyla mutlanılan sevgili buzdolabımızın daha başına gelecek vardı. Akşam olup mesai saati sona erdiğinde ve Cümbüşcü amcam gümrükteki memuriyetinden evine avdet ettiğinde karısından bizim buzdolabı aldığımız haberini almış ve hemen teftişe gelmişti. Yaz boyu açık duran sokak kapımızdan selamsız sabahsız dalmış, "dolap nerede?" diye sorup yatak odasına  destursuz dalmış ve kapağını açarak "benim duyduğuma göre iyi dolap kar yaparmış, sizinki yapıyor mu?" demişti. Henüz 24 saati bile doldurmayan dolabımız Cümbüşcü amcanın görüşüne göre "iyi" olduğundan buzluğunu karlandırmış ve bizi mahcup etmeyerek buzluk kapağını açan amcamızın yüzüne soğuk bir nefes üflemişti. Bunu beklemeyen amca hafif tertip bozulmuş, ağzının içinde "hayırlı olsun" diyerek evine geri dönmüştü. Ertesi gün ne oldu biliyor musunuz? Gümrükçü amcanın evine bizimkinin iki boy büyüğü bir buzdolabı karısının muzaffer bakışları altında gelip yerleşiverdi. Muhtemelen kar da yapıyordu, biz gidip bakmadık :)

Bir dönem renkli kapağının ibiğe denk gelen ön tarafında delik olan ve bardağa su koyarken "cik cik"öten sürahiler pek moda olmuştu, hemen her evde bulunurdu. Hiç unutmuyorum, bizim de yeşil kapaklı bir tane vardı ve evde kanarya besliyormuşuz gibi bir ses çıkararak öterdi su koyarken. Cümbüşcü amca çok imrenirdi bizim sürahiye, gel gör ki muhtelif defalar pazardan alıp getirdiği sürahilerin hiçbiri bizimki gibi ciklemiyordu. Amca kendince bir yöntem geliştirip uygulamaya karar vermiş ve son aldığı sürahinin ön taraftaki deliğinin tam karşısına denk gelen yere bir ikinci delik delivermişti. Bunu ve sonrasındaki hezimeti öğrendiğimizde babam olayı karikatürize ederek şöyle anlatırdı: "Bizim sürahi 'dürülü dürülü' diye öterken Cümbüşçü amca istemiş ki onun sürahisi 'dütdürülü dütdürülü' diye ötsün, ikinci deliği delivermiş. Dütdürülü beklerken sürahi dut yemiş bülbüle dönmüş". Ya, amca fizik derslerini unuttuğu için ikinci deliği delerek sürahisini ebediyen suskunluğa mahkum edivermiş. 

Cümbüşcü amcanın maceraları çok ama benim yerim az, ne zaman bir cümbüş görsem, sesini duysam gözümün önüne gelir. O'nu rahmetle anıp bir cümbüş soloyla bitireyim bu yazıyı:


BİR KEZ DAHA EXPO

$
0
0
Madem ki sezonluk kart aldım, havalar iyice ısınmadan bir kez daha dolaşayım istedim Expo alanını, hem belki ilk gidişimde açılmayan standlar açılmış, eksikler tamamlanmıştır dedim. Bu kez otobüsle gittik, oldukça da rahat gittik, Antalya merkezden (100. Yıl caddesini baz alırsak) bindiğinizde 45 dakika sonra otobüs sizi turnikelerin olduğu kapıya bırakıyor. Tabii bu trafiğin rahat olduğu saat 10.00 civarı için sözkonusuydu, dönüşte 17.00 de bindiğimiz otobüs aynı durağa neredeyse 1,5 saatte ulaştı. Yine de tercih edilesi bir yol, zira özel araçların park yeri girişe hayli mesafeli, hem de 10 lira park parası ödeniyor. Antalyalılar için otobüsün sefer numarasını da yazayım: 03 ve seferler gece 02.00'ye kadar devam ediyormuş. Raylı sistem tamamlanıp hizmete girerse daha da kolay olacak ulaşım. Her neyse hemen hemen alanın açılış saatinde  rahat bir yolculukla ulaştık Expo'ya, şoförümüz Aksu'dan sonra direksiyonda gazete okumasa daha da iyi olacaktı ya neyse, entellektüel birikimi olan sürücülere saygımız sonsuz :)

Rutin arama tarama, xray denetimlerinden sonra girdik içeri, artık ustayız ya daha bir kendinden emin adımlarla ilerledik :) Geçen gelişimde basılan ama uğrayıp alamadığım kartımı almak için Kongre Merkezi'ne gittik önce, basılmış olan kartı bir daha basmak için epey beklettikten sonra kartıma kavuştum ve Expo yolculuğumuz başladı. Bol fotoğraf gelecek, sıkılırsanız devam etmek zorunda hissetmeyin kendinizi:







Bitki heykellerle selamlaşmadan geçemedik. 


Çin bahçesini çok sevmiştik, tekrar ziyaret ettik. Satışta bolca pandalı obje vardı, almadık, panda dalında güzel :) Çayhaneyi de açmışlar, bir bardak Çin çayı 2 liraydı ona da yüz vermedik.


Hindistan bahçesi, işportada satılsa yüzüne bakmayacağımız cıncık boncuğun başında millet pazarlık ediyordu. 


Taylanda pavyonunun kapısında bu iki şirin yumarcak karşıladı bizi.



Kore bahçesi ve fotoğraf çektirme açısından çok rağbet gören tahta gong.

 

Nepal pavyonundan tapınak ve ayrıntı, aşağıda Buda'nın Gözü kubbesi, içinde Buda heykelciği var.



Buda dünya barışı için görevde

.
Sudan pavyonu



Katar pavyonunun girişinde bizi bu şirin arkadaş karşıladı, hoşgeldiniz dedi :) Ve ilk ve son kez bir ülke standında ikram aldık, Katar çayı, kakuleli ve çok şekerli idi. 



Azerbeycan bahçesi tamamlanmış ama daha ziyarete açılmamış. Yukarıdaki heykeller sanırım "İkimiz şekerliğin baldan tatlı karamelasıyız" tadında :)



Tavus kuşunu geçip Hollanda pavyonuna girdik, lale zamanı geçtiği için başka çiçekler süslüyordu bahçeyi. 

Bir sokak boydan boya Afrika ülkelerine ayrılmıştı, pek kayda değer bir şey yoktu, heiyelik eşya fuarlarında bolca gördüğümüz el oyması, ahşap objeler ve el dokuması şallar satışa sunulmuştu, ilgimizi çekmedi. Yemen pavyonundaki arkadaş "hanimlar hanimlar Yemi kafii" diyerek kahve satmak istedi ama ben Kuru Kahveci Mehmet Efendi'yi tercih ettiğim için almadım. Camekanında Dembaba'nın afişi asılı Senegal standında ise bir grup genç hayli koyu tenli ve iri yarı bir siyahiyle karşılıklı Angara'ın bağları oynuyordu. 

Yabancı ülkelerin çoğu henüz standlarını açmamış ya da gelmekten caymışlardı, Türkiye standlarına geçtik.

 
Konya


Burdur

Ve hemen her şehir yöresel özelliklerini sergilerden Ankaramız, başkentimizin standında aşağıdakiler mevcuttu:



Robotları, dinozorları, çizgi film kahramanlarını çekmedim, Ankara'dan ziyade Ankapark tanıtımı yapılmış ve heryerde Gökçek Başganın fotoğrafları mevcuttu.


Şu gördüğünüz, ne olduğunu çözemediğim sünnet yorganı kılıklı şey ise meğerse Ankapark'da kullanılacağını düşündüğüm makinelerin kılıfı imiş. 


Antalya ve ilçeleri için ayrı bir sokak ayrılmış, yukarıdaki ve aşağıdaki fotolar oradan:


Alanya


Kaş, Finike, Kumluca 


Akseki, İbradı düğmeli evler


Ülke ve Türkiye bahçelerini gezip bir cafede karnımızı doyurup dinlendikten sonra Expo Kulesi'ne doğru yönlendik, kuleye çıkıp alana tepeden bakmaktı niyetimiz, aşağıdaki fotolar 114 metre yükseklikten:





Meraklısı için kuleye çıkış 10 lira, asansör 1-2 dakikada ulaştırıyor tepeye, teras güvenli, insan boyundan yüksek kalın camla çevrelenmiş. Çıkıp etrafı seyretmek keyifli.


Eh siz fotoğraflara bakarken bile yoruldunuz, biz de sıcakta akşama kadar gezerken yorulduk. Ziyaret iç bahçelerdeki bir cafede son buldu. Türk kahvesiyle yorgunluk atıp çıkışa doğru yöneldik.

