Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1502 articles
Browse latest View live

DÜNLÜK, GÜNLÜK

$
0
0
Televizyonla pek işi olan biri değilim. Seyrettiğim yegane dizi "İstanbullu Gelin" iken umumi arzu üzerine "Ufak Tefek Cinayetler"e de başladım internet üzerinden. Başlangıçta pek ala, pek hoştu, kafa dağıtmalık, oyuncuların gayet güzel rol kestiği bölümlerdi. Merve'nin pullu telli kostümlerinin rüküşlüğü, a'ları kısa kestiği "şahane" deyişleri, düşünceli düşünceli frambuazlı çizkek yapışları pek hoşuma gitti. Sonra TV'ye yetiştim, ekrandan izlemeye geçtim, geçtim geçmesine de dizi cıvıdı. Hele de dünkü bölüm saçmalıklar zinciri, mantıksızlıklar zirvesiydi. Elimdeki etamini işlemek için mutlaka izlemem gereken bir şey olmasa (Bilgisayar ekranı karşısında rahat oturulmuyor, TV lazım) "Hadi be!" diyip vazgeçeceğim de etamin hatrına bir-iki bölüm daha bakayım diyorum. Yahu Arzu madem bayılıyordun o portakal rengi kafalı kocana, acilen niye boşandın, hadi boşandın ne ara unuttun herifin sana yaptıklarını, o çıkık alınlı pilates canavarının entrikalarını da adam evlenirken seksi kırmızılarını giyip melül melül bakmaya gittin. At gitsin portakalı çıkık alına, elini sallasan ellisi ayol, ona mı kaldın, evdeki eskileri vermeye kıyamayan ev hanımları gibi. O çıkık alın da şurda gelin gibi hanım hanımcık oturayım demiyor, milleti soğuk odalara kilitliyor. Maşallah labirent gibi koridorlardan, kat kat aşağılardan atılan çığlık da düğünün kalabalığında hemen duyuldu.  Rüküşlükte Merve'den kalmayan İskeletor Pelo ise entrika ve sinsilikte koyup geçecek gibi görünüyor. Yalnız Sezar'ın hakkı Sezar'a kadın harika mimik kullanıyor. Ya millet düğündeyken evlerine elini kolunu sallaya sallaya girip oda oda dolaşan aptal aşık öğretmene ne demeli? Yahu izleyiciyi bu kadar salak yerine koymayın, Sarmaşık burası, kimbilir kaç para aidat ödüyorlardır yönetime güvenlik için, nasıl girdi., hiç mi kamera, kilit yok, pes yani, aklımızla bu kadar da alay etmeyin yapımcılar, senaristler. Etaminim bitsin sizin yüzünüze bakarsam ne olayım :) Ha bir de Oya'nın muayenehanesi niye öyle minare gibi dimdik merdivenli? Hamile kadınlar nasıl çıkacak o merdivenleri, ucuza kapattınız galiba mekanı.

Neyse içimi döktüm rahatladım. Hava pek güzel bugün, dün biraz yağmur vardı. Sabah balkona çıkıp güneşi görünce keyfim yerine geliyor. Sokak henüz boş oluyor, yaprak çıkarmaya başlayan çınarla hal-hatır soruyoruz birbirimize. Önce "vitçi" geçiyor, sonra "leraliyum", ardından okul servisleri geliyor koca popolarını iki yanı park halinde arabalarla dolu dar sokağa sığdırmaya çalışarak. "Vitçi" simitçi oluyor, "leraliyum" da uzun süre düşündükten sonra "eskiler alıyorum" dediğini çözdüğüm hurdacı. Arada bir "Taşköprü sarımsak" ile "Hanımların Dikkatine" de uğruyor. Başka da seyyar yok, eskiden tirmisçi amcamız dolaşırdı bisikletiyle "Ti ti tirmis" diye, o da yaşlandı sanırım, görünmüyor artık. 

Sokağa çıkmam gerekiyordu ama önce dizimi biraz hale yola sokmakla uğraştım. Biraz fazla yürümüşüm sanırım Cevriye "Ben burdayım haa!" dedi. Buzladım, jelledim, dinlendirdim. Sonra 2 gün önce çerçeveciye bıraktığım resmi almaya gittim. Güya mahalledeki çerçeveciyi beğenmemiş, daha fiyakalı görünen bir yere vermiştim. Görür görmez pişman oldum, hiç güzel olmamış, ses etmedim, ödedim parasını geldim mahalledekine. Ne varsa komşunda var, ne işin olur elalemin çerçevecisiyle. "Ooo komşum" diyerek karşılandım, hal hatır soruldu, ben yetmedim, kocamın hatrı da soruldu. Çay-kahve de ikram edecekti ama reddettim. Yeni çerçeve beğendik beraber, pazarlığımızı da yaptık, bıraktık resmi, akşamüstü alacağım. Bu da bana ders olsun, bildiğinden şaşma.

Efendim bunu Antalyalı takipçilerim için yazıyorum. 28 Mart'ta, saat 15.00'de şu aşağıda gördüğünüz benim kız için Octopus Kitap-Cafe'de buluşacağız, hem söyleşip hem imza etkinliği yapacağız. Kitaplar oradan satın alınabilecek, Antalya'da kitap bulamadım diyenlere duyurulur:



Bugün tevazuyu biraz kenara bırakıp şunu da paylaşayım. Edebiyat Haber sitesinden Can Öktemer kitapla ilgili bir söyleşi yaptı benimle, okumak isterseniz linki burada:

Duyurularımı da yaptığıma göre haydi bana müsaade, kalın sağlıcakla...



BAHAR, ÇİÇEK, BÖCEK VE ÇELINÇ 12. HAFTA

$
0
0
Bir haftadır Cevriye'yi ürkütürüm korkusuyla kapı dışarı adım atmamıştım, dün "Başlarım Cevriye'ye, bahar kaçıyor" diyerek kendimi şehrin en güzel parkına attım. Hakikaten bahar kaçıyormuş neredeyse ucundan yakaladım. Şu Kıbrıs akasyası mesela, ilk yağmurla fıss, e ben görmeden olur mu? Cevriye çatlayıp patlasın, ben sarı ponpon okşayayım :)


Alışmış kudurmuştan beterdir derler, dün çıktım ya, bugün de duramadım. Bu defa en sevdiğim cafede arkadaşımla buluşmak için yola düştüm. Bizim mahallede kaldırım kenarlarına hep turunç ağacı dikili. Hâl böyle olunca bu mevsimde ağaçların altından yürümek bir şenlik, bir koku ziyafeti. Hepsi çiçek açmış, nasıl koktuklarını anlatmam imkansız, yaşamak lazım. Yerlere de çiçek petalleri dökülmüş ki değmeyin keyfime, Cevriye'yi bile ciddiye almadım yürürken. Yolun diğer tarafında apartman altları hep dükkan, Antalya caddeleri bir küçük esnaf Cenneti zaten. Atmışlar ağaçların altına birer tabure, birer masa sandalye, müşteri beklerken turunç çiçeği kokluyorlar. İlerdeki ağaçlardan birinin altında da yaşlıca bir adam oturuyordu. Tam yanından geçerken elini ağzına atıp "lak" diye takma dişlerini çıkarıverdi. Beni görünce de utandı, elindeki takma dişleri kaldırıp gülmeye başladı. Böylece aynı adamda iki gülüşe şahit oldum, biri dişli, diğeri dişsiz :))) Bugün ilginç rastlaşmalar günümmüş ki az sonra da bir genç kıza denk geldim, kısacık saçları maviden turkuaza, turkuazdan yeşile, yeşilden sarıya tonsurton boyanmıştı. Sanırım yeni boyanmıştı, öyle parlaktı ki bir an fiziki dünya haritasına bakıyorum sandım :)

Gelelim 52 haftalık çelıncımıza, 12 haftayı bulmuşuz bile, sorumuz şöyle:

-En sevdiğiniz yerler/mekanlar hakkında yazın:

Yaşadığım şehirden başlayayım. Beydağlarını gören her mekanı bağrıma basarım, tabii cafe, restoran falan ise servisinin biraz düzenli olması şartıyla. Favorim Nar Cafe'dir. Varyant başındaki cafelerden de şahane görünür Beyimin dağları :)


Kaleiçi'ni unutmayalım, her bir sokağını ayrı severim ama Mermerli Cafe'den Yat Limanı'nı seyretmekten asla bıkmam.


Tuhaf gelebilir ama Antalya Müzesi de favori mekanlarımdandır. Her seferinde müzeyi gezmesem bile bahçesinde ya da mor salkımların gölgelediği çardağında oturmaya bayılırım.


Şehrin en sevdiğim parkı, yukarıdaki sarı ponponlu ağaçların mekanı Falez1 Park, her mevsimi ayrı güzel, şehrin içinde bir doğal vaha ve içindeki Kültür Merkezi ile etkinliklerimizin mekanı:


Adrasan ve Kaş, bin kere gitsem aynı keyfi alıp aynı hayranlıkla dolaşacağım yerlerdir.


Şehir dışına doğru yönelecek olursak favorim Datça. Şehrin içi, civarı, bükleri, Eski Datça hepsini alır bağrıma basarım. En çok da şu aşağıdaki (her ne kadar şu anda fotoğraftaki kadar bakir ve tenha değilse de) zeytin ağacının ve değirmenlerin olduğu Kızlan Köyü'ne bayılırım.


Ve tabii ki İstanbul, kargaşasıyla sevdiğim şehir. Hemen hemen her yerini çok sevsem de Boğaz'ın, Kuzguncuğun, Galata Kulesi ve civarının  ve Büyükada'nın yeri ayrıdır:

 

Ve son olarak, değişmeyen mekanım, 4 mevsimi, 7 günü, 24 saati geçirebileceğim köşe, evim:


Hep en sevdiğiniz mekanlarda olmanız dileğiyle...


GÜNLÜK

$
0
0
Az evvel kuaförden geldim, aylık geleneksel 3. saç boyama etkinliğinden. Birbuçuk saatlik süreçte bir kahve, bir çay içtim, 36 sayfa kitap okudum, kocası kabak kemane çalan bir kadınla tanıştım, kalfa çantamı yere düşürdü (o kalfa şaibeli zaten, tırnağımı törpülerken de törpüyü etime batırmıştı, sakar bir miktar), ödeme yaparken bozuk para çıkışmadı, 3 lira borçlandım falan filan. Unutmadan ödeyeyim diye yandaki markete girdim bir şeyler alıp para bozdurmak için, gereksiz ıvır zıvır aldım, inat için 30 lira tuttu, hani nerede küsurat, borç ödeyeceğiz değil mi? Neyse kasiyer kız parayı bozdu, borcumu ödedim, yeni boyanmış saçlarımı sallayarak eve yollandım, karşıdan karşıya geçerken refüjde gördüğüm papatyaları suya koymak için kopardım. Tam eve girerken anahtar şıngırtısına üst kattaki komşu çıktı. Yeni taşındığı için adımı bilmiyor, "Bakar mısınız, bakar mısınız?" diye iki kere ünledi, baktım. Bakmasam iyiymiş, meğer pişi yapmış onu verecekmiş. Elinde peçeteye sarılmış pişi ile geldi, geldi ama çok sinirliydi. "Ölü aparman bu" dedi, "ölü apartman" diye de pekiştirdi ikinci kere. Ay korktum birden, kendimi mezarlıkta hissettim. "Kimse yok" dedi, "bütün kapıları çaldım, kimse yok". İki kere söylemek sanırım alışkanlığı. "Bir tek şu amca evdeymiş" diyerek karşı dairemizi işaret etti. Amca dediği adam neredeyse kendiyle yaşıt, taş çatlasa 5-6 yaş büyüktür, "abi desek bari"çıkıyordu ağzımdan geri ittim, komşunun nüfus memurluğu bana mı düştü? Pişiyi elime tutuşturdu ve yine "kimse yok, kimse yok" diyerek gitti. Kesin bu okulu da çift dikiş bitirmiştir. Geçen gün de "dizim sorunlu, siz önden inin ben yavaş iniyorum" deyince zayıflamamı tavsiye etmişti, iki kere tabii ki :) Bugün pişi getirdi, ben de inat için yedim. Evet yedim, hem de diyette olduğum halde, pişman mıyım, birazcık ama çok güzel kokuyordu. Ayrıca yemesem gelip kontrol edeceğinden korktum çok sinirliydi çünkü kimseyi evde bulamadığı için; "Niye yemedin ha, niye yemedin" diye mükerrer bir kızma hali sözkonusu olabilirdi. Sanırım komşudan gelen yiyeceklerin kalorisi yokmuş, komşu sinirliyse zaten daha ağza girerken yokoluyormuş. O zaman yaşasın pişisel gelişim :)

Kuaförde okuduğum kitabın adı "İstanbul Yolcuları". Esther Heboyan yazmış. Türkiye'de doğup büyüyen ama geçim şartları nedeniyle önce Almanya'ya, sonra Fransa'ya göç eden ailesini, ailesinin İstanbul özlemini anlatmış. Ankara'da, çocukluğumun geçtiği apartmandaki Ermeni komşularımızı, çok sevdiğim Elizabeth'i (annesinin yaptığı vişne likörlerinden süzülen vişneleri yer, evcilik oynarken oyunun orta yerinde uyur kalırdık, çakırkeyf hali :), babamı yakaladığı yerde elinde bir deste iskambille gelip "Tık oynayalım mı Nayim bey?" diyen Ağavni hanımı (gerçi biz ona Avniyanım teyze derdik), hayırsız oğluna para yetiştirmek için apartmanın merdivenlerini silip süpüren, gençliğinde frengi geçirdiği için erimiş burun kaslarının yerinde iki delik olan, giydiği kara giysilerle tekinsiz görünümü iyice artmış Varnik'i (adı Veronik'ti muhtemelen ama herkes Varnik derdi), bana ip atlamayı öğreten Olga ablayı anarak okudum kitabı. Elizabeth'i, annesi Valentin teyzeyi özleyiverdim birden. Kimbilir nerelerdedirler şimdi? Bu ülkenin renkleriydi onlar, azaldıkları ölçüde soluyoruz.

