Dünden bu yana niyeyse aklımda Yenimahalle ve evimizin yakınındaki arsada kurulan az gelişmiş panayırlar var. Sanırım bir yerde okudum ya da duydum, tahta bacaklı adamları, oradan takıldı bana. Birden bir aydınlanma yaşadım, yaz günleri evimizin önündeki kaldırımda, yanında bir kaç kişi, elinde megafonla, uzun tahta bacaklarının üstünde sallana sallana yürüyüp kurulan panayırın duyurusunu yapan adamlar geldi gözümün önüne. Oturduğumuz site Yenimahalle'nin sınırı gibiydi, blokların arkasında kocaman bir şantiye, gerisinde de göz alabildiğine uzanan kırlık bir arazi vardı. Baharda o kırlık araziden, yeşermeye başlamış ekinlerin arasından yürüyerek eski İstanbul yoluna, Atatürk Orman Çiftliği'ne piknik yapmaya giderdik. Şimdiki betona kesmiş Yenimahalle ile alakası yoktu. Şantiyenin ve önündeki beton trafo binasının oyun hayatımızda olmazsa olmaz bir yeri vardı. Şantiye arazisinin neden orada olduğunu hiç sorgulamadım çocukluk yıllarımda, biz taşınana kadar yıllarca yerini korudu, şimdi düşünüyorum sanırım MİT binalarının inşaatı için kurulmuş bir şantiye idi. Hatta bir geceyarısı yangın çıkmış, balkon pencerelerinden fısıltıyla "aman kız uyanmasın, korkar" diyerek izleyen annemle babamın sesine kalkmış, göklere yükselen o alevleri izlemiştim. Korkmadım ama o görüntü halen aklımda. Pek zarar vermeyen yangını saymazsak şantiye vazgeçilmezimizdi. Baharda en güzel gelincikler, papatyalar, ballıbabalar, pisipisi otları orada biterdi. Etrafını çevreleyen tel örgüde sığabileceğimiz bir açıklık yapmıştık, oradan içeri sızar, taşların kayaların arasında sekerek çiçek toplar, çekirge avlar, kibrit kutusunda biriktirirdik. Şimdi düşünüyorum da, ben ve çekirge avlamak. Çocukluk bir başka cesaret, bir başka gözükaralık sanırım. Bir defasında o dikenli teller pantolonumu yırtıp bacağımda koca bir yara açmıştı. Şimdi olsa çocuğumu kaptığım gibi sağlık merkezine götürür, pansumanlar, tetanos iğneleri yaptırırdım. Ağlayarak eve gittiğimde babam-annem bu konulara pek müdahil olmaz, kontenjanını azarlama yönünde kullanırdı-yaraya şöyle bir baktı, sağlıkçıydı kendisi, "Paslı mıydı?" diye sordu. "Bilmem, belki de paslıydı" dedim. "Güneş var nasıl olsa, mikrop kalmamıştır onda" dedi ve yarayı yıkayıp tendürdiyot sürerek tekrar oynamaya yolladı. Tesadüf müydü, şans mıydı, bünyemiz mi güçlüydü, olmadık gerçekten ne tetanos, ne de öyle önemli bir hastalık. Muhtemelen bünyeye ilk eletromanyetik dalgaları da önündeki beton çıkıntıda her gün evcilik oynadığımız koca trafo sayesinde yükledik. Şimdilerde mazallah, çocuğum oraya yanaşsa kolundan tuttuğum gibi eve sokarım 😃
Sözkonusu trafo bu. Birkaç yıl önce bloklarımız yıkıldığında çekmiştim, bunu bırakmışlar niyeyse, yakınlarda gitmedim, belki o da mevcut değildir halihazırda. Biraz gömülmüş, önündeki beton alan yok olmuş. En kıymetli oyun mekanımızdı, ne evcilikler kuruldu o ölüm tehlikesi işaretinin altında.