GEL VATANDAŞ GEL, FESTİVALE GEL

$
0
0
Salı günü 8 saatlik zamana yayılan Expo turundan sonra "beni ancak kanepede ayaklarımı uzatıp uyumak paklar" diye düşünürken çalan telefonla kendimi yemek bile yemeden giyinirken buldum. Antalya Tiyatro Festivali'nin açılış gösterisi olan ve daha satışa çıktığı gün tüm yerler dolduğu için bilet bulamadığım Taj Express'in Bollywood müzikali idi beni dinlenmekten caydıran. Davetiyesi olan bir arkadaşım "hemen hazırlan ve aşağı in arabada bekliyorum" deyince ne yorgunluk kaldı, ne de uyku :) Drenaj çalışmaları nedeniyle araç girişine kapatılmış sokaklardan, durmadan yanan kırmızı ışıklardan ve mesai çıkışı trafiğinden paçamızı kurtarıp tiyatro salonuna ulaştığımızda gösteri başlamak üzereydi, hemen yerimizi aldık ve enfes gösteri başladı. Fotoğraf çekmek yasaktı haliyle, yasak olmasa da o güzelim danslara ekrandan bakmaktansa gözümle bakmayı tercih ederdim. Fotoğrafların bir-ikisini selam kısmında ben çektim, diğerleri ADT'nin Facebook sayfasından:









Salondan dansa, müziğe, renge, sese ve ışığa doymuş olarak çıktık.

Dün Antalya havası takvimini şaşırmış gibiydi. Sabah güneşle uyandık, öğleye kadar yaz mevsimi yaşadıktan sonra aniden bulutlar çıktı, ardından rüzgarla birlikte yağmur başladı. Bir ara o kadar şiddetlendi ki dolu yağıyor sandım, sonra hafifledi, güneş gökyüzünde parlamaya başladı ve sonra yağış kesildi bahar geldi. Tiyatro Festivali'nin ikinci gösterisi olan İspanyol "Yllana" tiyatrosunun oyunu olan "Brokers/Simsarlar"ı izlemek için tiyatroya giderken hava yine kapanmıştı, arabadan inip salona yürürken de yine yağmur başladı. Neyse ki fazla ıslanmadan içeri girdik, yerimizi aldık. Ekibin oyun boyunca İspanyolca konuşacağını ve takip etmenin zor olacağını düşünüyordum ki oyun başlayınca yanıldığımı anladım. Konuşma yoktu oyunda, olanlar da anlamsız sözler ya da nidalardı. Tüm konu mimik ve jestlerle anlatıldı. Müthiş bir performans, olağanüstü bir yorumdu. Ben ki sinema ve tiyatroda çok az gülerim, oyun bitene kadar ağzım kapanmadı. Yer yer seyirciyi de içine alan, konu itibarıyla da anlamlı nefis bir oyundu. Meraklısı için konu burada, fotoğraflar da buradan alınma:





Ve bu da dinmeyen alkışlar ve bis sonrası oyuncuların son performansı:


Festivalin diğer oyunlarında görüşmek üzere, sanat hep hayatımızda olsun...

ÇİÇEKLİ CUMARTESİ

$
0
0
Festivalden festivale koşuyoruz sevgili takipçilerim, biri bitmeden öteki başlıyor. Tiyatro Festivali tam gaz sürerken dün ve bugün Çiçek Festivali düzenlendi şehrimizde :) Eh, kambersiz düğün, Leylaksız festival olur mu hiç. Yerleştik kortejin geçeceği caddedeki cafelerden birine, hem çayımızı kahvemizi içtik, hem de önümüzden geçen çiçek alayını izledik. Ben izlerim de sizleri mahrum bırakır mıyım hiç, buyurunuz efendim:




Şapkaların tepesindeki zımbırtıların ne işe yaradığını bilen varsa bana da anlatsın lütfen.





Bırr, asma adamlar, umarım rüyama girmezler, üzümden korkacağım neredeyse :)








İşte böyle, ömür biter, festival bitmez. Çiçek gibi olsun hafta sonunuz madem :)

ETKİNLİKLE DOLU GÜNLER

$
0
0
İki haftadır o etkinlikten bu etkinliğe koşmaktan yoruldum. Evde kapanıp kaldığım günlerin acısını çıkarıyorum zannımca :) En son Çiçek Festivali'nde kalmıştık galiba. İşte o çiçek kortejini izlemeye gittiğimiz gün geçen yıl bir binanın yıkılması üzerine parka çevrilen ve Kadın Yarı'na köprülü geçiş sağlayan alanı hiç görmediğimizi farkedip yolüstü bir uğrak yapıverdik. Merdivenlerden inip uzun bir tahta köprüyü geçerek yolun karşısına Kadın Yarı'nın olduğu bölgeye ulaştık. Bu zamana kadar son derece pis olduğu için eğilip bakmadığımız yarın başlangıcının aslında ne kadar derin ve ilginç olduğunu farkettik. aşağıdaki fotoğraflar oradan:


 


"Kadın Yarı" hakkında muhtelif rivayetler anlatılır, en çok bilineni sırtına çocuğunu bağlamış bir kadının soluklanmak için yarın kenarına oturduğu, o esnada çocuğun kundaktan kurtulup yardan aşağı düştüğü ve kadının da çocuğunun ardından uçuruma atladığı şeklinde olanıdır. Öykü ne dereceye kadar doğru bilemem ama yarın manzarasının muazzam olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. 

Pazartesi günü saçımı boyatmak için kuaföre gittim, boyanın süresi dolana kadar çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Beni kitap okurken gören kalfa kız, "hocam ben de kitap okumayı çok seviyorum ama elime alınca üçüncü satırdan öteye geçemiyorum, uykum geliyor" dedi. Yan koltukta saçını kestirmekte olan kadınla aynı anda "E bu nasıl sevgi" demişiz, daha doğrusu şarkıdaki gibi: "Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap". Çok sürmedi kuaförün yanındaki dükkanın sahibi olan kadın girdi içeriye. Elimdeki kitaba bakıp "Ne okuyorsun?" dedi ve cevabımı bile beklemeden iç bölüme geçti. Dönerken de şunları söylemeyi ihmal etmedi: "Ben bu aralar kitap okuma yeteneğimi kaybettim, onun için de okumamaya karar verdim". Aferin, ne kadar iyi ettin. Kim senin kitap okuyup okumadığını sorguladı, kim ayıpladı, niye özeleştiri yapmak gereğini duydun, kitap okumanın yetenekle ilişkisi nedir, herkes okumak mecburiytinde midir? Bu tarz bir alay soruyu zihnimden geçirirken elimdeki kitaba odaklanamadım, o sırada da boyamın süresi doldu, yıkamaya çağırdılar. Sevgili kitap okumayanlar, bu bir suç, günah, eksiklik, mecburiyet değildir. Okuyup okumamak sizin bileceğiniz iş, kimseye neden okumadığınız konusunda komik ve saçma açıklamalar yapmak zorunda falan da değilsiniz, neyi seviyorsanız, neye yeteneğiniz varsa onu yapınız lütfen ve kitap okuyan bir insana da engel olmayınız... Şeklinde bir diskurdan sonra geçeyim geçen hafta ve dün izlediğim Tiyatro Festivali kapsamındaki iki oyuna. İlki İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği "Erkek Arkadaş" isimli eski bir Brodway müzikali idi. Kalabalık kadrolu, danslı, müzikli, renkli ve canlı bir seyirlikti. Belki ilk izlediğim oyun olsa daha farklı düşünebilirdim ama "Bollywood" gösterisi ve "Simsarlar"dan sonra bana biraz naif ve acemice geldi. Yine de çok emek harcanıp alınteri dökülmüş bir çalışma idi, katkısı olanlar çok yaşasın. 


Dün izlediğimse Ankara Devlet Tiyatrosu'nun bir oyunu olan, Yaşar Kemal'in aynı adlı eserinden uyarlanan "Teneke"ydi. Hep bilinen ve yaşanan bir konunun yetenekli oyuncularla sahnede canlandırılması güzel olmuş, aynı dileklerim bu ekip için de geçerli.



Bu akşamın ve benim için festivalin son oyunu ise Fransız "Theatre Fools and Feathers"ın sergileyeceği "İki Kafadarın Trajikomik Hikayesi" olacak, bakalım hoşumuza gidecek mi?


Tiyatro her daim hayatımızda olsun...