Bahar geldi gelmesine de çöl tozu mudur, meteoroloji pozu mudur, hava bir bulanık. Yine de çiçek, böcek, bahar, yeşillik pek güzel, baksanıza şunlara:



Son olarak Antalyalı takipçilerime bir kez daha hatırlatayım, 28 Mart Çarşamba günü saat 15.00'ten itibaren Octopus Kitap Cafe'de "Mutfağın Hatıra Defteri" hakkında imza-söyleşi yapacağız. Gelirseniz çok mutlu edersiniz...

FİLMLER, FİLMLER, AGNES VARDA VE ÇELINÇ 13

$
0
0
Cumadan bu yana kendi Filmmor'un "Gezici Kadın Filmleri Festivali"ne adadım. Daha ferah ve havadar bir salonda izlemeyi tercih ederdim ama elimizdeki malzeme buysa kanaat etmekten başka çare yok. Yine de "Antalya Kültür Sanat"a bu tarz sanatsal ve kültürel etkinliklere evsahipliği yapmasından dolayı teşekkür etmek lazım. Cuma günkü ilk film bir İran yapımı idi: "Evin Sakinleri" ya da Farsça adıyla "Vilaie-Ha". İran-Irak savaşı sırasında cephedeki kocalarına yakın olmak için o civardaki evlere yerleşen bir grup kadın ve çocuğun yoksunluk içinde ve her an acı bir haber alabilecekleri beklentisiyle geçirdikleri günleri anlatan hüzünlü bir filmdi. Senarist ve yönetmen İranlı bir kadın, Monir Gheydi ve "Evin Sakinleri" de imza attığı ilk yapım. 

Hemen ardından Carol Mansour'un yönetmenliğini yaptığı bir belgesel izledik: "Filistin'i İşlemek". Farklı yaşam biçimlerine ve mesleklere sahip 12 Filistinli kadının sürgün öykülerinin ve bugünkü yaşamlarının anlatıldığı yapımda konu "Filistin nakışı" denilen bir işleme türü ve bunun kullanıldığı geleneksel giysi olan "thobe"üzerinden gidiyor ve hepsi de günün birinde ülkelerine kavuşacaklarını düşlüyor. Filmdeki kadınların en ilgi çekici olanı şüphesiz 60'lı, 70'li yılların ünlü Filistinli eylemcisi Leyla Halid idi. Ergenliğe adım attığım yıllarda başında poşusu, elinde makineli tüfeği ile çekilmiş fotoğrafı posterlerle sık sık karşımıza çıkardı. Özellikle 1971'deki 12 Mart muhtırası sonrası güvenlik tedbirlerinin olağanüstü arttırıldığı zamanlarda Leyla Halid'in bizzat olmasa da karıştığı komik bir anımız var. Tam bu zamanlarda dedem bir süreliğine memleketten yanımıza, Ankara'ya gelmiş, dönüşünde de yanına iki kuzenimi almıştı. Bindikleri otobüs il sınırında jandarmalar tarafından güvenlik amaçlı arama için durdurulmuş. Kimliklere bakmak için otobüse binen jandarma kuzenlerden birinin kimliğindeki fotoğrafı Leyla Halid'e benzetmiş.  Normalde benzemese de sanırım fotoğrafta bir miktar andırıyormuş, genç jandarma eri de işgüzar, kimliği alıp kuzenime aşağı inmesini söylemiş. 15-16 yaşındaki genç kız, haliyle telaşlanmış, korkmuş. Dedeme "Dede beni indiriyorlar aşağı" demiş. Dedem son derece rahat ve gamsız bir adamdı rahmetli, kulakları da biraz ağır işitirdi. "İn kızım in, hava alırsın" demiş. "Dede jandarmalar indiriyor beni" diye ısrar edince de "E iyi işte, yanına Meleği de al, beraber inin" demiş. Melek diğer kuzen. Sonuçta Leyla Halid'le kuzenin ilgisi olmadığı anlaşılmış iş tatlıya bağlanmış ama dedemin rahatlığına yıllarca hatırladıkça güldük. Perdede Leyla Halid'i yaşlanmış haliyle görünce bir kez daha hatırladım bu olayı, kendi kendime güldüm. 

Cumartesi günkü film yine bir İran filmi idi, "Annelik" ya da Farsça adıyla "Madari". Yine bir kadın yönetmenin Roqiye Tavakoli'nin yönettiği film yiğenlerine annelik yapan ve kendi yaşamını erteleyen bir genç kadını konu almıştı. Durağan bir filmdi, açıkcası çok sevmedim. Üstelik bir önceki film "İşe Yarar Bir Şey" olduğu için salon hayli dolmuş ve yeterince havalandırılmadan bu filme geçildiği için de havasız, sıcak ve rahatsız edici bir hale gelmişti. Yine de farklı bir sinema filmi izlemiş olduk. 

Dün festivalin son günüydü ve vizyondayken izleyemediğim Oscar adayı bir belgeseli izleme fırsatı buldum; Agnes Varda'nın "Faces, Places/Yüzler, Mekanlar" isimli şahane yapımını. Uzun zamandır bu kadar keyifli bir belgesel izlememiştim. Salonun basık havasını bile unutup kendimi Agnes Varda ve JR'ın peşinde, Fransa'nın şahane manzaralı yörelerine attım. 


Agnes Varda 1928 doğumlu, enerjisine bakılınca  inanması zor ama 90 yaşında. Fransız Yeni Dalga'sının en önemli yönetmenlerinden. Yıllar önce henüz küçük bir çocukken izlediğim "Le Bonheur/Mutluluk" filmini hiç unutmadım. Filmin konusunu net hatırlayamasam da sık sık karşımıza çıkan ayçiçekleri hep aklımda kaldı:


Agnes'in gençlik hali, ne şirin değil mi, yaşlılığı da şirin zaten, hoş huyunu suyunu bilmiyoruz, belki de huysuzdur ama görünüşü çok sempatik. Şu benim unutamadığım "Le Bonheur" ile Berlin'de "Gümüş Ayı" almış, fotoğraf o zamandan kalma. 


Filmden aklımda ayçiçeklerinin kaldığı kadar yok muymuş, afişte bile onlar var. "Faces, Places" belgeselinde de karşıma çıktı ayçiçekleri, zaten perdeye yansıyan her bir kare ayrı renkli, ayrı güzeldi. 2017 yapımı belgeselin yönetmeni Agnes Varda ama en büyük yardımcısı da fotoğrafçı JR. Birlikte gerçekleştiriyorlar bu şahane filmi. Çok da komik bir çift oluşturmuşlar:



Agnes ve JR, JR'nin fotoğraf için özel dizayn edilmiş karavan benzeri arabasıyla yola düşüyorlar (ben araba modelinden anlamam, her ne ise). Aracın arkasında fotoğraf çeken bir mekanizma var, oraya girip poz veren kişinin dev boyuttaki fotoğrafı aracın yan tarafındaki yarıktan dışarıya çıkıyor. Şöyle bir şey:


Bu araçla yola çıkıp Fransa'nın çeşitli yörelerine uğruyorlar ve buldukları ilginç, büyük mekanlara, orada yaşayan bazı insanların dev boyutlu fotoğraflarını yerleştiriyorlar. 


Şu mesela bir maden kasabası ve bu binalar zamanında madencilerin yaşadıkları evlermiş, yakın zamanda yıkılması bekleniyormuş. Agnes ve JR, zamanında madende çalışmış işçilerin fotoğraflarını büyüterek duvarlara yerleştiriyor ve böylece bir anı bırakmış oluyorlar.


Yıkım kararı alınan evlerden çıkmayı reddeden bir kadının evi burası ve onun direnişine hürmeten resmini evinin duvarına yerleştiriyor Agnes ve JR. Pencerenin önündeki kadının kendisi. 


Bu fotoğraf bir keçi çiftliğinden. Peynir yapımı için besleniyor keçiler ve hemen bütün çiftliklerde keçilerin boynuzları daha küçükkken yakılarak yok ediliyor, sebebi kavga edip birbirlerine zarar vermemeleri. Ama tek bir çiftlik boynuzları yoketmeyi reddediyor. Sahibi olan kadın "doğa keçileri boynuzlu yarattıysa öyle kalmalıdır" diyor. Agnes ve JR'de o çiftliğin hangarına bir keçi resmi yerleştiriyor.


Fransa kıyılarındaki bir plajda bulunan bu blok savaş zamanından kalma bir sığınak. Zamanında falezlerin üstündeymiş, yıkılma tehlikesi başgösterince plaja düşmesi sağlanmış ve düştüğü şekilde bırakılmış. Agnes ve JR bu blogun üstüne Agnes Varda'nın yıllar önce aynı plajda çektiği bir fotoğrafı yerleştiriyorlar. Ama ertesi gün bakmaya geldiklerinde yükselen dalgaların fotoğrafı alıp götürdüğünü görüyorlar.


JR, Agnes'in ayaklarını, ellerini ve gözlerini fotoğraflıyor ve onu bir yük treninin vagonlarına yerleştiriyor. Yukarıdaki fotoğraflardan birinde tankerin üstüne yerleştirilmiş göz Agnes'in gözü, bir diğer vagonda da komik, küçük ayakları vardı. 


Şirinliğe bakar mısınız?


Ve Agnesimiz son Oscar töreninde, nasıl imrenilesi. Filmi izlerken hep "böyle bir hayatım olmalı" diye düşündüm. Aç tavuk ve arpa ambarı rüyası tabii ki ama ikinci bir yaşam varsa neden olmasın ki :) Agnes'e uzun, sağlıklı bir ömür diliyor, görmeyenlere bu belgeseli mutlaka izlemelerini tavsiye ediyor ve şu 52 haftalık çelıncın 13. sorusunu da cevaplayarak kaçıyorum:

13. Hafta: Herhangi bir konuda kendinizi tutmanıza, çekinmenize ne sebep olur:

Yapım gereği atılgan, kavgacı, hakkını her pahasına arayan biri olmadım, olamadım. Olmayı çok isterdim ama yetiştirilme tarzım engel oldu. "Aaa sen cici kızsın, yakışıyor mu?", "Kimbilir sen ne yaptın da bu muameleyi gördün?" yakıştırmaları, "İdare et, sen akıllısın, büyüksün" tembihleri neticesinde hep idare eden, hoşgören kişi oldum. Bana bir şekilde iyiliği dokunmuş, hakkı geçmiş insanları kırmama isteği, dostlukları kaybetme riskini göze alamama duygusu ve empati kurabilme yeteneğim sebeptir diye düşünüyorum. Gelgelelim yaş ilerledikçe  hafiften cadılaşma eğilimi göstermeye başladım gibime geliyor, haydi hayırlısı diyelim...

SEVİYORUM İŞTE, VAR MI DİYECEĞİN :)

$
0
0
Ay imrendim, herkes listeleyip duruyor, benim başım kel mi? Ben de yazacağım:


Seni sen yapan en sevdiğin şeyler:

-Okumak,
-Yazmak,
-Seyahat etmek, bilhassa kızkardeşle seyahat etmek, gittiğin şehrin ara sokaklarında kaybolmak, yöresel yemeklerinden yemek ve de bol bol gülmek,
-Çocukların eve gelmesi, birlikte uzun kahvaltılar yapmak, sevdiğimiz lokantalara gitmek, yayılıp oturmak.
-Ankara'nın eski mahallelerini kızkardeşle dolaşmak,
-Fotoğraf çekmek, fotoğraf çekmekte kızkardeşle yarışmak, aklımıza estikçe birlikte selfie yapmak,
-Sadece dolaşmak niyetiyle kitapçılara girmek ve mutlaka en az bir kitap alıp çıkmak,
-Müze gezmek, müze satış mağazalarını denetlemek,
-Bale izlemek,
-Göksel Baktagir'den kanun dinlemek,
-Özel günlerde kutlama planlamak (Yılbaşı ve doğum günü tercihimdir),
-Oyun, opera, bale tanıtım kitapçığı almak ve biriktirmek,
-Yürüyüş yapmak (Bu aralar Cevriye izin vermese de)
-Gittiğim yerlerden, katıldığım etkinliklerden anı eşyaları toplamak,
-Kart yazmak ve almak,
-Postadan ve kargodan sürpriz zarflar, paketler almak,
-Aşurelik buğday, nohut ve süzme yoğurtla pişmiş yayla çorbası içmek,
-Yaprak sarması, etli keşkek ve karnıyarık yemek,
-Ayva tatlısına hayır dememek,
-Şamfıstığı ve badem yerken kendini kaybetmek,
-İçi likörlü, naneli ya da alengirli çikolatalar karşısında kendinden geçmek,
-Çok sevilen arkadaşlarla bir rakı sofrasını paylaşmak,
-Artık kapanmış olan Akman'da boza içmek,
-İstanbul'u keşfetmek,
-Köprüden geçerken Ortaköy yönünü seyretmek,
-Kuzguncuk'ta dolaşmak, vapura binmek, Galata Kulesi'nin duvarlarını okşamak,

-Tren yolculuğu yapmak,
-Beydağlarını seyretmek,
-Baharda narenciye çiçeklerinin kokusunu içime çekmek,
-Kaleiçi'nde dolaşmak,
-Sergi gezmek,
-Duvarlara resim asmak,
-Isabel Allende'nin yeni kitap çıkardığını duymak,
-Şiir okumak, iyi bir sesten şiir dinlemek,
-Klasik müzik konserine gitmek,
-Sinemada film ve iyi bir tiyatro oyunu izlemek,
-Sevdiğim makamlarda saz eserleri dinlemek,
-Lise arkadaşlarımla buluşmak,
-Blog yazmak, sevdiğim blogları okumak, blog dostlarımla haberleşip görüşmek,
-Hediye almak, hediye vermek,
-Başta leylak olmak üzere çiçekler, çiçek hediye edilmesi, çiçek satın almak, evi çiçeklerle bezemek,
-Evi canlandıracak dekoratif dokunuşlar yapmak,
-Kuş bibloları biriktirmek,
-Ayraç koleksiyonu yapmak,
-Albümlere, bilhassa eski fotoğraflara ve bilhassa kızkardeşle bakıp gülmekten katılarak yorum yapmak,
-Kızkardeşle telefonda konuşmak,
-Snoopy ve Charlie Brown karakterleri,
-Ege kıyıları,
-Falezler üstünde bir kafede Türk kahvesi içmek,
-Evim, ailem ve arkadaşlarım diyerek bitireyim, koridor yolluğu boyutuna ulaştı. Ne çok şeyi severmişim meğer :)
Haydi siz de listeleyin bakalım...