Trafonun önünden meyilli bir hatla kocaman, bomboş bir arsaya inilirdi. Yakantoplar, çift ip atlama yarışları, kukalı, kukasız saklambaçlar orada oynanırdı. Sitenin büyükleri voleybol, futbol turnuvaları düzenlerdi. Sonra bir açık hava sineması yapıldı arsaya, bir yaz boyunca kilimlerimizi serip, çekirdeklerimizi çitleyip beleş film izledik. Zira sinemanın duvarları çok alçak tutulmuştu, perde olduğu gibi görünüyordu oturduğumuz yerden. Ertesi yaz ayıldı işletmeci, branda çekip yükseltti duvarları, artık ses var, görüntü yoktu, el mahkum bilet alıp giriyorduk.
Açık hava sinemasının ilerisinde pazar yeri, arka tarafında da yine koskocaman, boş bir arazi vardı. İşte oraya kurulurdu panayırlar, küçük sirk benzeri çadırlar. Tahta bacaklı adam duyuruyu yaptı mı koştururduk görmeye. İki direk arasına ip gerilir, tel cambazı yürürdü ipin üstünden. Aşağıdan açık ağızlarımız, düştü-düşecek kaygımızla izlerdik. Cambaz muzaffer bir edayla inince şapka dolaştırılmaya başlardı, para ne gezsin bizde, sıyrılıp kaçardık büyüklerin bacaklarının arasından. Eskimiş çadırlarda fal bakılır, altına bir kuyruk geçirmiş deniz kızı seyredilir, birtakım hokkabazlık numaraları yapılırdı. Ayakkabılar toz içinde ayrılırdık alandan. Bazen daha görkemli seyirler olurdu. Açık hava sinemasına "Simsalabim", "Mandrake" gibi isimlerle sihirbazlar gelirdi. Silindir şapkaları, siyah pelerinleri ve bizim sihirli sandığımız değnekleriyle sahnede arz-ı endam eder, gözlerimizi faltaşı gibi açmamıza sebep olan atraksiyonlar yapar, kimi zaman da gelecekten haber verirler, kaybolan eşyaların sözde yerlerini söylerlerdi.
O yıllarda Ses Mecmuası yayınlanırdı, sinema ağırlıklı bir dergiydi, bizim eve de girerdi, en meraklı takipçisi bendim. Bir sene bazı artistleri katılımcılar arasında çekilen kurayla hayranlarının evlerine çaya gönderme faaliyeti başlattı dergi. Şansa bakın ki bir tanesi de Yenimahalleli bir hayrana kısmet oldu, hem de kim? O zamanlar bayıldığım (ergenlik), şimdiyse niye bayıldığıma şaştığım 😃 Murat Soydan. Yenimahalle girişinde yer alan bir sitede idi talihli hayran. Topluca aktık oraya, milli maçlarda bile bu kadar kalabalık olmamıştı. Saatlerce bekledik. Derken siyah Chevrolet İmpala bir araç içinde buyurdu yıldızımız. Heyecan dorukta. Millet birbirini eziyor, annelerimiz falan da var ha, sanmayın ki sadece çocuklar gittik, onlar bizden de heyecanlı. Kapılar açıldı, Murat Bey arabadan indi, "Kız bak nasıl da boylu bosluymuş", "Ay filmlerden de yakışıklı", "Kurban oluruuum" sözleri havada uçuşurken O yüzünde yapay bir gülümseme ile etrafa baktı, hafiften bir el salladı ve konuk olacağı binanın kapısında kayboldu beraberindekilerle birlikte. Çatır çutur sesler kapladı ortamı, ee yüzlerce hayal kırıklığı tabii ki 😃Yani bari 5 dakika sürseydi görmemiz, onca saat beklemişiz. Kös kös ayrıldık oradan, tabii o sinirle, "Hiç de göründüğü kadar yakışıklı değilmiş", "Çok da kasıntıymış", "Ay yüzümüze bile bakmadı ayol" tepkileri vererek 😄
Ya ben bugün nerelere gittim, nasıl bir nostalji günüymüş böyle. Ah Yenimahalle ah, çocukluğuma da, yetişkinliğime de nasıl bir damga vurmuşsan, silinmiyor bir türlü.
Leylak Dalı'ndan anılar dinlediniz efenim, bir dahaki anı programımızda görüşmek üzere sağlıkla kalın...