KİMLER GELDİ, KİMLER GEÇTİ 5 (ASKER ANASI)

$
0
0

Çocukluğumun Yenimahalle'sinde bir başka olurdu baharlar. Hele Mayıs sonları; havalar iyiden iyiye ısınır, sitenin arkasındaki şantiyenin çirkin bahçesi gelinciklerle, papatyalarla donanıp güzelleşir, iki katlı Yenimahalle evlerinin bahçe duvarlarından leylaklar, hanımelleri sarkar, iğde çiçeklerinin kokusu sokakları doldurur, pazar torbalarında erik, kiraz, sofralarda bezelye, bakla, taze fasulye boy gösterirdi. Yaklaşan okul tatilinin heyecanı bünyeyi sarar, balkonda yenecek gazoz eşlikli akşam yemeklerinin, Vardar Pastanesi'nden alınacak kornette dondurmaların hayali kurulur, henüz TV'lerin girmediği evlerde yan arsadaki açık hava sinemasının ne zaman gösterime başlayacağının hesabı yapılırdı. Baharların, yazların ve tüm mevsimlerin en şenlikli kişisi de muhakkak ki Müyesser teyzeydi. O eve taşındığımızın ertesi günü çalan kapıyı açtığımda karşımda kar gibi beyaz tülbentle çevrelenmiş akça pakça bir yüz ve gülerek bakan bir çift boncuk göz görmüştüm. Ekşi ekşi kokup midemi bulandıran bir tabak dayamıştı burnumun ucuna: "Anan nerde? Al, ekmek mayaladım, yersiniz". Cevabımı da, annemi de beklemeden elindeki diğer dilimleri vermek için bitişik kapıya doğru yürümüştü. Sesleri duyup mutfaktan ellerini kurulayarak çıkan anneme tabağı tutuşturup "Yaşlı bir kadın bunu getirdi, çok pis kokuyor al" diyerek beni bekleyen hikaye kitabıma dönmüştüm. Sonradan öğrenecektim o kadının tüm apartmanca "Asker anası" olarak bilinen ve ölene kadar da tüm apartmandaki aile babalarının analığını üstlenen Müyesser teyze olduğunu. Beş kızın üstüne doğurduğu oğlu askerde olduğu için gelininin ve torunlarının geçimini üstlenen ve bu nedenle kendine "Asker anası" lakabını uygun gören Müyesser teyze ekmeğe harcanan parayı asgariye indirmek için çuvalla un alıp evde ekmeğini kendi mayalarmış meğer. Gelgelelim ekonomik olsun diye yaptığı ekmeklerden konu komşunun payını ayırmadan da boğazından geçmezmiş. Kapımıza getirdiği tabağın içinde burnuma ekşi ekşi kokup içimi bulandıran şey de o mayalı ekmeklermiş. Şimdi olsa bayıla bayıla yiyeceğim o dilimlerden çocukluğum boyunca ağzıma bir lokma bile koymadım ama olağanüstü bir lezzette kurduğu turşulardan herkesten önce nasibimi aldım. Turşuya-ve en çok onun turşularına-bayıldığımı bilen Müyesser teyze kimseye duyurmadan kulağıma eğilir, "Turşu yaptım, yin mi?" diye sorar, daha ben cevabımı vermeden parıldayan gözlerimden anlayıp ağrıyan dizlerini tutarak mutfağa yönelirdi. 

Ömrü boyunca çektiği çilelere inat sonsuz bir yaşama sevinci ve neşeyle donatılmıştı. Doğurduğu her kız çocukta oğlan özlemi duyan, "oğlum olsun da isterse beni dövsün, isterse kocam beni terkedip gitsin" diye dualar eden Müyesser teyzenin hacet kapısı açıkmış demek ki son çocuğu oğlan olmuş ve kocası oğlanın doğumundan kısa bir süre sonra onu terkedip gitmiş. Neyse ki ilk dua tutmamış, dövmesine bile razı olacağı oğlunun yanında ölene kadar el üstünde tutularak yaşamıştı. Yoksulluk bir yandan, çilesi terkedilmekle de bitmemiş ki, kızlarından biri üçüncü çocuğunu dünyaya getirirken ölünce evlat acısını da tatmış, torunlarının bakımını da üstlenmişti. İki kapı yanımızdaki dairede oğlu, gelini, oğlunun iki çocuğu ve ölen kızının iki kızı ile birlikte oturuyordu. Çektiği tüm ekonomik ve ruhsal sıkıntılara rağmen ne elinin açıklığı, ne yüzünün gülümsemesi yaşadığı sürece azalmamıştı. Kendisini terkeden kocasına olan hıncını gelinine, anneme ve diğer komşulara vasiyet ederek alırdı. Yedirmeyi içirmeyi sevdiği kadar yemeyi içmeyi de sever ve şöyle derdi: "Ben ölünce güzelce yıkayın, tertemiz kefenleyin, defnettikten sonra eve gelin, sofrayı kurun, karnınızı bir güzel doyurun, üstüne çayınızı için sonra da 'Ne oldu anamıza ne oldu, p.zevenk kocası sebebi oldu' diye ağlayın, çok da ağlayıp kendinizi de üzmeyin ha'" der ve ardından kahkahayı basardı. Ne yazık ki biz şehir dışında tatildeyken, kendisi de elleriyle evlendirip ziyarete gittiği uzak bir şehirdeki torununun yanındayken göçtü bu dünyadan, vasiyeti de arzu ettiği gibi gerçekleşemedi. 

En çok Hıdrellez zamanı neşesi gelirdi, apartmanın arka bahçesinde kendine ayırdığı ufacık alana diktiği çiçeklerin, sebzelerin arasına evcikler, arabalar yapar, çocukları, torunları için dilekler tutar, hepimizi bir şenliğin içine sürüklerdi. Hayatla ve insanlarla dalga geçerdi adeta, hastayım diyene ilk tavsiyesi "Tuzruhu iç" olurdu, Allahtan kimse sözünü gerçek sanıp böyle bir girişimde bulunmadı da kimsenin ölümüne sebep olmadı :) Pisliğe, pasaklılığa, dağınıklığa tahammülü yoktu, böylelerinden sözünü esirgemezdi. Biz başka bir mahalleye taşındığımızda bir gün yatılı olarak ziyaretimize geldi. Oturup sohbet ederken bir ara ortadan kayboldu, sonra arka odanın balkonundan sesini duyduk, ne oluyor diye gittiğimizde ne görelim, karşı apartmanın balkon hizasına düşen hayli-hayli bile biraz az bir sıfat oluyor burada-pasaklı dairesinin kendi balkonunda yakaladığı hiç tanımadığı sahibine verip veriştiriyor:  "Kızım bu balkonun, bu camların hali ne böyle, sil bakayım o camları, at o balkondan ıvır zıvırı, çöplüğe döndürmüşsün ortalığı, nasıl yaşıyorsun bakayım sen bu evde". Kendine söylendiğini tam anlayamamış kadın şaşkın şaşkın bakarken güç bela çekip içeri almıştık Müyesser teyzeyi, lakin evine dönene kadar söylenmeye devam etmişti. 

Dondurmayı çok sever, kim işe girse, kim maaş alsa, kime beklenmedik bir yerden para gelse "Dondurma alacan mı bana?" derdi. Hâlâ işe girdikten sonra fırsat bulup ona alamadığım dondurmanın üzüntüsünü yaşarım. 

Müyesser teyze bu dünyadan gideli çok oldu, yalnızca kendi gitmekle kalmadı zamanında "çeyizinize" diye ördüğü elbezleri, ekmek sepeti örtüleri, lifler de eskidi. Üstüne üstlük çok sevdiği, bahçesine kavak ağaçları, çiçekler diktiği, balkonunda demli çaylar içtiği, mutfağında ekmekler mayaladığı evi de yıkıldı. Şimdi yerinde hiçbirimizin anısını taşımayacak bir inşaat yükseliyor. İzleri yaşadığımız yerlerden silinse de sevgileri gönlümüzde bâki, ötelerde bir yerde eminim ki annemi, Şefika ablayı, Neriman ablayı, Hedime Hanımı, Zehranım teyzeyi, Naciyanımı toplamış hem yedirip hem güldürüyordur, kocasına olan iltifatlarını da ardarda sıralıyordur. Çok sevdiği bu sardunya onun güzel ruhuna gitsin...


MAYIS OKUMALARI

$
0
0
Mayıs ayı Kaleiçi Festivali, Tiyatro Festivali, konserler, sergiler, Expo gezileri derken o kadar yoğun etkinlikle geçti ki yeterince kitap okuyamadım diyecektim ama bir saydım ki 11 kitap okumuşum, e aferin bana :)




-Karin Karakaşlı'nın "Asiye Kabahat'ten Şarkılar Dinlediniz"i otobiyografi olduğunu düşünerek sipariş ettiğim bir kitaptı, yanılmışım. Gazetedeki köşe yazılarının bir derlemesi imiş. Bu tarz kitapları çok sevmesem de yazıların çoğunu severek okudum.


-"Bir Türk Çocukluğu" bazı ünlü yazar ve düşün adamlarının çocukluk anılarının bir derlemesi olarak Elif Deniz Ünal tarafından hazırlanmış. Keyifli bir okuma oldu.