NİSAN GELDİ HOŞ GELDİ

$
0
0
Geride bıraktığımız hafta bol güneşli, bol etkinlikli ve keyifli bir haftaydı. Diğer haftalardan da aynı performansı beklemekteyiz. 

Salı akşamı Opera Sahnesi iki çello, bir arp ve iki soprano eşliğinde baharı karşıladı, biz de üçüncü sıradan alkışlarımız ve yüzümüze gülümseme olarak vuran mutluluğumuzla katkıda bulunduk. Nurdan Küçükekmekçi'nin sesi göksel tınılar taşımaktaydı sanki. 


Çarşamba büyük gündü, Ankara'dan sonra benim pembe elbiseli kız ikinci kez Antalya'da sahneye çıkacaktı :) Vakit gelince Octopus Kitap-Cafe'de toplandık. Sağolsun arkadaşlarım, öğrencilerim, eş-dost yalnız bırakmadılar. Arkadaşım Aylin Ayaz Yılmaz'ın moderatörlüğünde keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.  Ardından ben kitaplarımı imzalarken Opera'nın keman sanatçısı kuzenim de katılanların kulaklarına güzel nağmeler yolladı. Elbette ki "Kambersiz düğün olmaz"dı, Charlie de tüm nemrutluğuyla benimle birlikteydi. Aşağıdaki fotoğrafta "Size kaç kere söyledim, beni en sona bırakmayın" diye parmak sallarken görülmekte :)


Haliyle ertesi gün biraz akşamdan kalma modundaydım. Günü ayaklarımı uzatarak, çekilen fotoğrafları indirip sahiplerine yollayarak geçirdim. Güya dinlenecektim kafam iyice aşure gibi oldu ama bütün yorgunluklar böyle olsun, değil mi :)

"Kelebekler" filmi hakkında günlerdir sosyal medyada güzel şeyler okumakta idim. Zaten Tolga Karaçelik'in daha önceki filmleri "Gişe Memuru" ve "Sarmaşık"ı da çok beğenmiştim. O yüzden vizyona girer girmez soluğu sinemada aldım, iyi ki almışım. "İşe Yarar Bir Şey"den sonra bu aralar izlediğim en iyi filmdi diyebilirim. Gülerken hüzünlenip, hüzünlendiğinizi unutup tekrar güldüğünüz, yer yer absürd sahnelerle dolu ama o absürdlüğün bile tuhaf gelmediği, sıradışı oyunculukların büyülediği bir film olmuş. Hepsi müthiş oynamıştı ama özellikle Bartu Küçükçağlayan'a bayıldım. Bir de yanımdaki genç kız film süresince telefonunu kurcalamasa hoş olacaktı. Filmin kritiğini bile film esnasında internetteki bir siteden okudu. Bunları engellemek mümkün olmasa da filmi kaçırmayın derim.




Filmdeki en sıradışı sahnelerden biri buydu, açıklamasını yapıp spoiler vermek istemiyorum, gidin, izleyin ve sevin :)

Haftanın son etkinliği ise Cumartesi günü matinede izlediğim, Antalya Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği, Shakespeare'in "Windsor'un Şen Kadınları" isimli oyunu idi. Siz adına bakmayın, oyuncu kadrosunda tek bir kadın bile yoktu ama bu oyunda kadın olmadığı anlamına gelmiyor tabii ki, olmaz mı, vardı. Hem de şen kadınlar vardı :) Harika bir yorumla, son derece dinamik, yer yer interaktif bir oyun sergiledi oyuncular. "Sir John Falstaff" rolünde Selim Bayraktar farkı kesinlikle hissediliyordu, hele de Windsor'un şen kadınları tarafından tuzağa düşürülüp nehre atıldıktan sonra kurtulup başına gelenleri bir jazz şarkısıyla anlattığı bölüm olağanüstüydü. Fakat diğer oyuncuların hakkını asla yemek istemem, bazı sahnelerde kadın kılığında oynayan tüm oyuncular rollerinin hakkını vermişlerdi doğrusu. Ne diyeyim tiyatro hayatımızdan asla eksik olmasın, böyle güzel oyuncular da sağolsun, varolsun. 

En öndeki sırada üç tane yaşlı hanım oturuyordu, fuayedeki konuşmalarından anladığım kadarıyla Selim Bayraktar'ın yakını idiler. Nitekim yer yer sahneye laf atıp olur olmadık yerlerde heyecanla alkışlayarak bunu belli ettiler. Bir sahnede Selim Bayraktar'ın sahnenin dip tarafından göğsünün üstünde kayarak uç tarafa doğru gelmesi gerekti. Müthiş bir beceriyle aksaksız kayarak geldi ve belinden yukarısı sahne dışında kalacak şekilde durdu. Fakat yakını olan teyze o kadar heyecanlandı ki düşeceğini sanıp ayağa fırlayarak tutmaya çalıştı. "Korktun mu Ayşe teyze?" repliğini diğerlerinin arasına sıkıştırıverdi Bayraktar. Hasılı teyzeler oyuna ekstra neşe kattılar.

Aşağıdaki fotoğraf oyundan 15 dakika önce kapılar açıldığında sahnede gördüğümüz manzara idi, tüm ekip hiç kıpırdamadan onca zaman nasıl yattılar orada bilmem, iki dakikada bir sağa sola dönme ihtiyacı hisseden benim işim değil doğrusu. 


tiyatro çıkışı baharın tadını çıkarmaya Karaalioğlu Parkı'nda aldım soluğu. Erguvanlar açmış, sarı papatyalar keza. Deniz mis gibi ve park çok kalabalıktı. Falezlerin üstündeki bir masaya konuşlanıp aşağıdaki manzaraya karşı çay içtik:


Mart ayının son kitabını zorla bitirdim desem yalan olmaz, çok sıkıntı verdi içime. Nisan'ın ilk kitabı  da adını çok duyduğum ama ilk kez okuyacağım Gaye Boralıoğlu'na ait: "Dünyadan Aşağı". İlk 30 sayfası umut vadediyor.  Netflix'de yeni bir diziye başladım: "Rita". Danimarka yapımı bir dizi, isimleri Ikea ürünlerine benzeyen bir oyuncu kadrosu var. Rita bir öğretmen ama son derece sıradışı bir öğretmen. Öğrencileriyle harika olan dialogunu ne yazık ki kendi çocuklarında pek gerçekleştiremiyor. Dünyayı takmıyor ama kendinin bile farkında olmadığı içsel hüzünleri ve sorunları var. Okuldaki en iyi arkadaşı da genç irisi ve saf ama iyi niyetli bir genç kadın olan Hjordis. Okulun sürekli şort-pantolonlar giyen, sapsarı müdürü ile adını koyamadığı bir ilişkisi var. Elinden sigara düşmüyor ve yetişkin üç çocuğu olmasına rağmen şahane bir vücuda sahip. Ben çok keyif alarak izliyorum, size de tavsiye ederim.


Eh, daha ne yazayım. Bu kadar yeter. Ayrıca dışarda hava çok güzel, en sevdiğim parktaki baharsal değişimleri kontrol etmem gerekli, o yüzden müsaadenizle diyorum. Nisan ayımız çok güzel geçsin dilerim...

MART OKUMALARI

$
0
0
Yılın en bitmeyen, en sıkıcı ayı da geçip gitti işte. Gerçi bu yıl o sürpriz soğuklarını yapıp kazma, kürek yaktırmadı, pek şükela bir bahar havası sundu bizlere ama alışmış kudurmuştan beterdir derler ya, sevemiyorum arkadaşı bir türlü. Alıştığım standartlara yakın bir okuma sayım oldu Mart içinde 9 kitapla ama daha fazla olabilir miydi, pekala olurdu. Biraz ağırdan aldım sanki bu ay. Her neyse gelelim neler okuduğuma:


-Fantastik edebiyata fazla bir ilgim olmaması nedeniyle geç tanıştığım ama çok sevdiğim Ursula K. Le Guin'in ölümünden az önce çıkan şiir kitabı "Tanrı Kuşlarıyla Buluşmak" ile başladım Mart ayına. Çok güzel bir isim ve kapakla çıkmış piyasaya kitap, zaten kapağına vurulup aldım. Yoksa yabancı dildeki şiirlerin çoğundaki musiki de, anlam da tercümeyle kayboluyor. Elbette istisnaları var, bu kitapta da birkaç şiir beni çok etkiledi ama onun dışında kendi dilinden okuyabilmeyi tercih ederdim. Yine de Ursula'ya (Okurun bir yazara ön adıyla seslenebilmesi ve bunun yadırganmaması ne güzel bir duygu) son bir selam yollama açısından anlamlı oldu. 


-Epeyce zaman önce rastgele bir seçimle okumuştum John Kennedy Toole'nin "Neon Işıklı İncil"ini. Açıkçası onca yıldan sonra pek bir şey de kalmadı aklımda okuduklarımdan. "Alıklar Birliği" yazarın sağlığında bastıramadığı, bu durumun da genç yaşında intihar etme sebeplerinin başında geldiği kitabı imiş. İri yarı, aksi, obur, tembel, hoşnutsuz, tuhaf bir kahramanı var kitabın, İgnatius. En ufak bir yakınlık kuramadan, gayet itici duygularla okuttu kitabı bana. Aslında orda burda karşıma çıkan yorumlarda kitabın pek çok kişi tarafından sevildiğini okudum ama aykırı olan ben miyim, yoksa zevkler ve renkler tartışılmaz mı bilemedim, ben kitaptan hiç hoşlanmadım. Ignatius'u sevenlerine ve bir dolap dolusu yiyeceğe bağışlıyorum :)


-Zorla bitirilen bir üstteki kitaptan sonra ilaç gibi geldi Doris Lessing'in "Büyükanneler"i. Hepsi birbirinden güzel dört kısa romandan oluşuyor kitap. Her birini ayrı ayrı sevdim. Doris Lessing okumalarım devam edecek.


-Oya Baydar bugüne kadar yayınlanmış tüm külliyatını okuduğum ve pek çoğunu sevdiğim bir yazar. Son kitabı "Yolun Sonundaki Ev"i hevesle aldım, kapak da üzerindeki mor salkım ile özellikle benim için çok ağız sulandırıcı idi. Bir ülkenin 100 yıllık tarihi bir ev ve oranın sakinleri aracılığıyla konu edilmiş, Türkiye'nin geçmiş ve günümüz gündeminde ne varsa kahramanlar aracılığı ile kitaba sığmaya çalışmış, bu biraz yoruyor  ama onun dışında iyi bir okuma sayılır. Hele başlangıçtaki komşuluk ilişkileri bana çocukluğumu ve kendi kitabımda yazdıklarımı hatırlattı. Oya Baydar'ın külliyatını okuyanlar "Oma" karakterinde kendisinden yoğun izler bulacaktır...


-"Kardinal Kuşu" Ayizi Yayınevi'nin raflara yolladığı son kitap, yazarı Ülkü Günay aynı zamanda bir ressam. Kitapta bir karı-koca öyküsü var, her zamanki gibi baskın bir erkek, sonunda dayanamayıp pes eden bir kadın, dışardan pek güzel görünen aksak bir evlilik. Kardinal Kuşu ismi kitapta da geçtiği üzere kadının kızıla boyadığı saçlarından dolayı kocasının taktığı lakaptan dolayı mı, yoksa şaşkın kardinal kuşunun kendi gibi kırmızı balıkları yavrusu sanıp ağzında getirdiği yemlerle beslemesinden mi, belirsiz. okuyucu karar verecek...


-Daha önce "İmza Kızın", "İmza Ben" gibi, benim de katkımın olduğu kitapları hazırlayan ekibin çabalarıyla hazırlanmış  yine bir kolektif kitap "Bir Arkadaşın Başına Gelmiş". 99 kadın aslında kendi başlarından geçen olayları arkadaşlarının başına gelmiş gibi anlatmışlar, isimler gizli, daha doğrusu karışık bir liste ile sonda verilmiş. Kitabın en önemli özelliği gelirinin "Kansersiz Yaşam" derneğine bağışlanacak olması. Bu nedenle bile tavsiye edilir...


