Sonunda ilerleyen saatlerde kaybolmayan güneşli bir güne uyandık. Akdeniz ikliminde mûkim sandığımız Antalya bu kış yaptığı soğukla kara iklimi, döktüğü yağmurla tropik iklim arasında gidip geldi. Önceki yıllarda geçtik Mart'ı, ne Ocaklar, ne Şubatlar geçirmiş, sahilde, cafe teraslarında buluşmalar, kutlamalar yapmıştık. Haftalardır 2-3 arkadaş açık mekanda oturabileceğimiz bir buluşma programlamak için havanın keyfini bekliyoruz.
Bir dost buluşmasıyla keyifli başlayan hafta sonum önce midemin, sonra kendimin bozulmasıyla tatsızlaştı. Midemin bir takvimi var, sayfalarını dikkatle çevirdiği. Uygun yaprağa denk geldiği anda uyum sürecine girerek canıma okuyor. Senede iki kez, mevsim geçişlerinde yürürlüğe giren bir takvim bu, hiç şaşmıyor. Yeni bir mevsime geçtiğini idrak edene kadar asit salgısını çoğaltıyor, ağrı düzeyini arttırıyor, tüm hazımsal faaliyetleri askıya alıp yediğim içtiğim her şeyi burnumdan getiriyor. Hafta sonu harekete geçti, cumartesi gecesi pik yaptı, şimdi yavaş yavaş aşağı doğru kaymaya başladı. "Soğuğa bakma kış bitiyor, çek baharlıkları" moduna geçti sanırım, bugün bir parça toparladı. Nabzına göre şerbet veriyoruz çaydanlığın ama her şeyin de bir sınırı var. "Yetti gari paşam" deyip günün menüsüne arabaşı çorbası aldım.
Antalya yöresinde-özellikle yayla taraflarında-çok bilinen ve sevilen bir çorbadır arabaşı. Ben ilk kez Ankara'da, Karaman'lı komşumuz Nimet Teyze'nin elinden tatmıştım. Gençlik işte tadına pek varamasam da içimindeki ritüel çok keyifli gelmişti. Zaten insan gençlikte elindeki yeme-içme fırsatlarını değerlendiremiyor, her şeye burun kıvırıyor. O burun kıvırdığı şeylerin içine düşeceği zaman da iş işten geçmiş, ona dikkat, buna dikkat, şuna dikkat zamanı gelmiş oluyor. Bir arkadaşım, "Ben kilo almadım, damak zevkim gelişti, beğenmediğim bamya bile ne güzel yemekmiş" derdi 😃 Neyse ki artık tadına alışıp çok da sevdiğim arabaşının hala içilebilme olanağı var. Nimet Teyze sanırım tavukla yapardı ve yaptığı zaman komşuları davet ederdi. Bir nevi koyu tavuk çorbası bu arabaşı denen şey, özelliği birlikte yenen hamurunda. Yoksa un ve salçayı yağda kıvamlandırıp tavuk-hindi vs suyunu ekliyor, içine de dittiğiniz etleri atıyorsunuz. Ha eğer acıya karşı değilseniz bolca da pul biber. Çorba bu kadar basit, hamuru ise bir nevi şekersiz, unlu muhallebi gibi. Unu ve suyu karıştırarak pişiriyor, yayvan bir kaba döküp soğutuyorsunuz. İyice kaynatıp ağız yakacak sıcaklığa gelen çorbayı içerken kaşığınızı önce hamura sonra çorbaya daldırıyorsunuz. Hamurun önemi buradan geliyor, çok sıcak çorbanın ağzınızı yakmasını önlüyor. Töreye göre içilişi ilginç, bunu Nimet Teyzelerde öğrenmiştim. Tabii kalabalığa göre tutuluyor miktar, yapılan hamur büyük, yuvarlak bir siniye dökülüyor. Soğuyup katılaşınca ortasına büyücek bir çorba tasının sığacağı kadar bir bölüm kesilip çıkarılıyor ve oraya kaynar çorba kasesi yerleştiriliyor. Marş marş herkes sininin başına, sıralanın bakalım, kaşıkları da alın elinize. Önce hamur, sonra çorba. Hamuru çorbaya zinhar düşürmeyeceksiniz, aksi takdirde bir dahaki sefere çorbayı pişirip davet etmek size düşüyor. Tavuk ya da hindi (ki en güzel hindiyle oluyor şimdilerde, zira köy tavuğu bulmak mesele) didilirken içine büyücek bir parça bırakılıyor. Bunun adı "Vecüttü". Kaşığına "vecüttü" gelene de ödül veriliyor. Eğlenceli aslında değil mi? Lakin pek hijyenik değil, o yüzden ben zaten küçük bir kalıba döktüğüm hamuru baklava dilimlerine ayırıyor, çorbayı da herkesin kasesine aktarıp hamurlarını yanlarına veriyorum. Genellikle limon sıkılarak içiliyor çorba ama ben hiçbir çorbasına asla limon sıkmayangillerden olduğum için bu tarz içim sadece Kocam Bey'in tekelinde.
Yazıya bir yürüyüş arası verdim, sıcak, serin, rüzgarlı ve soğuk aşamalarından geçip bir terleyip bir üşüyerek döndüm. 2 saate dört mevsim sığdırabilen bir iklimimiz var, yaşasın Antalya. Aslında yarım saat sürecek rotamı yolu uzatarak iki saate çıkardım. Önce evin hemen dibindeki PTT'ye uğrayıp bir kargo gönderdim, sonraki niyetim Ankara Simitçisi'ne uğrayıp simit stokumu yenilemekti. Tam sağa sapacakken fikir değiştirip sola saptım ve farkına varmadan semt pazarının içine düştüm. Kocaman, kalabalık bir pazardı ve yok yoktu. Kollostorola😃 iyi gelen pikan cevizinden organik penyeye, akvaryumluk kırmızı Japon balıklarından tahta oyuncaklara, taze hurmadan neredeyse kafam kadar büyümüş kırmızı-yeşil alacalı dolmalık bibere kadar ne ararsan. Pazar turum sona erdiğinde sağ elimde 4 adet soyulmuş enginar, sol elimde de aşağıdakiler vardı:
Anemonları bir teyzeden, fulyaları başka bir teyzeden aldım. Fulyacı teyze kızgındı, zira İyi Parti broşürü dağıtan bir kadın önünü kapatıp müşterisine engel oluyormuş, ağzını burnunu eğip dururdu, ne oldu dedim, "Çiçeklerimin önceeeezini gapatıyo" dedi. "Oyumu size verecem dersen çekilir" dedim, "Şinciye gadaa verdik de nooldu, oy vermekten de bıktık" dedi. Eh, teyzeler bilir, "hadi kolay gele" dedim ayrıldım. Simitlerimi de yedekleyip döndüm eve.
Bu kadar oyalanmak yeter, gideyim de çorbamı pişireyim. Sizde ne yemek var?