-Uğur Gürsoy'un hayat verdiği "Fırat"çok sevdiğim bir çizgi kahraman ama 4. kitabı biraz zorlama olmuş. Rağbet gören kitapların ısrarla devamını basmak okura bıkkınlık veriyor. Bıraksalar bizim koca kafa kendi halinde büyüse artık.


-"Hotel Glasgow"Şavkar Altınel'in Glasgow ve Paris'ten gezi yazılarının toplamı. Esasen tam anlamıyla gezi yazısı demek yanlış olur. Yazar kitapta "Paris'te Son Tango" ve "The Passanger" filmlerinin izini sürüyor. İlginç. Öyle ki kitap biter bitmez "Paris'te Son Tango" filmini tekrar izledim. 

 -Sezgin Kaymaz külliyatını hatmetmiş biri olarak son kitabını okumamam sözkonusu değildi tabii ki. "Bugün Bize Kim Geldi"de yazar sıradan insanların-ve köpeklerin-öykülerini anlatmış sıradan olmayan bir dille. Bu kez fantastik unsurlara çok fazla başvurmamış ama öyküler her zamanki gibi çok keyifli.


-İtiraf edeyim bu kitabı tamamen isminin sıradışılığına kapılıp aldım ve neyse ki pişman olmadım. Asıl mesleği reklamcılık olan Murat Işık "Muhtelif Lüks Bisküit"te temiz ve akıcı bir dil kullanmış. Çok fazla bir edebi beklentiniz yoksa kafa dağıtmak için ideal kitaplardan.  


-"Tuhafiye'deki Hafiye"de bir çeşit mahalle baskısı nedeniyle alındı, o kadar çok kişide gördüm ve isimle kapak öyle ilginç geldi ki okumasam çatlayacaktım. Polisiyemsi ilginç bir anlatımdı, sevdim. 

-İnternet siparişi sırasında kota doldurmak için rastgele seçtiğim bir kitaptı "Asuman", seçmesem ve okumasam da olurmuş. "Bir deli kız" olarak nitelenen Asuman kitabın ancak yarısını kapsamış, "Sıdıka" benzeri bir öykü düşünülmüş ama olmamış. O kadar söyleyeyim.


-Mayıs ayının küçük ama üçbuçuk denilebilecek kitaplarındandı "Bonzai". Şilili yazar Zambra'nın daha önce diğer kitaplarını okumuştum, "Bonzai" bu aya kısmetmiş, bu kısa ama ilginç anlatımıyla dikkat çekici romanı diğerleri gibi çok sevdim. Kitaptan esinlenilerek çekilen filmi de izledim sonrasında ama onu sevdim diyemeyeceğim. 

-"Dublinliler" benim ilk James Joyce okumamdı, biraz gecikmeli olduğunun farkındayım ama kitap bende hayal kırıklığı yarattı. Heyecan uyandırmayan, kuru bir anlatım vardı sanki öykülerde. Sanırım Joyce okumalarımın devamı gelmeyecek. 


-Ve son olarak "Kırmızı Kedi"nin şahane kapaklı minik kitaplarından biri, Herman Menville'nin "Katip Bartleby"si Mayıs ayının son okuması oldu. "Yapmamayı tercih ederim" sözüyle Katip Bartleby aklımda hiç çıkmayacak. 

Haziran kitaplarında görüşmek üzere...

KİMLER GELDİ, KİMLER GEÇTİ 6 (İSMAİL)

$
0
0
"Nezzeketi teyze, Nezzeketi teyze!"
Dışardan gelen, ilk "z"ye özel bir vurgu yapılmış tiz ve keskin sesle uyanıyorum. Gözümün gördüğü her yer yabancı, bir an nerede olduğumu algılayamıyorum sonra amiyane deyimle jeton düşüyor. Bir gün önce taşındığımızı hatırlıyorum bu yeni eve, "Nezzeketi teyze"nin kim olduğunu, "Nezzeketi"nin ne menem bir isim olduğunu ve sesin sahibini merak ederek kalkıyorum yataktan. Zaten taşınmamız da bir tuhaftı, karınca sürüsü benzeri bir çocuk güruhu eşyaların çoğunu uçar gibi taşımıştı kiraladığımız birinci kattaki daireye. Yüzümü bile yıkamadan balkona çıkıyor, tiz sesin sahibinin 13-14 yaşlarında kavruk bir kız çocuğu, karşı apartmanın 3. kat balkonunda yanındaki minnak kızıyla birlikte sesin sahibiyle sohbet eden kadının da "Nezzeketi teyze" olduğuna kanaat getiriyorum. "Nezzeketi, Nezzeketi" diye söylenerek içeri giriyor ve henüz yerleşmemiş eşyalara umutsuzca bakıyorum. 

Sözkonusu sabahın üzerinden yıllar geçti. İlk görev yerimiz olan Denizli'den beklenmedik bir anda Antalya'ya tayinimiz çıkmış ve paldür küldür eşyaları kamyona yükleyip göçmüştük yıllar içinde iyice yerlisi olacağımız bu şehre. O yıllarda kiralık ev bulmak sorundu, günlerce gezmiş sonunda umudu kesip geçici bir süre kayınvalidenin evine konuşlanmış, eşyaları da yan taraftaki depoya yığmıştık. Çılgın Antalya yağmurlarının yağdığı bir gün çatıdaki delikten giren suyun bıraktığı izi uzun yıllar yatağımın tam ortasında taşıdım. Yeni bir okula, yeni bir şehire, kendine ait olmayan bir eve ve çevreye alışmaya çalışıyordum, üstelik bebek bekliyordum. Sonra bir gün akrabalardan biri "müjdemi isterim" diyerek geldi ve "Nezzeketi teyze" ile karşılıklı komşu olacağımız apartmandaki daireyi tuttuk. Tekrar kamyona yüklenen eşyalar yeni eve taşındı ve işte o anda eşyaların etrafını kalabalık bir çocuk sürüsü sardı. "Taşıyalım he teyze?", "Tut ucundan la, düşürcen salak sıkı tut", "teyze bana taşıttırmıyor şuna bişi sööle", "Sen nassı taşıyacan la gücün yetmez" ve benzeri sözler havada uçuşurken görece hafif eşyaları bir çırpıda çıkarıvermişlerdi yeni eve. Ellerine üç-beş kuruş sıkıştırıp göndermiş yorgunluktan yattığımız yeri beğenmiştik, ta ki "Nezzeketi teyze" seslenişiyle uyanana kadar. 

Birkaç gün içinde durum açıklığa kavuştu, onca çocuğun da, Nezzeketi teyzenin de sırrı çözüldü. Karşımızdaki apartman yapılırken müteahhit Batmanlı bir ailenin inşaat makinelerinden yararlanmış, karşılık olarak da para yerine giriş kattan 2 tane daire vermiş. Batman'dan çoluk çombalak göçen kalabalık aile de iki dairenin her bir odasına yerleşmiş. Ailenin reisi -tartışma götürmez bir şekilde-evin anası idi. En ve boy bakımından hayli gelişmiş teyze kelimenin tam anlamıyla "hökümat gibi" kadındı. Vurdu mu oturtuyor, bağırdı mı pısıtıyordu. Yarı boyutlarındaki kocası bile hiddetinden ürkmüş olmalı ki hiç sesi çıkmazdı. 10 çocuğu vardı, sonuncusu kız ve bekardı. Diğerleri erkekti, evlilerdi, hatta biri iki eşliydi. Her biri kendilerine verilmiş iki dairenin odalarına dağılmış, bir sürü çocukla yaşayıp gidiyorlardı. Sadece sanırım en büyükleri, üst kattaki dairelerden birinde oturuyordu ve "Nezzeketi teyze" diye bağıran tiz sesli kız çocuğu onların kızıydı: Gurbet. Babası Beyrut'ta çalışırken doğmuş, ismi ondan Gurbet konmuş. "Nezzeketi teyze" ise bitişik komşularıydı, isin aslı kadının adı "Nezaket"ti, Nezaket yazılıp Gurbet dilinde "Nezzeketi" olarak okunuyordu :)