-"İstanbul Yolcuları" uzun zaman önce aldığım ve sıranın ancak geldiği bir kitap oldu, kısmetinde kuaförde başlanmak varmış. Bir mübadele öyküsü, gerçi buradaki aile zorunlu göçe tabii tutulmuyor, kendi rızalarıyla gidiyorlar yurtdışına ama memleket özlemi yakalarını bırakmıyor. Yıllar sonra Türkiye'den çok küçük yaşta ayrılan kızları Esther Heboyan anne-babasının anısını yaşatmak adına İstanbul'da geçen zamanlarını öyküleştiriyor. Tüm mübadele ve göç öyküleri gibi hüzünlü, yer yer de yüzde gülümsemeler yaratan bir kitap...


-Can Gürses'in ilk kitabı "En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın"ı çok severek okumuştum, ikinci kitabı "Kırık Beyaz" ilkinin uyandırdığı duyguları ne yazık ki uyandıramadı. Bir şans daha verip ilginç olduğunu düşündüğüm "Ölüyordum, Geçerken Uğradım"ı satın aldım. Uzun soluklu bir Türkiye tarihi var kitapta, ilginç bir kurgu ile verilmiş. Birbirine çok aşık iki çiftin bir günleri 10 yıllık bir süreçmiş gibi ele alınmış ve bu süreç ülkenin tarihine paralel olaylarla bezenmiş. Çok emek verilmiş ve ciddi anlamda araştırılarak yazılmış bir kitap ama ne yazık ki beni biraz zorladı. Kitaptaki hiçbir duygu bana geçmedi, kahramanları sevemedim, belki de kitaptaki ülke tarihine damga vurmuş olayları defalarca okuduğum için bıkkınlık yarattı. Hasılı zorlanarak bitirdim kitabı. Fakat çok emek verilmiş ve muhtemel ki özellikle de gençlerin ilgisini ülke tarihi açısından çekecektir. Yolu açık olsun diyorum...


-"Dünyadan Aşağı", Gaye Boralıoğlu ile tanışma kitabım oldu. İşinde, eşinde, ilişkilerinde hep başarısız, hep kaybeden Hilmi Aydın'ın öyküsü, bir nevi yüzyıllar süren baba-oğlu çelişkisinin dillendirilmesi. Güzel ve akıcı bir dili var yazarın. Hilmi Aydın'dan yer yer nefret etseniz de kitap sizi sürüklüyor...

Bu aylık bu kadar. Ne diyelim, daha nicelerine diyelim...

ORDAN, BURDAN, DOĞADAN, ÇELINÇTAN ORTAYA KARIŞIK

$
0
0
Cumartesi günü baharın üstünde bir kıvam sunan havadan yararlanarak en sevdiğim parka gitmeye karar verdik. Normalde gidiş, parkta yürüyüş ve dönüş tabanvayla olurdu ama Cevriye'yi kızdırmamak amaçlı otobüsle gittik. Yakın bir yerde inip parkın içine daldık ve Cevriye "Yeter!" diyene kadar yürüdük. Ortalık mis gibiydi, erguvanlar açmış, yapay göletin sazları yeşermiş, kıyısında sarı su zambakları boyunlarını uzatmış, günlük ağaçları dallara doymamış gövdeden de yaprak çıkarmaya başlamış, artık kararan Kıbrıs akasyalarının yerine yalancı orkide ağaçları çiçeklenmiş, kısacası bir şenliktir gidiyor. Çoluğunu, çocuğunu, sepetini, kilimini kapan gelmiş, kimi çimlere yayılmış, kimi cafelere yerleşmiş güneşin ve baharın tadını çıkarıyor. Ördekleri besleyen çocuklar, çocukları besleyen anneler, gelinlikli, tuvaletli tazeler, arkalarında balon, çiçek ve benzeri aksesuarlarla koşturan fotoğrafçılar, bisiklete binenler, koşturanlar, kaykay yapanlarla doluydu ortalık.



Bir süre ördeklerle su kaplumbağalarının yiyecek paylaşma kavgalarını izledik. Çocuğun birinin attığı cipsleri ördekler havada kapıyor, kaplumbağa ise oradan oraya seyirtiyordu garip :)

Ne idüğü belirsiz çiçekler açmıştı çalı benzeri bitkilerin üstünde, adını sanını bilmediğim:


Akasyalar bile morlu-beyazlı salkımlarını uzatmışlardı dalların arasından. Doğa erken coşmuş bu sene. 



Yeterince yürüdükten sonra gözleme yemek için bence şehrin bu işi en güzel yapan mekanına oturduk. Pişip önümüze gelmesini beklerken yan masadaki gençlerin konuşmalarına kulak misafiri olduk. Aslında biz değil, öyle bağırıyorlardı ki onlar kulağımıza davetsiz misafir oldular. İki erkek, iki kızdan oluşan gençler masasındaki kızlardan dominant olduğu her halinden belli olanı Kenya'ya gitmek istediğini anlatıyordu bağıra çağıra. Orada zürafalar kafalarını restoranların camından içeri uzatıyorlarmış. Belgeselde görmüş. Çok merak ediyormuş, ayrıca Masaileri de görmek istiyormuş. Bunun üzerine delikanlılardan biri, "Ne işin var orada, Masailer seni yer" diye lafa girdi. Şiddetli bir itiraz geldi, "Aaa Masailer adam yemez, sen Aborjinlerle karıştırıyorsun". "Aborjinler mi yer?" dedi Masailere yamyamlık yaftası yapıştıran. "Evet yaaa" dedi kız "yaaa"ları uzata uzata, "onlar çok fenaaa, yiyorlar insanları". Sussalar artık diye düşündüm ya da gitseler. Cehaletin bilmişliği çok fena oluyor. Aborjinlerden onlar adına özür dilerken gözlemeler geldi, zaten diğer yandaki masanın sakinlerinden biri uzun ve yüksek volümlü bir telefon konuşmasına başlamıştı. Dikkatimiz haliyle dağıldı, gözlemeye yöneldik...

Hazır başlamışken 14. haftanın çelınç sorusunu da cevaplayıp gideyim, der ki soruda:

-Canlı, akılda kalan bir rüyanızı paylaşın:

Rüya görmeyi hiç sevmem, mümkün olsa rüya damarımı aldırırdım. Zira bugüne kadar gördüğüm 2 rüyadan birkaç gün sonra çok kötü olaylar yaşadım. Uzun aralıklarla gördüğüm iki rüya birbirinin aynıydı ve ikisinin sonrasında da kahramanının başına çok kötü şeyler geldi. O nedenle iyisini de, kötüsünü de sevmem rüyaların, ne anlatılmasını isterim ne de anlatırım. Geçelim bu soruyu...

HAFTALIK ÖZET VE ÇELINC

$
0
0
En son yazımı geçen hafta bugün bırakmışım buraya, nerede o günde 2 post girdiğimiz eski günler? "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" demiş Gülten Akın. Kalın fırçalar giderek rengimizi koyulaştırıp yüreğimizi şişiriyor. Yine de günde iki, hatta tek post girmesek de bu köy bizim köyümüz, bu blog bizim blogumuzdur efenim, terketmeyeceğiz, müteahhite vermeyeceğiz, yok öyle blogsal dönüşüm :) "İnstagram da güzel amma gönlüm blogdan yana" diyerek bir alt paragrafa geçiyorum.

Geçen haftadan bugüne hemen hemen her gün bir nedenle evin dışındaydım. Çarşamba günü "Velayet" filmini izledim. Küçük bir salonda toplam 8 kişi ile. Gelgelelim izleyici sayısı az olsa da insanı sinirlendirmeye yetecek kadar arızalı mevcuttu. En arka sırada tek başına oturan genç kadın kendini evinin salonunda sanmış olacak ki ayaklarını öndeki sıranın arkalığına dayamakta beis görmedi. Koca kunduralarının tozu, pisliği  bir sonraki seansta başını oraya koyacak izleyicinin saçına bulaşırmış umurunda mıydı sanki, yeter ki o rahat etsin. En çirkin ve kınayan bakışlarımı takınıp birkaç kez baktım ama benim bakışlarımdan mı etkilendi, yoksa daha rahat bir pozisyon mu buldu bilemem bir süre sonra indirdi bacaklarını. Lakin önümde oturan iki kadın film süresince susmadılar. Bu kadar mevzunuz vardı konuşacak filmde işiniz ne a bacılarım, inin aşağıya, alın bir kahve, hem için, hem dedikodunuzu yapın. Bezdirdiniz yahu. Telefon ışıklarını saymıyorum bile, onlar artık sinemaların rutini haline dönüştüler. Filme gelecek olursak, Fransız yapımı olan "Velayet" boşanmış bir aileyi, sorunlu, zorba babayı ve anne ile baba arasında perişan bir küçük oğlanı konu alıyordu. Özellikle son sahnelerde artan gerilim izleyiciye de geçiyordu. Gündelik hayatta da sıkça rastlanan ve bizim ülkede daha çok olduğunu düşündüğümüz eski koca zorbalığı maalesef her ülkede mevcut.


Ertesi günü en sevdiğim(!) işi yaparak değerlendirdim, sağlık ocağına gidip aile hekimime ilaç yazdırmak :) Benim heykel doktor izinliymiş, başkasına sevkettiler. Kendisini sevdim, dedim "Aile hekimim olur musunuz?", söyledi "Yoh yoh!". Çok doluymuş, kırgın, küskün, ağlamaklı ayrıldım.. dersem inanmayın :) 

Hafta sonu ikinci kez "Mevsimler" balesini izlemeye gittim, aman da ne güzeldi, bir kez daha sahnelense bir kez daha izleyebilirim. Bale sonrasi birkaç arkadaşla Kepez Belediyesi'nin Dokuma Park'ta düzenlediği "Portakal Çiçeği Festivali"ni denetlemeye gittik, etkinlik jandarmasıyız biz :) Dokuma Park eski dokuma fabrikasının arazisinde oluşturuldu. Henüz inşaatı tamamlanmamış olsa da oyuncak müzesi, minicity, el emeği ürün standları gibi alanlar ve cafeler yapılmış. Bu etkinlik için de tonlarca portakal, limon ve greyfurt kullanılmış. Biraz acıdım narenciye ahalisine, keşke yenseydi, sonuçta telef olacak şenlik uğruna:


'Gel vatandaş gel, "Portakal Çiçeği Festivali"ne gel' diyordu girişte portakal adam :)


Açılış töreni ertesi gün yapılacak olmasına rağmen olay yeri hayli kalabalıktı, insanlar üstüste fotoğraf çekmekteydiler, o insanların arasına biz de karıştık. Efendim etkinlik Dokuma Park'da olursa portakaldan, limondan kilim dokunur elbet :)


Portakal ayısı ya da ayı portakalı, biraz şapşal bir görüntüsü var di mi :)


Portakal ayısı olur da portakal treni olmaz mı, haydi binin. Hem yer, hem gidersiniz.


Tren sevmiyorsanız otomobilimiz var, hem de yerli malı. Saat Kulesi, Yivli Minare, Üçkapılar, hepsi mevcut. Portakaldan şehir yapmışlar :)

Kalabalıktan bunaldık sonra, kahve içmeye bile niyetlenmedik, atladık tramvaya şehir merkezine müteveccihen. Kendimizi Kaleiçi'ne attık, taşradan Evropa'ya gelmiş gibi olduk. Çöktük cafelerden birine kahveden vaz geçip bira keyfi yaptık. Dubh Linn neyin nesiyse artık, Dublin olsa havalı olmuyor sanırsam.


Haftanın son günü evde temizlik vardı, aklanıp paklanmış olarak girdik pazartesiye. Lakin pazartesinin bana bir sürprizi vardı, dişimin dolgusu pat diye düştü, ağzımın içinde kocaman bir oyukla başbaşa kaldım. Hemen diş hekimimi aradım ama sekreter "No pasaran!" dedi. "Yapma yav" dedim, "geçit yok ne demek, sen Dolores Ibarruru musun hem? Etme eyleme sıkıştır bir boşluğa, bu kara delikle yaşayamam ben" diye dil döktümse de Nuh dedi, gemi demedi. "Size yapabileceğim tek iyilik tel. no'nuzu almaktır madam" dedi, "işi erken biten olursa ararım". Kaldım mı kara delikle başbaşa. Aynanın önüne geçtim, elimdeki düşmüş dolguyu yerine yerleştirmek için hayli efor sarfettim, bir türlü eşgaller tutmuyordu, neyse ki sonunda becerdim. Kendime geçici diş dolgusu yapmanın helecanıyla kitabımı elime almıştım ki telefon çaldı, insafa gelen sekreter beni çağırıyordu. Zorlukla taktığım dolguyu bir kürdan marifetiyle kolaylıkla çıkardım ve muayenehanenin yolunu tuttum. Az bekleyip oturdum koltuğa, şunu belirteyim ki tıbbi anlamda en rahat oturduğum koltuk dişçi koltuğudur. Zerre tırsmam. 15 dakika bile sürmedi zaten işim, iki cızzt, bir vızzt, bir miktar laser ışığı ve geçmiş olsun. İçine sıkışan parayı da takdim ettikten sonra eve döndüm. "Rita" dizisinin tüm bölümlerini izleyip bitirdim, yeni bir dizi arayışındayım şimdi. Akşam geç vakit çalan kapıyı açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu:


Yayladaki bahçeye mevsimlik bakıma giden kocam devasa bir leylak demeti yollamıştı. Mutluluk bazen mor renkli bir çiçekte bulunabiliyor. Annemin deyimiyle sevindirik oldum. Tüm vazoları doldurdum. Gidip gelip okşuyor, yüzümü içine gömüyor ve "aman da aman ne güzelsiniz" diye seviyorum :) Görmemişin leylağı olmuş :))))

Dün akşam sezonun son opera gösterimindeydim, bir saatl on dakikalık bir komik opera idi, ne olduğunu anlamadın başlayıp bitti zaten. Yaz geliyor, bu tarz etkinlikler yavaş yavaş biter ama sezon kapanmadan "Romeo&Juliette" balesine biletimizi almış bulunmaktayız. 

E daha ne anlatayım, az evvel arızalı dizimi bulaşık makinesinin açık kapağına çarptım. Elimdeki seramik çanak son anda kırılmaktan zor kurtuldu ama diz hala sızlıyor. Sakarlıkta kendi rekorumu egale etmekteyim bu aralar, umarım Cevriye'yi pek rahatsız etmemişimdir, zira intikamı korkunç olabilir. 

Bitiriken 52 haftalık çelıncın 15. hafta sorusunu da cevaplayayım bari. Biraz tuhaf bir soru, seksi anket sorusu gibi bir şey. Neymiş, şu anda üzerimizde ne varmış? Ne olacak ayol, sabahtan beri evde olduğumuza göre ya eşofman ya pijama. Babydoll dememizi beklemiyordun herhalde çelınç hazretleri, o Suzan Avcı'lı Türk filmlerinde olur. Benim eşofmanın üzerinde kocaman bir Snoopy deseni var ve hepinize selam ediyor :)

İSTER SALLAN, İSTER SALLANMA SALI

$
0
0
Birkaç gündür enikonu yaz geldi buralara, yanlış anlamayın bahar falan değil, düpedüz yaz. Hani pek yöreye uygun olmasa da Ankara yazı gibi falan bir hava. Çorapları attık, yorganları da. Battaniyeyi bile ikidebir teper oldum üstümden, o derece yani. Balkon sezonunu açtım, çınar tazecik bir yeşile büründü, dayanılır gibi değil, sabahları kahvaltımı onu seyrederek yapıyorum. Kuşlar da bana (tabii bu benim hüsnükuruntum) serenat yapıyorlar. Serçeler, kumrular ve henüz adlarını öğrenip tanışmadığım birtakım göçmen kuşlar. Bir tanesi "çirp çörp, çirp çörp" diye ötüyor. İlkgençlik yıllarımda "Middle Of The Road" diye bir topluluk ve onların "Chirpy Chirpy Cheep Chepp" diye ünlü bir şarkıları vardı, çok meşhurdu, durmadan söylerdik ama duyduğumuzu tam anlamayıp uydurarak: "Veeez yur mamagan/Lidıl beybi gon/Veez yur papagan/Liidıl beybi gon/Faar far eveeeey/Last nayt is hörd mama singing tı soong/Ooo vee çörpi çörpi çip çip çörpi çörpi çip çip çip". Vallahi şak diye geldi şarkı aklıma, başladım söylemeye, hay kuş gibi sağolasın, zihin açıcı mubarek :) Tabii sözler tamamen uydurma, İngilizcemiz mi vardı o vakitler, duyduğunu yuvarla söyle. Çörpi çörpi çip çip çörpi çörpi çip çip. Hadi bir kere daha, kuşlarla beraber: "Çörpi çörpi çip çip, çörpi çörpi çip çip"

Sadece kuşlar değil öten, sahibinin kim olduğunu, nerede beslendiğini, hangi bahçenin kralı olduğunu bir türlü öğrenemediğim, tanışmaya muvaffak olamadığım bir horoz var sokakta. Günün 24 saati ötüyor neredeyse, zamanı yok, gece-gündüz: "Üüüürüüüüü". Sanırım binalar arasında sıkıştığı için bunalımda,  Halil Sezai'nin şarkısını horoz dilinde söylüyor: "İsssyyyyeeeeannnnnüüürüüüü"😀😀😀

Sabahın ilk saatleri geçip gün ilerlemeye başladığında sokak kalabalıklaşıyor. Antalya'nın eski semtleri bir küçük esnaf cenneti çünkü, her apartmanın altı en az üç dükkan. Sadece bizim sokakta berber, tütüncü, su saati tamircisi, emlakçı, terzi, kuaför, börekçi ve yufkacı, klima servisi, tabelacı, ufak çaplı bir resim atölyesi ve bütün bunlara ilaveten lokal kisvesi altında bir adet de kumarhane. Neyse ki o eve en uzak noktada konuşlanmış. Bunların yanısıra her sabah köşeye gelen bir kamyonetli sütçümüz de mevcut. Susam Sokağı mubarek, ne ararsan var. Ara sıra ufak tamiratlar yaptırdığım terzi dışında hiçbiriyle alışverişim yok. Zaten çoğu da akşama kadar dükkanın önünde laklak ediyor, az evvel baktım yufkacılar kapının önüne masa atmış öğle yemeği yemekteler 😀


Dün biri sosyal medyada şu yukarıdaki fotoğrafı paylaşmış, Antalya Doğumevi. Yıkılalı çok oldu, artık yerinde bir park var. Benim bu şehre yerleştiğimde Antalya'nın yegane doğum hastanesi idi ve sanırım kolay kolay eşine rastlanmayacak derecede pisti. Mecburiyetten oğlum da burada dünyaya gelmişti. Tam kapının üstündeki odada yatmıştık 2 gece, taburcu olacağım söylenir söylenmez de ardıma bakmadan kaçmıştım, hatta öyle hızlı terketmişim ki bazı eşyaları orada unuttuğumu eve gelince farketmiştim. Doğumdan sonra bebek odasına alınan oğlumu annem yetişmese hamamböcekleri ham yapacakmış neredeyse. Doğum ve sancı odasının pisliği şu an bile midemi bulandırıyor. Zaten sonunda "Ölü bebeği fare yedi" haberleri basında yer aldı da, hastane revizyondan geçip temizlendi. Bir süre sonra da başka amaçla faaliyet göstermeye başladı ve sonra da yıkıldı. Şükrediyorum ki bağışıklığımız güçlüymüş de mikrop kapmadan eve dönmeyi başardık. Bu da mutlu bir anın pislikle sarmalanmış anısı işte 😀

Ve gelelim 52 haftalık çelıncımızın 16. haftasının sorusuna:

-Daha az yapsam dediğiniz 5 şey:

1- Bilgisayar başında daha az vakit geçirsem.
2- Zaten pek fazla yaptığım söylenemez de daha az ev işi yapsam.
3- Kendim ve yakınlarım için daha az evham etsem.
4- Abur cubur ve çikolatayı daha az yesem (Gerçi bu aralar diyetteyim, hiç yemiyorum ama zor valla)
5- İnsanlara daha az tahammül göstersem, zira burama kadar geldi suistimal edilmek (burama derken boğazımı gösterdiğimi farzedin)

Ve sizlere veda ederken bu aralar en imrendiğim fotoyu koyayım (dikenler de dahil konuya)


ÇELINÇ 17 YAZISI

$
0
0
Ben bu blog işini iyice boşlamışım baktım da. Şu haftalık çelınç olmasa bugün de yazmayacaktım neredeyse. Aslında yazmak istiyorum istemesine de ne yazsam bilemiyorum. Bu aralar Cevriye yatıya geldi, onun da etkisi olabilir. Kendimi eve kapattım, Cevriye'yi gitmeye ikna etmeye çalışıyorum. Yanımda lise arkadaşları toplantısına götürmek gibi bir niyetim kesinlikle yok. Önümüzdeki hafta ortasına kadar en azından yatılı kalmasına engel olmak lazım, arada "ce" demesine izin verebilirim :)

En son blog postundan bu yana epey hareketli zaman geçirdim, Cevriye'nin hortlama sebebidir belki, hava da sıcak ve çok rutubetli, katmerli sebep oluşturdu. Arkadaş ziyaretleri, çarşı-pazar alışveriş durumları, kocamın mezunlar yemeği, misafir ağırlama derken kendimi biraz zorladım sanırım. Şimdi telafi etme çabasındayım. Hanım kızlar gibi oturup kitap okuyor, Netflix'de dizi izliyor, tablette "Toyblast" oynuyor ve etamin işliyorum. Maksat Cevriye'yi mutlu etmek. Umarsız ve sonuçsuz diyete de devam. Damak zevkim tamamen yok oldu, ne yesem tahta tadında. Ve geçen haftadan dalında gördüğüm ilk-ve de bu sezon son-leylağı da bırakıp 17. haftanın çelınç sorusuna geçeyim:


"17. haftanın sorusu kendimizle ilgili sevdiğmiz bir şeyler"miş. Ne yazabilirim ki, bazen kendimde sevdiğim şeylerden nefret ettiğim de oluyor, zira çoğu suistimal edilme nedenim. Yine de birkaç tane sıralayayım:

-Neşeliyim, küçük şeylerden mutlu olurum.
-Arkadaş canlısı ve vefalıyımdır. Bana küçük de olsa bir iyiliği dokunmuş insanları istesem de kolay kolay harcayamam.
-Sanata ve kitaplara olan düşkünlüğümden çok memnunum, hiçbir zararını da görmedim, aksine kişiliğimin oluşmasına çok etkisi oldu. 
-Yaratıcı bir özelliğim var, iyi taklit yaparım ve canım isterse hem kendim, hem başkaları için çok  eğlenceli olabilirim.
-Kendimle dalga geçebilme özelliğimi de severim ama başkalarının bunu sahi sanıp kullandıklarını farkettiğimden beri daha çok dışa vurmadan kendi kendime yapıyorum :)
-Zaman zaman çok üzülmeme sebep olsa da hala bir vicdana sahip oluşumdan da, empati özelliğimden de memnunum. 

Eh, bu kadar yeter, zaten bunları zor yazdım. Gerisi de bana kalsın. Haydi gittim ben, sevdiğiniz yönlerinizin çoğalması dileğiyle...

NİSAN OKUMALARI, ÇELINÇ 18 VE BAZI HABERLER

$
0
0
Çok şaşırtıcı ama Nisan ayı da bitti no'luyoruz demeye kalmadan. Zaten Haziran gibi Bir Nisan'dı, Mayıs da sanarım Temmuz'a benzeyecek. Öncelikle kitaplardan başlayalım değil mi? 


-Nisan ayının ilk kitabı epeydir kitaplıkta bekleyen "Odamda Yolculuk" oldu. Kırmızı Kedi Yayınevi'nin son derece güzel kapaklarla bastığı bu klasiklerinden birkaç tanesini bir İstanbul seyahatimde Tünel'deki mağazasından almıştım. Okumak kitap çelıncının bir maddesi kapsamında kısmet oldu: "Kapağına aldanarak aldığınız bir kitap". Birkaç ilginç saptama dışında (beden ve ruhu farklı kişilermiş gibi ele alması) açıkçası sıkıldım ya da kitap için uygun okuma zamanı değildi. Ne diyelim sağlık olsun, her kitabı da sevecek değiliz ya :)


-Naim Dilmener'in Türkiye'de müzik tarihi ile ilgili kitaplarını severek okumuştum. "Obsesyon" ilginç plaklar biriktirme saplantısı olan ve bu uğurda yüksek meblağlar ödemeyi göze alan bir adamın eğlenceli öyküsü. Vakit geçirmek için ideal,  bazı eski şarkıları hatırlatması da cabası. Sözgelimi çocukluğumun şarkılarından biri, Okumura Chiyo'dan "Kuyachi Keredo". Meraklısı için linki de aşağıda:


-Mevsim Yenice ilk kez okuduğum genç bir yazar, "Tekme Tokatlı Şehir Rehberi"ni ek çok kişinin listesinde görünce merak edip okudum, öykü okumaktan bu aralar sıkıldığımı söyleyip duruyorum ama kitaptaki bazı öyküler gerçekten güzeldi. "Açık arttırma" ve "Tilkiler Aç Kalmasın"özellikle ilgimi çekti. Mevsim Yenice yetkin bir kalem, yolu açık olsun.  


-Sanırım bu ay en severek okuduğum kitap "Düşlenen Ülke" oldu.  Arjantinli bir yazarın Çin'de geçen bir öykü yazması ilginç ama güzel olmuş. Tüm Uzakdoğu hikayeleri gibi biraz tekinsiz ve gizemli bir anlatımı var. Çarpıcı gelenekler, şaşırtıcı ilgiler, tuhaf adetler, değişik bir ilişkiler yumağı. Sevdim...


-"Yürüyüşümden İzler" lise arkadaşımın yazdığı bir kitap.  Çocukluğundan başlayarak hayat yürüyüşünü, eğitim ve siyaset alanında, sivil toplum kuruluşlarında yaptığı çalışmaları, mücadeleleri anlatırken memleketi olan Bodrum'u da unutmamış. Takdir edilesi bir çalışma.


-Mutfak kültürüne ne kadar meraklı olduğumu yazdığım kitabı okuyanlar iyi bilir. Oğlak Yayınları'nın yemekler ve mutfak kültürü alanında yayınladığı tüm kitapları hiç düşünmeksizin alır ve okurum. Big Chef restoranlar zincirinin şefi Murat Aslan'ın yazdığı "Bir Aşçının Dünlüğü" de keyifle okuduğum bir mutfak macerası oldu. Bu alana meraklı olanlara tavsiye ederim. 


-Adında Picasso olsa da, yer yer ressamın yaşamından izler taşısa da esasında kurgu bir roman "Picasso ve Aşçısı". Fazla beklentiye girmeden eğlenceli bir şeyler okumak isterseniz gayet uygun. Ressam ve ona kısa bir süre aşçılık yapan bir genç kızın öyküsü, sıcak yaz günlerinde vakit geçirmek için birebir.