Bir süre sonra kaynaştık, benim için ilginç bir gözlemdi. Gelinlerin çoğuyla kaynanalarının ortalıkta olmadığı zamanlarda Türkçelerinin elverdiği ölçüde sohbet ediyorduk denk geldikçe. Hatta Gurbet'in annesi doğum yaptığımda ziyaretime gelmiş, Temmuz sıcağında üşütmemem gerektiğini, ayağıma yün çorap giymemi öğütlemiş, süt arttırıcı olarak da "bulgurluk pilav" tavsiye etmişti. Ama asıl ahbaplığım İsmail ile idi. İsmail oğullardan birinin kuma olarak aldığı karısından olma 6-7 yaşlarında, koca gözlü, incecik, kavruk, babaannesinin fırsat buldukça sumsukladığı bir oğlan çocuğu idi. Kendi kendini büyütenlerden. Bulursa yer, bulamadı mı buluncaya kadar bekler, kimi zaman arka bahçeye bağlanmış keçilerinin karpuz kabuklarına ortak olur, ev ahalisinden sürekli azar işitir, sesini çıkarmadan koca gözleriyle bakar dururdu. Eşyalarımızı taşıdığı günden sonra dostluğumuz ilerlemişti. Çarşıdan gelirken elimden yükümü alır, benim için bakkala gider, arada zili çalıp "yenge, yapılacak bir iş vardır heyye?" diye sorardı. Eline sıkıştırdığım üç-beş kuruşla, çikolatayla, kurabiyeyle mutlu olur, karşılık olarak caddenin karşısındaki çiçekçinin çöpe attığı çiçeklerin sağlamlarını seçip "Yenge sana çiçek getirmişem" diyerek verirdi. İki-üç yıl sürdü aramızdaki bu ilişki. Sonra nasıl olduysa İsmail'e elden düşme bir bisiklet alındı, öyle mutluydu ki. Atlıyordu bisiklete, sokaklarda turluyor yorulana kadar biniyordu. 

Bir bahar günüydü, dersimin olmadığı bir gün olsa gerek, çamaşır asıyordum ki karşı apartmana iki polisin girdiğini gördüm, çok geçmedi acı bir çığlık yükseldi  içerden ve İsmail'in annesi göğsünü bağrını yolarak dışarı fırladı. Meğer iki gündür kayıpmış İsmail, evdekiler bir süre önce ayrı eve çıkmış diğer eşin yanına gittiğini düşünüp aldırış etmemişler. Keşke öyle olsaymış. Bisikletine çarpan arabanın altında kalmış, küçücük vücudu iki gün morgda beklemiş yuvasız kuşlar gibi. Neden sonra kimliği tesbit edilmiş ve aileye haber verilmiş. Günlerce ağladım, balkona çıkamadım, apartmanın kapısına bakamadım, her gün zili çalıp "yenge napirsen?" demesini bekledim ama heyhat. Çok geçmedi annesi tıpkı İsmail'e benzeyen yeni bir tane doğurdu adını da İsmail koydu ama o benim İsmailim değildi. 

Aradan bunca yıl geçti, İsmail yaşasa çoluk çocuk sahibi koca adam olacaktı ama ben onu hiç unutmadım. Artık o evde oturmuyorum, İsmail'in kalabalık ailesi de taşınmış oradan, Nezzeketi teyze de. Gurbet'i hala merak ederim ne oldu diye ama İsmail zaman zaman kocaman kara gözleriyle geçmişten çıkıp gönlüme düşüverir. Bu güller ona gitsin, konteynerin kıyısından benim için seçip getirdiği örselenmiş güllere karşılık:


BAŞ-KENT

$
0
0
Hellö :)

10 saattir Ankara'dayım. Dün şiddetli bir yağmurun akabinde geceyarısı düştük yollara, Antalya bugün arkamızdan dil çıkarmış, güneş gökte gülümsemekteymiş aldığım haberlere göre. Ankara ise asık suratlı karşıladı; bulutlu, gri ve yazdan ziyade sonbahar havasında. Gün içinde güneş ara ara yüzünü gösterdiyse de ben evi paklamaktan pek farkına varamadım. Kendisinden ricam artık yaz moduna geçmesi. 

Yolboyu adetim üzere sütçü beygiri konumumu bu kez de korudum. Aralıklarla ayakta uyuyarak sersem sepelek ulaştım güzide başkentimize. Yolculuk öncesi toparlanma safhasında o kadar yoruluyorum ki arabaya posam biniyor haliyle. Üstelik gelince de dinlenemiyorum, uzun süredir kapalı kalan ev sıkı bir temizlik istiyor. Bu kez ekstra olarak üst katın patlayan mutfak borusunun zemin üzerinde bıraktığı kalıntıları da paklamak zorunda kaldım. Ellerim, dizim ve boynum isyanlarda, çamaşır suyu bünyemle bütünleşmiş vaziyette. 

Bu bir durum bildirimi idi, yeni ortama alışayım daha detaylı yazılarla seslenirim Ankara'dan efendim. Şimdilik altından geçme saadetine eremeyenler için Ankara'nın kapılarından birinin fotoğrafıyla veda edeyim sizlere, girmeden evvel çalınız lütfen :) Kalın sağlıcakla:



ARZ-I HAL

$
0
0
Ankara'ya geleli neredeyse bir hafta olacak, ilk iki günü evi temizleyip paklayarak geçirdim, hala çamaşır suyu ve kireç çözücünün izlerini bünyede taşımaktayım. Hafta sonu çocuklar ve kızkardeşle hasret gidererek geçti. Az zamanda çok kitap okudum, Haziran bitene kadar 120 kitaplık Goodreads Challenge'ıma ulaşabilmek için 60 kitabı bitirmiş olmam gerekiyor, öyle de hırslıyım yani :)

Ankara 6 günde 4 mevsimi birden yaşattı sağolsun, evvelsi gün resmen Antalya sıcağı yaşarken dün önce sonbahara sonra kışa evrildik, bugün de sonbaharla yaz arasında gidip geldik. Geldiğim günlerde ilkbahardı ve ben yağmura kendi şehrimde doymuştum, ıslanmasam da olurdu. İnsanın kendini koruyamayacağı hava değişiklikleri oluyor ve benim hasta olacağım diye ödüm kopuyor, bu yıl yetti zira çektiğim hastalık.

Dün lise arkadaşlarımla buluşmak için çıktım evden. Elimde tedbir olarak aldığım işporta işi eflatun laylon şemsiyem vardı, zaten çok geçmeden de ilk damlalar düşmeye başladı, açtım laylonu. Mahallemizin kaldırımları kuş pisliği, akasya çiçeği petali, travesti kartvizitiyle işgal edilmişti ve at pisliği kokuyordu. Bir an kendimi Büyükada'da sandım. Sandım sanmasına da o kokunun nereden geldiğine akıl erdiremedim. İçinden geçtiğim çocuk bahçesinin doğal sakinlerinin çocuklar olması gerekirken banklar kılıksız görünümlü birtakım adamlar tarafından işgal edilmişti ve ortalık yerde tek bir çocuk görünmüyordu. Ankara giderek tekinsiz bir şehir oluyor. 

Bugün günboyu sevgili blogger kızkardeşlerimle beraberdim, ardından da Çağdaş Sanatlar Galerisi'ndeki sergileri gezdim. Aşağıdaki fotoğraflar oradan:


Koreli sanatçı Kim, Yong Moon'un seramik sergisinden





Masiha Mohammedi




Mahdiye Mahdizad






Riskli Alanlar Gravür Atölye 3 Sergisi'nden







 Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Mezuniyet Sergisi'nden


Özlem Yenigül

E haydi şimdilik kalın sağlıcakla...

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 1

$
0
0

Bilenler bilir, 3-4 yıldır kızkardeşle her yaz farklı bir yöreye bir kaç günlük geziler yapıyoruz. Geçen yaz Bursa'nın tarihi dokusuna hayran kalınca konseptimizi "Osmanlı Başkentleri" olarak belirlemiş ve bu yıl yönümüzü Edirne'ye çevirmeye karar vermiştik. Bir sınır şehrini seçince günübirlik Yunanistan kaçamağı da yapabiliriz diye düşündük ve nasıl gidebileceğimizi araştırmaya başladık. Bu aşamada kocalar da bize katıldı ve bacısal seyahat etkinliğimiz ailesel seyahat etkinliğine dönüştü.