-Emin Nedret İşli oldukça tanınmış bir sahaf. Yeni çıkardığı kitabı "Sahafname"de yıllardır biriktirdiği kitapların, efemeraların, belgelerin ufak çaplı bir dökümü gibi. Eski kitaplara ilgi duyuyorsanız "Sahafname"yi seveceksiniz. 


-Ot Dergisi yayınlarından olan "50 Şahane Hikaye" bir arkadaşımın yeni yıl hediyesi idi, okunma sırası nihayet geldi. Genelde genç yazarların öykülerinden oluşan bir derleme ve içinde şaşırtıcı derecede keyifli öykülere rastlamak mümkün. Benim favorim "Patates" oldu, üç sayfalık ama içe işleyen bir öyküydü.  


-"Benli Belkıs" adıyla anılan Belkıs Söylemezoğlu yaşadığı yıllarda hayli sansasyon yaratmış bir kadın. Şaziye Karlıklı Belkıs hanımın yaşam öyküsünü "Efsane Aşkların Kadını" adıyla kaleme almış. Akıcı bir dille yazılmış ve okurken "Vay canına daha 30'l, 40'lı yıllarda ne hayatlar yaşanmış" diyeceğiniz bir kitap. Biyografi türüne ilgi duyanlara tavsiye ederim.


-Bilim kurgu ya da fantezi genelde çok fazla ilgimi çekmeyen yazın türleri, içlerinde okuyup sevdiğim pek fazla örnek yoktur. Lakin "Hayvan Çiftliği" gibi kült bir eseri konusunu bilsem de okumamış olmak benim için bir eksiklikti. Dahil olduğum kitap çelıncında bu tarz bir madde olunca okumak şart oldu. Hem eğlenceli, hem ibret verici bir öykü. Kendimi oradaki hayvanlardan biriymiş gibi hissetmem de kitabın ne kadar gerçek ve günümüze ne kadar uygun olduğunun bir kanıtı. 


-Ve ayın son kitabı, bir tiyatro eseri. Sevdiğim bir tiyatro adamının oyunlarından biri. Dario Fo'nun İtalyanca orijinalinden Türkçe'ye tiyatro oyuncusu Füsin Demirel çevirmiş bu ilginç isimli kitabı: "Klakson, Borazanlar ve Bırtlar". Sermaye-halk-devlet ilişkilerini sorgulayan bu oyunu sahnede izlemek arzusundayım, dilerim kısmet olur.  

Böylece 12 kitapla Nisan ayının okuma macerasını sona erdirmiş bulunmaktayım. Mayıs ayı daha bol kitapla gelsin diyeceğim ama pek mümkün görünmüyor. 1-2 güne kadar bazılarını mezuniyetimden beri görmediğim lise arkadaşlarımla buluşmak üzere kısa bir Marmaris seyahati yapacağım.  Günlerdir organizasyonu ile uğraşmaktaydım, heyecanlı ve sabırsızım. Eminim oldukça güzel ve keyifli bir buluşma olacak. Ay sonunda da önce Ankara, sonra İstanbul yolculukları görünüyor ufukta. Erken seçim işleri karıştırdı, mecburen Haziran sonuna doğru eve dönüp oy kullanmak durumundayız. Kısacası bu ara bana yollar yollar...

Ve 52. haftalık çelıncın 18. hafta sorusunu cevaplayarak bitireyim bu yazıyı:

18. Hafta: Sizi heyecanlandıran bir şey? 

Beni heyecanlandıran çok şey var esasında ama soru bir şey dediğine göre bir şey söyleyeyim: Seyahat etmek, yeni yerler görmek, gördüğüm yerlerde yeni keşifler yapmak. Bu konuda Macera Kitabım Özlem'le pek anlaşırız. O zaman Evliya Çelebi gibi : "Seyahat ya Resulullah" :)))

MARMARİS 1

$
0
0
Geçtiğimiz hafta bugün yaklaşık 1,5 aydır hazırlıklarını yaptığımız "Lise Kızları Marmaris Buluşması"na dahil olmak üzere valizi kapıp otogara yollandım. Bekleme salonunda oturmuş arkadaşımı beklerken karşımdaki koltukta uyuyan kedi uykusuz geçirdiğim geceyi ve ne kadar uykumun geldiğini hatırlattı:


Gözüm kedide ağrıyan dizimi ovuştururken kedinin yanındaki koltukta oturan teyze anlamlı bakışlarını önce dizime, sonra bana dikti. Bir şey söylemek istiyordu, kararsızdı. Sonunda baklayı ağzından çıkardı: "Doktora gitsen zayıfla der". Dakika bir, gol bir. Bu eve dönene kadar diz-kilo bağlantısı hakkında verilen ve benim hiiiç bilmediğim(!) tavsiyelerin ilki olarak kişisel gezi tarihime geçti. Sözkonusu teyze en ve boy olarak benim iki mislim hacmindeydi ve sonra-sanırım dilimde değil de bakışlarımda gelişen terslenmeden kaynaklı-"Yani bana öyle diyorlar, sana demezler, sen kilolu sayılmazsın" diyerek çevir kazı yanmasın yaptı. Teyzeye ve muhabbetine daha fazla devam edemeyeceğime karar verip bagajımı teslim etmek üzere perona yürüdüm. Zaten otobüs de, arkadaşım da gelmişti. Yerleştik yerimize, rahat servis olduğunu iddia eden otobüs, " fazladan 2 yolcu kârdır" hesabıyla pigmelerin rahat edebileceği seviyeye indirmişti koltuklarının arasını. Önümüzdeki koltuklar da geriye yatmış olunca sıkıştık kaldık. Küçük oğluyla ön sıraya yerleşmiş genç hanımdan dikleştirmesini rica ettik, pek gönüllü olmasa da normal hale getirdi de sığışabildik. Oldukça mikrofonik bir kadın sesinin "Bayanlar, baylar ve sevgili çocuklar, otobüsümüze hoşgeldiniz" anonsuyla yola koyulduk. Anons otobüsün sunduklarının çok üstünde incelikliydi :)

Bahar çıldırmıştı yollarda, yemyeşil ağaçlar, tarlalar, otlar, gelincikler, papatyalar, sapsarı katır tırnakları otobur gözlerimizi hayli doyurdu. Bekçiler'de mola verdik. İnsanlar yemek yemeye gitti, biz mıntıka keşfine. Yan taraftaki soğan tarlasında keçiler önlerine atılmış ezik soğanlarla kendilerine ziyafet çekmekteydiler:


Otobüs dilenci vapuru gibiydi, yol üstündeki her yerleşim yerinin otogarını ziyaret etti. Fethiye, Dalaman, Ortaca, Köyceğiz otogarları varlığımızla şenlendi. Haliyle bu durum bir hayli zaman kaybına sebep oldu. Marmaris'e ulaştığımızda saat 16.30'du, hemen bir taksiye atlayıp otelde bizi bekleyen arkadaşlara doğru yola düştük. Odaya çıkıp üstümüzü değiştirir değiştirmez soluğu arkadaşların yanında aldık. Dile kolay, içlerinde 45 yıldır ilk kez görüşeceklerimiz vardı. Haliyle bağırış çağırış kucaklaştık. Her yeni gelen grupla neşelenip ilk günü bitirdik.

Ertesi gün Marmaris'te yaşayan arkadaşımızın planlayıp ayarladığı minibüslere doluşup çevre turuna çıktık. İlk durak Hisarönü idi:


Sahilde kimseler yoktu, deniz pırıl pırıl ve durgundu. Dayanamayıp denize girenler oldu içimizden. Biz kıyıdaki salaş mekanda kahvelerimizi yudumlayıp eskileri deşmeye devam ettik. Daha sonra Selimiye'ye doğru yola revan olduk.

Marmaris'e defalarca gittim, çevrede pek çok yeri gezdim ama Selimiye'ye gitmek bir türlü kısmet olmamıştı. Sağdan soldan onca methini duyduğum için de çok merak ediyordum. Methettikleri kadar varmış. Sezon açılmadığı için sakin, sessiz ve çok huzurlu idi, bayıldım:



Bu arkadaş biz minibüsten indiğimizde suyun içinde hoplayıp zıplayıp duruyordu. Meğer balık ararmış. Az sonra ağzında balıkla kıyıya doğru yollandı zaten :)



Fotoğraf çekerek sahil boyunca yürüdük de yürüdük. Dünyadan başka bir yere ışınlanmış gibiydik. Meğer huzura ne çok ihtiyacımız varmış.


Çok şirin bir hediyelik eşya mağazası ve cafe idi burası, magnet vs birkaç şey satın aldık.


Eskiyen kayıkları kırpıp çiçek saksısı yapıyorlarmış :)




Ne yapsam, ne yapsam
Bir hamak alıp sallansam
Kurtulur muyum bunalımdan
Hamakta sallansam
Mazhar Alanson'un kulaklarını çınlatmazsak ayıp olurdu bu manzara karşışısnda 



Begonvillerin, zakkumların, sardunyaların hüdayinabit yetiştiği bir şehirde yaşasam da her seferinde hiç görmemiş gibi heyecanlanıyorum karşıma çıktıklarında. 

Selimiye turumuzu bitirip minibüsümüze yerleşiyoruz tekrar ve lise anılarımızı anlata anlata Bozburun'a doğru yola koyuluyoruz. 


Bozburun gerçekten Bozburun, dağlar çorak ama kendine özgü bir güzelliği var her kıyı kasabası gibi. Karnımız da acıktı ama sezon açılmadığı için restoranların çoğu kapalı. Tek tük balık restoranları açık ama balık yemeyi pek canımız çekmiyor. Sonunda tost yapan bir yer buluyor ve çöküyoruz kıyıdaki masalara. Matah bir şey değil yediğimiz bazlama tostu, midemize lök diye oturuyor ama olsun varsın, keyfimiz yerinde. 


Bazlama sonrası ufak bir çevre turu yapıyoruz, otantik giysiler satan bir dükkanda uçları leylak desenli bir fular buluyorum, ben kasaya gidene kadar arkadaşım alıp hediye ediyor. Şahane bir hediye bu, hem görüntüsü, hem hatırlattıkları nedeniyle. Her kullandığımda bu buluşmayı anımsayacağım. 

Bozburun'dan sonra dönüş yoluna vuruyoruz ama önce Bayır Köyü'nde bir mola veriyoruz. Yaşları bin yılın üstünde iki çınarın altındaki kahvede bir kadınlar ordusu oturuyor adeta:


Sonradan bunların tura gelmiş Arap (ülkelerini bilmiyorum) kadınlar olduğunu öğreniyoruz. Öyle kalabalık ve gürültülü ki meydan oradan kaçmak için çınarın arkasındaki "Eski Yağhane" yazan yere dalıyoruz ama karşımıza tuvalet çıkıyor. "Eskiden zeytinyağı tuvalette çıkarılmış" tarzında kötü espriler yaparken bir emmi peydahlanıyor arkamızda, "Yağaneye mi gitceniz, gelin gelin, ardımdan gelin gari" diyor. Takılıyoruz peşine:


O emmi, bu emmi. Şekilde görüldüğü gibi "Gelin gelin" diyor. Yağhane dedelerine aitmiş ve oğlu açık müze haline getirmiş, emmi de bir gönüllü rehber gayretiyle tanıtıyor çevreyi. Ufak tefek ürünler de satılıyor, zeytinyağı, badem, sabun ve bazı otlar gibi. 


Yağhanenin terasının böyle yeşil, panoramik bir manzarası var, okaliptüs ve defne kokuyor ortam. 


Eski, doğal arı kovanları


Taşları döndüren mankenleri ilk anda gerçek sandığımı itiraf etmeden geçemeyeceğim :)


Yağhanede Cadılar Bayramı kutlaması da yapıldığını düşünmekteyim :)

Hayli detaylı bir alan ama emmi o kadar çok ve o kadar kesintisiz konuşuyor ki kafam kazan gibi oluyor, dinlemekten cayıp çınarların olduğu meydana geri dönüyorum. Diplerine konmuş tabelada "etrafında dönerseniz uğur getirir, huzur getirir" benzeri bir ibare var. "Ya tutarsa" deyip dönüyoruz. E haydi rastgele...


Devamı yarına...

MARMARİS 2

$
0
0
Marmaris'teki ikinci sabahımızda sohbet-muhabbet kahvaltımızı ettikten sonra yine önceden ayarlanmış minibüsümüze doluşup yola düşüyoruz. Bu defa rotamız Gökova'ya doğru. Ama önce Marmaris'teki tüm bağlantılarımızı halleden sevgili arkadaşımızın Kızılyaka Köyü'ndeki çiftlik evini ziyaret edeceğiz. Nostalji olsun diye Marmaris'in o güzelim, iki yanı okaliptüslü eski yoluna sapıyoruz:


Midibüsün camından ancak bu kadar çekebildim, kusura bakmayın. İnip yürümek isterdim aslında ama program kapsamlı, vakit dardı. 