Geçen Cumartesi düştük yola. İki aşamalı bir plan yapmıştık, önce yüksek hızlı trenle İstanbul, ertesi gün Edirne. Sabah bindik trene, tam önümüzdeki dört koltuklu, masalı bölüme taşralı oldukları belli 19-20 yaşlarında 2 delikanlı yerleşti. Bağıra çağıra telefonda konuştukları yetmezmiş gibi yarım saatte bir kaybolup sigara kokarak geliyorlardı. Öyle ki üç sefer trende sigara içilmemesi konusunda anons yapıldı, hatta bizim vagondaki tuvalet kilitlendi. Yine de yılmadılar, başka vagonları denediler. Sonunda. tren Eskişehir garına girdiğinde görevli kendisiyle gelmelerini istedi ve nüfus kağıtlarını aldı. Suçlu çocuk gibi itirazsızca gidip kimliklerini teslim ettiler sonra da süt dökmüş kedi gibi gelip oturdular. Bir süre sonra görevli kimlikleri iade edip adres ve imza istedi, trende sigara içtikleri için 109 lira ceza ödeyeceklerini söyledi. Tabii anında itiraz başladı, "Nerden biliyonuz?" dedi sağdaki. "Sensörler uyarı verdi, ayrıca şikayet var" dedi görevli. "Ne yani tuvalete gamera mı koyuyonuz?" dedi sağdaki. "Kamera değil sensör" dedi görevli. "Neyse ne imzalamıyom ben, ıspat edin" dedi sağdaki. "Siz bilirsiniz" dedi görevli, "biz gereğini yapacağız". Görevli uzaklaşınca soldaki de canlandı, kuzu kuzu kimliği verip imza atan başkasıymış gibi efelenmeye başladılar: "Kimliklerimizi çaldı deriz", "zaten daha önce de oldu, ben savcıya dedim ki kuş kadar beyninle boş atıp dolu mu tutturcan", "içmedik deriz, ispat et deriz", "hehe lan imzayı sen attın borç seninç sen ödersin" minvalinde sürdü gitti konuşma, İstanbul'a varana kadar kulağımızdan kuruduk.

Derken bu Karagöz-Hacivat benzeri dialogları dinleye dinleye İstanbul'a vardık. Şehrin acemisi olmak böyle bir şey, Pendik-Kadıköy arası için aldığımız arkadaş tavsiyesini uygulamaya koyup dolmuşa bindik (her iki anlamda :) Tabii böyle yaparak İstanbul'un semtleri arasındaki mesafeleri, trafik yoğunluğunu, sıcağı gözardı ettiğimiz için bir saat elli dakika sonra Kadıköy'e ayak bastığımızda çimento karan kocaman bir mikserde saatlerce karıştırılmışcasına bulamaca dönmüştük. Kendimizi Çiya'ya dar attık, klimaya ilk defa sevgi beslediğimi hissettim. Karnımız doyunca gözümüz yolda oldu, karşıdaki otelimize ulaşmak için Beşiktaş vapuruna bindik ve saatlerdir ilk kez İstanbul'da olduğumuzu hissettik.



Özlemişim bu görüntüleri, tüm karmaşasına rağmen İstanbul bana iyi geliyor.

Beşiktaş'tan taksiyle ulaştığımız kalacağımız mekan İTÜ'nün Maçka'daki şahane binasının arkasındaydı. Dünya varmış diyerek yayıldık odalarımıza.


Lakin gezentiyiz ya, duş ve giysi değiştirme faslının ardından attık yine kendimizi sokaklara, fazla uzaklaşmadan Maçka, Teşvikiye, Nişantaşı civarında turladık.



Akşam yemeğini havuz başında eda ettikten sonra Beşiktaş'a yürüdük. Minik yiğene Vodafone Arena'yı gösterip Beşiktaş Çarşı'da dolaştırdıktan sonra sahildeki hıncahınç cafelerde zor bela yer bularak kahvelerimizi içtik. Ardından tüm günün yorgunluğuyla mekanımıza dönüp kendimizi uykunun kollarına bıraktık.

Ertesi sabah erkenden kalkıp terasta acele tarafından kahvaltı ederken manzarayı fotoğraflamayı da ihmal etmedik tabii ki :)
 


Bahçedeki güzelim ortancalarla vedalaşıp ayrıldık oradan. bir saate kalmadan bizi Edirne'ye götürecek otobüsteydik. Edirne yolu sağlı sollu sapsarı açmış ayçiçeği tarlalarıyla doluydu, otobüsün hızından fotoğraflayamasam da izlemek bile şahaneydi.

Öğleye doğru ulaştık Edirne'ye, eşyaları Trakya Üniversitesi Kampüsündeki misafirhaneye bırakıp şehre doğru yola çıktık. Bizi Selimiye Camii'nın uzaktan bile görünen minareleri karşıladı. Turistik gezimize başlamadan aç karnımızı doyurmak üzere önceden netten çalıştığım dersime dayanarak Köfteci Osman'a daldık:


Hayatımda yediğim en güzel köfteydi diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, değildi tabii ki, bildiğimiz ortalama bir köfteydi. Yanında gelen acılı sossa her gittiğimiz restoranda çıktı karşımıza, öğrendiğime göre hazır geliyormuş, hepsi aşırı tuzluydu.

Selimiye Camii ile başladık turumuza, önce bedestenınde gezindik, sonra müzesinde:



Ve sonra sıra Mimar Sinan'ın 80'li yaşlarının sonunda 2. Selim adına inşa ettiği ve ustalık eserim dediği Selimiye Camii'ne geldi.




 


Sonuncu fotoğraf şaka gibi. Örümcek Adam Selimiye'nin kubbesine tırmanmış :)


Selimiye tüm ihtişamıyla her yerden görünmeye devam ederken biz rotamızı Eski Cami'ye çevirdik ama o bir dahaki yazıya kalsın...

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 2

$
0
0
Nerede kalmıştık? Ha evet, Selimiye Camii'ni ziyaret etmiş Eski Cami'ye doğru yürümekte idik, çok yakınlar zaten birbirlerine, geçerken aralarında bulunan Mimar Sinan'ın heykeline de bir selam vermeyi unutmuyoruz. 

Eski Cami daha cümle kapısından girerken beni büyülüyor. Ara Güler'in ünlü "Kadın ve Allah" fotoğrafından beri merak ederdim zaten, dış duvarda yer alan hatları görünce heyecanlanıyorum. 




İçerisi de en az dışı kadar etkileyici ve görkemli. Sütunlar ve duvarlar ünlü hattatlarca çizilmiş hatlarla bezenmiş.



Camiin yapımına Fetret Devri'nde 1400'lü yılların başında başlanmış, 1414 yılında Sultan Mehmet Çelebi zamanında bitirilmişb Camide 2. Ahmet ve 3. Mustafa kılıç kuşanmış, Hacı Bayram Veli de vaaz vermiş. Anısına vaaz kürsüsü imamlarca kullanılmıyor ve cuma hutbesi kılıçla okunuyormuş.




İtiraf etmem gerekirse Eski Cami bana Selimiye'den daha etkileyici geldi.

Eski Cami ziyaretini bitirdikten sonra-ki 2 gün sonra bir kez daha gelecektim-Ali Paşa Çarşısı'na yöneldik. Saraçlar Caddesi'ndeki 1560 yılında yaptırılmış bu bedesten sekiz girişli bir kapalı çarşı, iki taraflı dükkanlarda çok da ilgimizi çekmeyen ıvır zıvırlar satılıyordu. Birer magnet almakla iktifa edip Karaağaç'a gitmek üzere ayrıldık bedestenden. 


Niyetimiz faytonla gitmekti ama ortalıkta fayton göremeyince ve önümüzde duran dolmuşun Meriç kıyısına gittiğini öğrenince fayton gezisini dönüşe bırakıp hemen atladık. Çok geçmeden Meriç kıyısındaki çay bahçelerinden birinde çayımızı yudumluyorduk. 



Meriç ya da yaptıran sultan Abdülmecid'in adından hareketle Mecidiye Köprüsü olarak anılan köprünün yapımına 1842'de başlanmış ve 5 yılda bitirilmiş. Köprünün, ortasında yer alan köşkünün, ırmağın ve sürekli hareket halindeki kuşların seyrine doyulmuyor. 


Nehrin kıyısında çaylayıp serinledikten sonra arzu ettiğimiz faytonu bulup pazarlığımızı yapıyor ve sürücüsü Roman kardeşimizin açtığı oynak müzik eşliğinde Karaağaç'a doğru yola çıkıyoruz. Çay bahçesinin sahibine kalsaydık 5 dakikada yürüyerek gideceğimizi söylemişti, faytonla bile 15 dakikayı bulduk neredeyse. Zaten Edirne'de kime yol sorduysak yürüme mesafesinde dediler, iyi ki hiçbirine uyup yayan yola düşmemişiz, sıcakta menzile ulaşacağımız şüpheli olacaktı. 


Sürücümüz eşimle öyle iyi anlaştı ki atların dizginlerini ona emanet etti, ben bu fotoğrafı çekerken de birlikte çay içmekteydiler. Ayrılırken de hatıra olarak çakmağını hediye etti :)

Karaağaç yeşillik ve hoş bir yer, Edirne'de en sevdiğimiz mekanlardan biri oldu. Öncelikle eski istasyon binasını ziyaret ettik. Mimar Kemaletten Bey tarafından yapılan bina 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı sınırları dışında kalmış, Lozan Antlaşması sonucu Karaağaç Türkiye'ye verilince tekrar Türk sınırları içine girmiş ancak demiryollarının büyük kısmı Yunanistan dahilinde kalınca raylar sökülmüş ve gar binası da hizmet dışı olmuş. Günümüzde restore edilerek Trakya Üniversitesi Rektörlüğü olarak kullanılmakta imiş. 