Derken menzilimize ulaşıyoruz, arkadaşımızın kocaman, yemyeşil  bir bahçe içindeki güzel evine, dökülüyoruz araçtan, atıyoruz kendimizi bahçedeki kara dutların altına :)


Elimizi, yüzümüzü yeterince dut kırmızısına boyadıktan sonra aklımız başımıza geliyor, evin terasına yerleşiyoruz:



Ortam güzel, hava mis, oksijen bol, yeşil dersen göze şifa, muhabbet dersen gırla, onca yıl sonra buluşulmuş, insankızı daha ne ister ki (Bu arada Kız Lisesi mezunu olduğumuzu belirteyim). Benimle her yere gelen Charlie bile mutluluktan mest durumda:


Kahveler, meyveler, yemişler ne varsa yedik içtik, güldük, şakalaştık, eh daha gidilecek yerler var, bahçeyle ve şu aşağıdaki arkadaşlarla vedalaşıp yola koyuluyoruz:



Şimdi sırada Gökova Körfezi ve Akyaka var ama önce karnımızı doyurmamız lazım. Azmak kıyısındaki Cennet Restaurant'a konuşlanıyoruz. Aman Allahım, burası gerçekten Cennet:


Hemen kıyıdaki masaya oturuyor ve yemek yerken kendimizi suya atabilme hayalleri kuruyoruz, öylesine cazip çünkü görüntü.




Yemek sonrası Akyaka'da küçük bir tur atıyoruz, ardından sıra tekne gezisinde. Ama önce keçi sütü ve gerçek meyveden yapılmış dondurma yemek ve dondurmaya begonvil fonlu poz verdirmek lazım:


Akyaka'ya daha önce iki sefer gelmiştim. İlk gelişimde sakinliğine, yeşilliğine, temizliğine, evlerin güzelliğine hayran olmuştum. İkincisinde şehrin içinde pek fazla dolaşma imkanım olmamıştı. Lakin bu sefer çok farklı buldum. O eski sakinlik, huzurlu ortam pek kalmamıştı. Sezon açılmadığı halde çok kalabalık (hafta sonu olmasının etkisi olabilir) ve ne denir, tam uygun lafı bulamıyorum, pasaklıydı sanki. Kaldırımlara taşmış ıvır zıvır hediyelik eşya, çöp konteynerlerinin yanına atılmış çöpler o güzelim yöreyi biraz avamlaştırmıştı. Bilhassa sahil kesiminde çok yoğundu bu durum, sokak araları yine aynı çiçekli, yeşil, huzurlu görünümünü koruyordu. İnsan "Keşke keşfedilmese de eski sakin, güzel halini korusa" diye düşünmeden edemiyor ama sonuçta orada yaşayanların da paraya ihtiyacı var. Her ne hal ise biz elimizde dondurmalar tekne turu yapılan yere doğru ilerliyoruz ve kalabalık oluşumuzdan dolayı iki tekneye pay ediliyoruz. Şimdi sıra güzelim Azmak'ın sefasını sürmekte:






Suyun altında adeta bir orman var, opalin bir camdan yeşil bir koruya bakar gibi oluyorsunuz eğildiğinizde. Balıklar gözle görülür durumda, ördekler geçen teknelere "Alanımıza fazla dalıyorsunuz ha!" dercesine vakvaklıyor. Gerçek dünyaya geri dönene kadar hayatın güzel olduğuna kanaat getiriyoruz :)))

Bu akarsuya Kadın Azmağı deniyormuş, sebebi de eskiden kadınların köylerinde su olmadığı için çamaşırlarını buraya gelerek yıkamaları imiş. Ne derece doğru bilemem, ben Google amcanın yalancısıyım. 

Tekne turu sona erince grubun bir kısma sahilde dolaşmak için ayrılıyor, bizler de bir grup ara sokaklara dalıyoruz. Niyetimiz Nail Çakırhan-Halet Çambel evini gezmek. Nail Çakırhan hiçbir mimarlık eğitimi olmadan yapmış bu evi ve Ağa Han Mimari Ödülü kazanmış. İki seferdir hep dışarıdan ağzım sulanarak bakıyordum, bu kez içini kezmek azmindeyim ve benim gibi meraklı arkadaşları ardıma takıp evin olduğu sokağa dalıyorum. Ve fekat sonuç hüsran. Kapı duvar, çalıyoruz açan yok, utanmasam parmaklıklardan aşacağım ama çok yüksek, işin içinde haneye tecavüzden kodesi boylamak da var :) Kös kös dönüyoruz göremeden. Yandaki aparttan bir kadın bekçinin kafasına göre gelip gittiğini söylüyor, burada olduğu bir zamana denk gelseymişiz ne ala, ne yapalım kader utansın, belki bu Akyaka'ya bir kez daha gelmek için bir işarettir.




Nail Çakırhan-Halet Çambel evi en üstteki, tabii ki duvarlardan bir şey görünmüyor. Akyaka sokaklarındaki tüm evler çok güzel, zaten belirli bir plana uygun olarak yapılıyormuş, bahçeler derseniz çiçekten, ağaçtan geçilmiyor. 

Aracımız gelmiş, bizi bekliyor, dönüş yoluna vuruyoruz kendimizi. Yorulduk biraz ama gezme isteğimiz bitmedi. Bir miktar dinlenme ve yemek sonrası bu defa Marmaris Yat Limanı'na iniyoruz. Geldiğimizden beri şehirle ilk buluşmamız. Lakin hayli yorgunuz, çok gecikmeden otelimize dönüyoruz.

Marmaris'teki son tam günümüzde müthiş bir sağanak "Günaydın" diyor bize Antalya yağmurlarını aratmayacak şiddette bir yağışa bakakalıyoruz. 


Otel çok kalabalık aslında ve neredeyse bizim grubun dışında herkes yabancı. Bol miktarda devasa boyutlu siyahî var, Ruslar ve Arapların popülasyonu da onlardan kalmaz ve müthiş gürültücüler. Odamız tam asansörün karşısında ve gece inip binenlerin yüksek volümlü konuşmaları, yan odalardakilerin müzik sesleri yüzünden pek uyuyamıyoruz. Ne yapalım, "kavgada yumruk aranmaz" derdi annem. Eve dönünce bol bol uyur, telafi ederiz :)

Otelin sahili olmasına rağmen havuz çok kalabalık oluyor ama anlaşılan o ki yağmurda yüzmekten hoşlanan tek bir kişi var, fotoğrafta belgelenmiş bulunuyor :)

Öğlene doğru yağmur dinince şehre inmeye karar veriyoruz. Arkadaşlar Kale'ye çıkıyorlar, ben daha önce gördüğüm için Cevriye'yi sinirlendirmemek uğruna bir cafede oturuyorum. Birkaç arkadaş da bana eşlik ediyor. Sonra biraz çarşıda dolaşıp ufak-tefek alışveriş yapıyoruz. Marmaris'in içinde tek bir fotoğrafımız bile yok henüz, ayaküstü birkaç poz veriyor ve otele geri dönüyoruz. Zaten yağmur her an "geliyorum" diyebilir. Aslında ertesi gün için Datça planımız vardı üç arkadaş ama havanın durumunu görünce planı iptal ediyor ve biletimizi öne alıp dönmeye karar veriyoruz. Otele dönünce benim minik kuşlarım Dilek ve Nesrin ziyaretime geliyor. Onları görmeden dönsem üzülürdüm, ikisiyle de kısa da olsa hasret gideriyoruz. Arel'e yeni kardeş gelmeden önce Diloş'u görmek keyifli, keza Nesroş Teyze'yi de :)

Son günümüzü Marmarisli arkadaşımızın bizi götürdüğü mekanda Türk Gecesi ile noktalıyoruz. Çok eğlenceli bir gecenin ardından ertesi sabah yola çıkmak üzere vedalaşıyoruz. 

Söyleyeceğim şu, 45 yıl sonra birarada olmak büyük mutluluktu, Marmaris'in güzelliklerinin buna fon teşkil etmesi bir başka güzellikti. Bu şahane buluşmaya katılan ve emeği geçen herkese, başta tüm bağlantılarımızı sağlayan Nazlı'ya buradan çok çok teşekkür ediyorum. İyi ki varlar, iyi ki varız. Nicelerine diyelim...

ÇELINÇLI ANMALAR

$
0
0
Çelınç'da geciktim bu hafta. Bir nevi görev oldu sanki ama başladığım şeyi bitirmek gibi bir alışkanlığım var, son gün de olsa hafta sona ermeden yazayım dedim, hem de günün mana ve önemine uygun bir yazı olsun:

-19. Hafta: Sevdiğiniz biri hakkında yazın:


Annem ve anneannem, şimdi ikisi koyun koyuna, Karşıyaka mezarlığında bir çam ağacının gölgesinde yatıyorlar. Annem dar ve kapalı yerlere, sıkıntıya pek gelemezdi, umarım alışmıştır son istirahat yerine. Anneannemse bir ağacın altında yatmaktan mutludur diye düşünüyorum, hele çam değil de kavak olsa, rüzgar estikçe hışır hışır hışırdasa, eminim ki ta oralardan "Es kara bağrıma es" diyecekti. Ama o çamı da oğlu getirip dikmişti, o yüzden kavaktı, çamdı pek dert etmemiştir. Bir türlü büyütemediği, yere göğe koyamadığı, haylaz oğlu. Sekiz yıl sonra ardından gidip, o da babasının koynuna girecek kara gözlü oğlu. 

İnsan şu fotoğrafa baktıkça artık bu dünyada olmadıklarına inanamıyor. Yıllar yıllar önce, annemin hala ince topuklu stilettolar giydiği, ince yazlık hırkaların omuzlara şöyle bir atılıverdiği, altın bileziklerin bilekleri süslediği zamanlar. Üzerindeki döpiyesin rengi bile aklımda, kırmızı. Anneannem yıllar boyu kullandığı kocaman çantalarından birini kucaklamış. Henüz siyah başörtülere geçiş yapmamış, her ütü masası açıldığında tiril tiril ütülü olsa da kapıp ütülemem için getirdiği eşarplarından biri başında. Ve galiba mutlu, dudağındaki çaktırmak istemediği tebessüm ve bakışlarından belli. Zor mutlu olan kadınlardandı o (ya da mutluluğunu belli etmeyenlerdendi), sertti, yerine göre hoyrattı hatta. Hayatta en çok, 40 yaşındayken bile "Öksüzüm, tırnak kadar etim" dediği oğlunu, sonra da kendini sevdi. Annem bile sıralamada üçüncü sırayı-belki-kapabilirdi. Lakin öyle uzun ve görkemli bir şeytan tüyüne sahipti ki etrafında ciddi bir fan kitlesi vardı. Tüm apartmanın, hatta koca sitenin Niğdeli teyzesiydi. Birazcık gürültü ettikleri için kapıdan kovaladığı çocuklar yüksünmeden bakkaldan ekmeğini alır, merdiven inmesin diye çöpünü dökerlerdi. Halkla ilişkiler uzmanı olsa kafalayamayacağı insan olmazdı diye düşünüyorum. Kardeşim ve benim için anneanneden ziyade Zarif'di o. Gözümüzü açtığımız günden beri hep hayatımızda, yakınımızda oldu. Kimi zaman birlikte oturduk, kimi zamansa komşu olduk. Keyfi yerindeyse pamuk şeker, canı sıkkınsa pul biber tadında olurdu. Küçükken uzun saçlarımı onun taramasını isterdim. Annem sabırsızdı zira, canımı acıtırdı tararken. Anneannemse sanırım kendi saçlarından alışkın, usulunce, acıtmadan, sakin sakin yapardı bu işi. Bir tasa su koyar, tarağı suya batırır, saç tutamlarını ucundan başlayarak ağır ağır, yolmadan tarardı. Birlikte geçirdiğimiz en şefkatli anlardı o anlar. Yoksa parlamaya hazır kıvılcım gibiydi, kızdırmak an meselesiydi. Banyo yapmaya bayılır, kendi evinde termosifonu yakmak zoruna gittiği için kimin evinde sıcak su bulsa yıkanırdı. Yıkanmasının ritüelleri vardı, sırtı mutlaka keselenmeli, banyo çok sıcak olmalı, su öyle çabucak soğumamalı idi. Banyo sonrası giyinip tarağını eline alırdı. Artık neredeyse bir tutam kalmış uzun, ak saçlarını tıpkı benim saçlarımı taradığı gibi ağır ağır tarar, bir lastikle bağlayıp örer, lastiğin etrafında çevirip tokalayarak topuz yapar, tarakta biriken saçları da asla atmaz ya sobada yakar ya da bir yerde saklardı. Sebebini sorunca da "Kuşlar götürür, aklım da onlarla gider" derdi. "Kessene Zarifciğim şu saçları, zor olmuyor mu böyle?" diye sorardık, "Olur mu hiç, ahirette o saçlara tutunarak kalkacağım mezardan" diye cevaplardi. Biz gülerdik, ardından da "Çekilin gidin başımdan, köpek suratlılar" diye azarı yerdik. Sinemaya, teetoraya, gazinolardaki kadınlar matinelerine, pikniklere, seyahatlere bayılırdı. Nerede bir yeşillik görse, "Şurada bir bulgur pilavı pişirip yesek" derdi hevesle. Bağlarda, bahçelerde büyümüştü, el kadar yeşillikte bile o günleri anardı. Çocuk yaşta evlenmiş, hovardameşrep kocasından çok çekmiş, üstüne kumalar gelmiş ama kan kusup kızılcık şerbeti içmiş. Sertliği, hoyratlığı biraz da bu yaşadıklarından kaynaklı idi. Ölene kadar yardımsız yaşadı, kimseye muhtaç olmadı. Ne zaman "Cevizin yaprağı dal arasında" türküsünü duysam ince bir sızıyla onu hatırlarım. Ruhun şad olsun Zarifanım, anneme selam söyle. İkinizin de Anneler Günü'nüz kutlu olsun...