İstasyon binasının olduğu alanda bir de Lozan Anıtı yer almakta, Karaağaç'ın antlaşma sonucu Türkiye'ye verilmesine bir şükran ifadesi olarak dikilmiş;



Fayton sürücümüz ve co-pilotu çaylarını içerken biz şöyle bir turluyor ve gördüğümüz güzel yapıları fotoğraflıyoruz.



Karaağaç gezimiz sona erince faytoncumuzla vedalaşıp şehre yürüyerek dönmeye karar veriyoruz. Meriç nehrini geçtikten sonra Tunca çıkıyor bu defa karşımıza köprüsüyle:


Tunca Köprüsü 1600'lü yılların başında Sultanahmet Camiinin mimarı Mehmet Ağa tarafından inşa edilmiş. Ardarda köprülerden geçerken Füruzan'ın kulaklarını çınlatıyor ve çok sevdiğim "Edirne'nin Köprüleri"öyküsündeki Hala Adile'yi anıyorum.

Görüş alanımızdan hiç çıkmayan Selimiye'yi seyrederek Kaleiçi'ne doğru yürüyoruz, yeni restore edilen Sinagog'u ziyaret etmek niyetindeyiz ama ne yazık ki vakit geç olmuş, dıştan bakmakla yetiniyoruz:


Sokaklar eski, tarihi dokusunu koruyan evlerle dolu, kızkardeşle fotoğraf çekmelere doyamıyoruz:





Yorulduk ve dahi acıktık, akşam menümüz yaprak ciğer. Ciğerci Mustafa Usta'nın esinti alan kapı önü masalarından birine yerleşiyoruz:



Esasen ciğer sevmem hatta yemem ama Edirne spesiyali olduğu için bu kez kuralı bozup yiyorum ve hiç sevmiyorum. Başka bir yerde daha iyi yapıyorlar mıdır bilemem ama benim derdim ciğerle, yanında gelen kızarmış kuru biber daha cazip geliyor mesela. Bu arada porsiyonların çok büyük olduğunu belirteyim, aşırı iştahlı biri değilseniz yarım porsiyonla bile çok rahat doyabilirsiniz. 

Karnımız doyup dinlendikten sonra Saraçlar Caddesi'ne doğru yürüyoruz. Burası trafiğe kapalı ve hayli kalabalık bir cadde. Göze hoş gelen binaların yanında kitsch harikası havuzlar, heykeller ve yapılar da var, sözgelimi yemek yediğimiz yerin yakınındaki ne idüğü belirsiz korkunçlu balıklar ve "Sevda Çeşmesi" adı verilmiş şu garabet:





Öyle yorulduk ki, ayrıca ertesi gün erkenden kalkıp Yunanistan'a geçeceğiz. Edirne'nin devamını Yunanistan dönüşüne bırakıp misafirhanemize yollanıyoruz. Beni izlemeye devam ediniz efendim...

SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 3

$
0
0
Gezimizin üçüncü gününde erkenden uyanıyoruz. Daha doğrusu uyanmıyoruz, uyanıktık zaten. Edirne'nin cümle sivrisinekleri sabaha kadar hoşgeldin ziyaretine geldiler ama konukseverlikte bir yere kadar, telefon etseler yeterdi. Kızamık çıkarmışcasına kırmızı beneklerle bezenmiş olarak bindik bizi Yunanistan'a geçirecek araca. Rehber-şoförümüz konuşkan ve neşeli biri, konsepte uysun diye Yunanca şarkılar dinletirken geçtiğimiz yerler hakkında da bilgi veriyor. Sınırdan fazla zaman kaybetmeden geçiyoruz, farklı bir ülkede olduğumuzu içinden geçtiğimiz küçük kasabaların estetik görünümü, temizliği  ve devasa kiliseleri ele veriyor, onun dışında bildiğimiz Rumeli görüntüleri; ayçiçeği tarlaları, buğday başakları, ağaçlar, akarsular...



Ha bir de yol boyu sık sık rastladığımız, zaman zaman evlerin bahçelerinde de gördüğümüz minik sunaklar. Şoförümüz bunların kaza olan yerlere bir çeşit anma olarak dikildiğini söylüyor. Bazılarında fotoğraflar, çiçekler ve minik ikonalar var.


İç kesimlere girdikçe görüyoruz ki bunların üretimi bir sektör halini almış, zaman zaman karşımıza çıkan satış yerlerinde çeşitli şekil ve boyutlarda sergileniyorlar.

İlk uğrak yerimiz Kavala, Pazarkule sınır kapısı ile Kavala arası yaklaşık 3,5-4 saat kadar sürüyor. Yol güzergahı keyifli, sıkmıyor insanı. Sapsarı ayçiçeği tarlalarına yemyeşil ağaçlar eşlik ediyor. Dışarısı çok sıcak ama neyse ki araç klimalı, manzarayı izleyerek ulaşıyoruz Kavala'ya. Bir seyir terasında durup önce tepeden bakıyoruz şehre:


Hafif bir pus çökmüş Kavala'nın üstüne, bana biraz Marmaris'i hatırlatıyor kuşbakışı bakınca. Birkaç fotoğraf çekip araca yürürken şu tabelaya rastlıyoruz. Kıbrıs her iki millet için de yıllardır kapanmayan yara, levhayı Rumlar dikmiş ve muhtemelen Türk turistler yırtmış:


Döne döne inip merkeze ulaşıyoruz, şık bir sıcak var, şehir sabahtan tütmeye başlamış. İlginç bir ayrıntı benzin istasyonlarının evlerin altında olması, birkaç katlı apartmanın altında iki adet benzin pompası hizmete hazır bekliyor. O apartmanda yaşamak istemezdim doğrusu. Sahilde oyalanmıyor Kavalalı Mehmet Ali Paşa ecdadımızın Kavala'ya bıraktığı mirası görmek üzere tırmanıyoruz yukarılara doğru.


Şoför-rehberimizin dediğine göre Yunanlılar sık sık Türklere isyan ettiği için Mehmet Ali Paşa'yı çok seviyorlarmış. Belli oluyor zaten, heykeli, kiliseye dönüşmüş camisi, müze haline getirilmiş evi, araştırma merkezi ve adı verilmiş sokağı var, hepsi de gayet bakımlı. İmareti ise lüks bir otel haline dönüştürülmüş.



Günlerden Pazartesi olduğu için müze-ev kapalıydı gezemedik, ayrıca şansımıza Yunanlıların bayram gününe denk gelmişiz, sadece müze değil neredeyse her yer kapalıydı. Neyse ki kiliseye dönüşmüş Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii açıktı, girip gezdik:





Kavala'da çok parlak bir plaj yok, ya kayalıklardan giriliyor denize ya da taşıma kumla oluşturulmuş küçük plajlar var ama deniz pırıldak ve o sıcak havada çok davet edici görünüyordu:


Mehmet Ali ecdadımıza veda edip dar, merdivenli sokaklardan geçerek bir başka ecdadımızın kalıtını görmeye gittik: Halil Bey Külliyesi.




Bu gözler her yerde karşınıza çıkıyor ve ne yazık ki Türkan Şoray'a ait değil. Yine rehber-şoförümüzün dediğine göre bunlar da Kıbrıs'la ilgili olarak bizi kınıyormuş, zaten nasıl fena bakıyor gördünüz mü? Ayol o ok kirpiklere yazık :) Gözlerin bir de kanlı gözyaşı dökenleri var ki birazdan göreceksiniz. Ama bakmayın o kanlara, kötü bakışlara falan, bayağı dost canlısı, kibar insanlar, hele Türkiye'den göçmüş bir yakını olanlar neredeyse sevindirik oluyorlar bir Türkle karşılaşınca ve hemen Türkçe konuşmaya başlıyorlar.


Komşuyuz işte, pek çok şeyimiz benzeşiyor, işte minnak bir mahalle bakkalı, derde devadan gayrı her şey satılıyor.





Burası Halil Bey Camii, tabii artık cami olmaktan çıkmış, tabanındaki camlı bölümün altında eski bir Bizans kilisesinin kalıntıları var, kültürel etkinlik amaçlı kullanılmakta imiş.



Mavi bina ve yan tarafı külliyenin medresesi, artık burası da kültürel ve sosyal amaçlarla kullanılıyor. Mübadele zamanında mübadillere evsahipliği yapmış. Fotoğraftaki hanım Anna, bizi görür görmez hemen ilgilendi, Türkçe konuşmaya başladı. Dedesi Samsun-Bafra'dan  mübadil olarak gelmiş. Eşyalar ailesinden kalma, öyküsü tüm mübadele öyküleri gibi iç acıtıcı. Güleryüzlü Anna'dan zor ayrılıyoruz ve Kale'ye doğru dar ve yokuş sokaklardan tırmanmaya başlıyoruz.



Ter içinde ve nefes nefese tırmandığımız Kale'de konserler için hazırlanmış sahnenin ardında şehir legodan yapılmış gibi görünüyor. Hemen girişteki cafeye oturuyor ve kimimiz Greek caffee, kimimiz buraların en yaygın içeceği olan frappeyi ısmarlıyoruz.


Frappe su gibi tüketiliyor buralarda, kalede içtiğim şahaneydi, daha sonra Alexandropolis'de içtiğimse sıradandı, Yunan kahvesini ise denemedim, içenler Türk kahvesinden bir farkı olmadığını söylediler. Çay içmeyi zinhar aklınızdan geçirmeyin, sallama bile yok. Şaşıp yanılıp çay isterseniz ice-teayı dayıyorlar önünüze.



Oturup dinlendikten, frappeleri gövdeye yollayıp serinledikten sonra kaleyi keşfe çıkıyoruz. Daracık merdivenlerden ve geçitlerden geçerken sıkışacağımdan korktum, bir ara lavabo pompası ile sıkıştığım yerden çıkarılabilir miyim diye düşünmedim değil :) Yukarıda karşımıza çıkan manzara ise çıkarken çekilen eziyete değerdi:



Kavala Su Kemerleri 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış, şehre ayrı bir hava vermekte, yanından geçerken kendinizi İstanbul'da, Valens Su Kemerlerindeymiş gibi hissedebilirsiniz.



Kale turu bitince acıktığımızı hissediyor ve eski limana iniyoruz. Rehber-şoförümüz bizi sahibi Türk asıllı olan "Balauro" isimli bir restorana götürüyor. Kapıda güler yüzle ve Türkçe karşılanıyoruz, bagajı açarken kestiğim parmağım için hemen kolonya ve yara bandı koşturuluyor.  Manzaramız enfes, ısmarladığımız yemekler de ama her şeyden önce personelin ilgisi harika:







Çok acıkmışız sanırım, gözümüz daha da acıkmış ki her şeyden çifter porsiyon ısmarlıyoruz, lokanta sahibi bizi uyarıp bazılarını teke indiriyor. Yemekler gelince görüyoruz ki gerçekten manasız bir şey yapmışız. Porsiyonlar öksüz doyuran cinsinden Kavala'da, ye ye bitmiyor. Fotoğrafta çekmeyi unuttuğum siparişler de var, mesela roka salatası ve kalamar tava, yiğenin köftesi. Türkiye'de tabağa kondurulmuş 5-6 halkaya fit olduğumuz için burada da aynı olacak sandık ama kalamar tabakları tepeleme geldi, öyle ki masadaki herkes kalamara bayılmasına rağmen yemek sonunda tabakta artan birkaç parça vardı. Kalamar da, ahtapot ta enfesti, fetalı Greek salatanın peyniri dışında bir numarası yoktu, bizdeki çoban salatanın iri doğranmışı. Lakin kabak kızartması olağanüstüydü, mutlaka denenmeli. Yine sofraya gelen iki koca sepet dolusu zeytinyağlı, kekikli kızarmış ekmekten artanlar mekan sahibi tarafından pat pat denize fırlatıldı. Kıyıda seyran eyleyen kefallere ziyafet çekmek işin raconundanmış, hep lokanta kedisi olacak değil ya, buralarda lokanta kefali var :) Alttaki üç tabak tatlı ve meyva ikram olarak yemek sonunda geldi. Ödediğimiz hesapsa euro cinsinden bile olsa şaşırtıcı derecede hesaplıydı. Lokantanın sempatik sahibi ve çalışanlarıyla vedalaşıp şehre geri döndük ve ufak bir tur için kendimizi ara sokaklara vurduk.


Aya Nikola Kilisesi ya da "Muhteşem Süleyman" dizsiyle ünlü olan Pargalı İbrahim'in Camii, restore edilerek kiliseye dönüştürülmüş.


Ve buyrun şaşkaloz gözlerden bu defa kanlı gözyaşları akıyor.


Kavala'da sokaklar sakin, trafik yavaş ve düzenli, sürücüler kurallara uyuyor, klakson sesi yok, yaya geçidine adım attığınız anda durup kibarca yol veriyorlar. Yani tıpppkı Türkiye :) Sakinliğin sebebi bayram tatili olabilir, dükkanların çoğu kapalı, açık olanlardaki esnaf uykulu ve ilgisiz. Sanırım ekonomik kriz onları bağlamıyor. Kurabiye, uzo ve magnet almak için girdiğimiz tüm dükkanlarda işi yavaşlatma eylemi var gibiydi, içlerinden "lanet olsun, ne güzel mayışıyordum, nerden çıktı bu müşteri" dediklerine eminim :)

Aslında daha gezebileceğimiz çok sokak arası vardı ama yolumuz uzun, uğrayacağımız şehirler fazla idi, veda ettik güzel Kavala'ya ve Xanthi (İskeçe)ye doğru yola koyulduk. Yarına kadar iyi gezmeler, pardon okumalar...


SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 4

$
0
0
Kavala'dan ayrılıp İskeçe'ye doğru yola koyulduk. Kırmızı ışıkta beklerken yol kenarlarında ve bazı bahçelerde karşımıza çıkan sunakların satış yerine rastgeldik. Bizdeki testiciler, sepetçiler gibi bunlar da yolüstünde satış metaları olsa gerek.


Kızkardeşle benim fotoğraf konusundaki ilgimizi farkeden şoför-rehberimiz bizi yönlendirmeye başladı, "şurayı da çekin, burayı da çekin" diyerek. Bazılarını duymazdan gelsek de bazen hatrını kıramadık. İki yanı zakkumlu bir yola girince o kadar ısrar etti ki Antalya'da zakkuma doymuş olsam da hatırı için fotoğrafladım:


İskeçe ya da Yunanca ismiyle Xanthi'ye ulaşmamız çok sürmedi, lakin burada kalma süremiz kısıtlıydı. Şehre girdik, şoför-rehberimiz arabayı aşağıdaki noktaya parketti ve "haydi gidip dolaşın" dedi, daldık ara sokaklara.


Şehir yeşillik, bol çiçekli ve sakindi. Bayram tatili nedeniyle halk kendini evlere kapatmıştı anlaşılan, cafelerin çoğu kapalı ya da bomboştu.




Yolun ikiye ayrıldığı yerde küçük bir şapel görüp daldık:




Sokakları arşınlamaya devam, keşke daha çok vaktimiz olsa. Xanthi'yi çok sevdik çünkü.






Çiçek sevmeye görün, nereye olsa dikilir, klozete bile :)




Süremiz doldu, koştura koştura araca döndük, öyle ki şehir merkezindeki saat kulesini bile arabanın camından çekebildim.

Xanthi'ye doyamadık. "Biz var yine gelmek" dedik ama ya kısmet tabii ki :) Yine düştük yollara, değişmez manzaramız ayçiçekleri eşliğinde.



Buranın adı Porto Lagos, küçük bir balıkçı köyü ve bir yanı lagün. Fotoğraftaki de Vistonida gölü ve üzerindeki adaya kurulmuş, karaya tahta köprüyle bağlanan Aya Nikolaos Kilisesi. Yürüyerek geçtik kiliseye.
Bizi gören din adamı mı, görevli mi olduğunu bilemediğim şahıs Türkçe nereden geldiğimizi sordu. alnımızda işaret var sanırım, gören herkes milliyetimizi sormadan otomatikman Türkçe konuşmaya başlıyordu. Meğer babası Kütahyalıymış ama Türkiye'ye hiç gitmemiş, bıraksak uzun uzun anlatacaktı ama vaktimiz kısıtlıydı, kilisenin içine bir bakış atıp tahta köprüyle bağlanan diğer adadaki Pantanassa Kilisesi'ne yöneldik.




Bu küçük kiliseye mucizeler kilisesi dendiğini sonradan öğrendik. Keşke bir dilek dileseymişiz :)



Hep telgrafın tellerine mi konar kuşlar, bazen de çan kulesine konar. Porto Lagos bir kuş cennetiymiş zaten.


Oyuncak sevimliliğindeki kiliseleri, Kütahyalı'yı, kiliseye gelir amaçlı satış mağazasındaki kara giysili, kara sakallı, kötü bakışlı papazı geride bırakıp sazlıkların arasındaki tahta köprüden aracımıza yöneldik. İstikamet Gümülcine ya da Yunanca adıyla Komotini. İzlemeye devam edin...
Viewing all 1481 articles
Browse latest View live