CUMARTESİ GİBİ CUMA

$
0
0
Dün akşam okuduğum kitabın üstüne düşen başımı, düştüğü yerden kaldırmadan doğru yatağa götürdüm. Sadece insanlara değil, uzuvlara da iyilik yaramıyor. Götürdüm götürmesine de taş çatlasa iki saatlik uykunun sonrasında yerleştirdiğim yastıkta sağa sola dönüp kapalı duran gözlerini cart diye açtı. "Hayrola" dedim, niye uyandın?". "Bir sebep olması mı lazım, kaçtı uyku" dedi. Benim başla başedilmez, kafasına göre takılır. Bir süre ayağımda, pardon beynimde sallayıp uyutmaya çalıştım ama nafile, savmış uykuyu, cin gibi olmuş. Gidip tableti ve üzerine düştüğü kitabı alıp geldim. Gece lambasını yakıp bitene kadar kitabı okudum. Sonra tableti elime alıp yeni keşfim olan ve "Candy Crush"ın pabucunu dama atan "Toyblast"o açtım. Tesadüf bu ya 3 gündür atlayamadığım leveli ilk elde hallettim, üstelik 4 saatlik oynama hakkı kazandım. Başımın varmış bir bildiği, eh oyna dur gaari :) Şarj bitene kadar ne domuzlar avladım, ne şişeler kırdım, ne balonlar patlattım, ne hayvanları esaretten kurtardım. Kahramanca mücadelemin sonunda sabah olmuştu. Tableti biten kitabın üstüne koydum, başımı da tekrar yastığa. Bir-iki saat kadar uyumuşum. 

Antalya fena halde yaz moduna geçti, bugün derece 31'i gösteriyor, sıcak neyse de nem kötü. Kaç gündür Bey Dağları gelin duvağı gibi bir pusla örtülü. Bunaltıcı bir hava var. Zaten günleri falan şaşırmaya başladım, bu da benim yaz modum. Bugünü uzun bir süre Cumartesi sandım, sonra akşam tiyatroya gideceğimi hatırlayınca ayıldım Cuma olduğuna. Ankara'ya gidişimiz yaklaştı ya, bu geçiş döneminde ben biraz karışırım, en sevmediğim zamanlar. Ev toparlanacak, götürülecek şeyler ayarlanacak, buzdolabı ve erzak dolapları boşaltılacak falan fişmekan. Aynı şeyleri bir de dönerken yaparsın, bu kısır döngü de insanı haliyle bunaltır. Neyse tek derdimiz bu olsun. Dün Tiyatro Festivali başladı. Eski görkemi olmasa da izlenecek bir-iki iyi oyun bulunuyor. İlk başladığı yıllarda İtalyan Sokak Tiyatrosu gelirdi ve açılışta olağanüstü bir açıkhava gösterisi düzenlerdi. Havada uçan insanlar falan, tam bir görsel şenlik. Şimdilerde adı uluslararası olsa da çoğunluk bizim Devlet Tiyatroları, birkaç tane yabancı grup var, onlardan ikisine bilet aldım, zaten Ankara'ya gidişimle çakışıyor, istesem de diğerlerine gidemezdim. Bu akşamki oyun "Yllana Theater" isimli İspanyol bir ekibin sahneye koyduğu "The Gagfather". Genelde sözsüz oyunları seçiyorum, geçen yıllarda aynı ekibin "Bankerler" isimli bir oyununu izlemiş ve olağanüstü performanslarına hayran kalmıştım. Pazartesi günü gideceğim oyun ise Brezilyalı "Academia de Palhaços" grubunun "Elveda Ölü Palyaçolar" isimli gösterisi. Bakalım memnun kalacak mıyım?



Dün sabahtan beri bir türlü yakalamaya muvaffak olamadığımız bir minik kedi sürekli miyavlıyor. Çoğunlukla bizim arabanın altını mesken tutuyor ve ne yaparsak yapalım yanaşmıyor. Arabanın yanına su ve yiyecek koyuyoruz, çıkıp yemiyor, miyav miyav devam. Hatta gece o kadar çok miyavladı ki kocam geceyarısı inip süt götürdü. İçti mi bilmiyorum, mizantrop bir kedi bu, insanlardan kaçıyor, kendi içine dönük :) Az evvel balkona çıktım, yine miyv miyv sesi geliyordu, sesi var kendi yok :)

Sıcağa ve neme rağmen Antalya en güzel demlerini yaşıyor, yavaş yavaş veda turlarına başladım. Denize karşı kahveler, sohbetler. Hele Beydağları duvağını kaldırdıysa deymeyin keyfime:


Ve son olarak 52 haftalık çelınçta 20. haftanın sorusunu cevaplayıp kaçayım, iş çok:

-Bir kurgusal/hayali kararkter olma şansınız olsa kim olurdunuz?

Düzenli takipçim olup da Küçük Kadınlar'ın Jo'sunun dün, bugün ve yarın idolüm olduğunu bilmeyen yoktur herhalde. Eh haliyle ben de Jo olmak isterdim, duyorum ve gidiyorum...

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 1

$
0
0
Epeyce ara verdim. Yoğun günler geçirdim ve ancak yazabilecek aşamaya geldim. Önce Ankara öncesi hazırlıklar, arkasından Ankara yolculuğu, ardından 2 gün sonra İstanbul, İstanbul'da koşturmaca derken pazartesi akşamı adeta pert olmuş bir biçimde döndüm eve. Kendimi ancak toparlayabildim ve sonunda geçtim blogun başına. 

Cuma sabahı kızkardeşle YHT Gar'da buluştuk. İkimizin elinde de birer kitap yerleştik yerimize, lakin kitabı ne kadar okuyabildik tartışılır, daha çok sohbetle geçirdik yolculuğu. Yolboyu yer yer yağış eşlik etti bize. İstanbul'a ulaştığımızda bulanık bir hava vardı, her an yağmur yağabileceği gibi her an güneş de çıkabilirdi. Bir an metro mu, minibüs mü tartışması yaşadık ve önümüzde duran minibüse binmeye karar verdik. Minibüste bizden başka bir kişi daha vardı ve dolmasını beklemeye başladık, bu arada genç ve bıçkın şoförümüz kaldırımın kenarındaki parmaklığa oturmuş arkadaşı ile muhabbet halinde idi. O kadar uzun bekledik ki İstanbul'da geçireceğimiz sürenin bir kısmını ziyan ettiğimizi düşünüp taksiye binmeye karar verdik. Oflaya poflaya valizleri indirmiştik ki şoför efendi direksiyona geçti. Valizler tekrar minibüse yüklendi, yerlerimize geçtik ama şoför sadece direksiyona oturmuş, yine beklemeye başladık. Vaktimizin bir kısmını daha ziyan ettikten sonra sonunda hareket zamanı geldi. Sarsıla sarsıla yol almaya başladık. Git git bitmez, git git bitmez. Bu hatayı iki yıl önce yapmıştık, bir kez daha niye tekrarladık diye söylenirken kırmızı ışıkta durduk ve şoför yandaki minibüsün şoförüne bizi alenen postaladı. Valizleri yüklendik, arkadan zar zar korna çalan belediye otobüsü bizi ezmesin diye tekerlene mekerlene diğer minibüse geçtik. Minibüs çok kalabalıktı, valizleri zor bela sığdırdık, karşımızda oturan iki süslü kokoştan "cık cık cık" nidalarıyla üstü kapalı azar işittik. Derken "geldik" dedi sürücü, gelmişizdir tabii ki, Bostancı ile ilk kez muhatap olacaktık, o yüzden şoföre inanmak zorundaydık :) İndiğimiz yerde taksi beklemeye başladık. Semti bilmediğimiz için haliyle bizi götürecek bir araca ihtiyaç vardı, lakin epeyce bekledikten sonra gelen taksinin sürücüsü de bilmiyordu gideceğimiz adresi. Ama efendiden bir adamcağızdı, bir taksi durağına yanaşıp adresi öğrendi ve bizi götürdü kalacağımız yere. Taksilere niye navigasyon cihazı zorunluluğu getirmezler bunu da anlamam hiç. Her neyse kalacağımız apartmana geldik, anahtarı bizim için görevliye bırakmıştı arkadaşımız, çaldık zili ama açan olmadı. Telefon ettik cuma namazında olduğunu öğrendik ve bahçedeki çiçeği, ağacı fotoğraflayarak vakit geçirdik gelene kadar. Bu arada belirteyim ki Bostancı inşaat cennetine dönüşmüş. Her boydan apartman var, 4 katlısından, 14 katlısına kadar çeşit çeşit. O güzelim bahçeler de yavaştan mefta olma sırasına girmişler, oysa vaktinde çok güzel bir semtmiş belli ki. 

Derken görevli geldi, anahtarımızı aldık, dairemize çıktık, eşyalarımızı bıraktık, o sırada güneş göz kırpmaya başladı. Sevdi bizi, kısa bir müzakerenin ardından önceden yaptığımız planı uygulamaya koyup Burgazada'ya gitmek için gözümüzü kararttık. Kaptık çantaları, attık kendimizi sokağa ve Bostancı İskelesi'ne doğru yürümeye başladık. 


Mavi Marmara'nın motorlarından birine atladık ve Burgazada'ya doğru yola koyulduk. İstanbullu ve dışarlıklı farkı en çok vapurlarda anlaşılıyor. İstanbul ahalisi gazetesini okuyor, yanındakiyle sohbet ediyor, bilemedin uyuyor ama bizim gibiler küpeşteye yapışıp "Aa dalga", "Oo martı", "Ayy teknelere bak", "Off manzara nefis" nidalarıyla bir yandan denize bakıp, bir yandan fotoğraf çekiyor. Biz de kendimizi belli ettik, derken adaya ulaştık.



Tabii bu arada vakit hayli ilerlemişti, ilk iş mesai saati bitmeden "Sait Faik Müzesi"ni ziyaret etmeye karar verdik. Bize tarif edilen sokaklara dalıp müzeye ulaştık:



Fotoğraftaki beyaz köşk Sait Faik'in evi, bahçe kapısından aceleyle girdik ve ağaçların arasında gönülsüzce vakit geçiren görevliye müzenin açık olup olmadığını sorduk. "15 dakika var" dedi, jet  hızıyla daldık, hatta galoş bile giymedik. Aslında giymeye teşebbüs ettik ama görevli "gerek yok" dedi. Sanırım bir an önce gidelim ki kendisi de gitsin istiyordu. Koştura koştura katlar arasında gezdik. Ben tavanarası odasına bayıldım, fotoğrafta belli olmuyor ama manzara olağanüstü idi. 


Cıbıklı bicaması varmış Sait Faiğin :)



Sözkonusu oda

Evi gezince haliyle rotamızı hediyelik eşya bölümüne çevirdik, asla uğramadan geçmeyiz :) Hayattan mı, işinden mi, müzeden mi bezmiş olduğunu çözemediğimiz, ağzından cımbızla laf alınan görevli "Ne alacaksanız alın da çekip gidin" edasındaydı. Kırmadık dillendirmediği arzusunu, üç adet magnet aldık Sait Faik kitabı formatında, sonra da çekip gittik. Benim kitabım "Son Kuşlar" ile "Lüzumsuz Adam", kızkardeşinki ise "Alemdağ'da Var Bir Yılan" oldu. Sonra bahçeye çıktık, bahçede Sait Faik'in ellerini öne doğru uzatmış, boşlukta oturuyormuş gibi, hayli kızgın bakan anlamsız bir heykeli var, rahmetliye hiç benzemiyor üstelik. Sanki piyano çalıyormuş da biri piyanoyu önünden çekip almış. Yanına iliştik, "Üstad nedir bu hal? Pek rahat görünmüyorsun" dedik, cevap vermedi. Arsızlık ettik, kollarına yapışıp fotoğraf çektirdik.


Müze ziyaretimiz bitince sıra sokakları arşınlamaya geldi. O sokak senin, bu sokak benim, evlere, bahçelere, çiçeklere, ağaçlara bakmalara doyamadan gezdik de gezdik.




Bir evin çatısında aşağıdaki aileye rastladık. Hanım lohusa idi, bebek de yeni doğmuş:


Biz adada dolanırken baba da evin iaşesi ve ibatesi için alışverişe çıkmıştı, önce sokak aralarında kuru gıdaları temin etti, sonra sahile inip balık avladı. Malum yeni bir boğaz eklendi aileye :)



E biz martı kadar yok muyuz, biz de acıktık, hava da izin vermiş, güneş çıkmış, esinti üşütmüyor, keyifler keka, gidip beslenmeye karar verdik, istikamet Barba Yani:



Hem karnımızı, hem gözümüzü doyurduktan sonra vapur saatini öğrenip tekrar ada sokaklarına daldık. 



Bienal gibi :)



Bir ara Kalpazankaya'ya çıkmaya niyet ettik ama at benzinine zam gelmiş sanırım, oldukça yüksek bir fiyat söylediler. Üstelik atlara yazıktı, üstelik kötü kokuyordu, caydık. 

Bu arada vapur saati gelmişti, iskeleye yöneldik ama ortada vapur falan yoktu. "Biraz gecikecek" dedi görevli, saati de bize kendisi söylemişti. Hakikaten 10 dakika kadar gecikmeyle yanaştı, bindik, oturduk. Fakat beni bir şey dürttü, "Acaba doğru mu bindik?" dedim kızkardeşe, gidip sorduğunda Kadıköy değil Heybeliada vapuruna bindiğimizi öğrendik. Eniştem olsa "Acemi olduğun belli" diye dalga geçerdi, bereket yoktu :) Ama kabahat bizde değil ki, tarifede farklı saat, görevlinin söylediği farklı saat, vapur farklı saat.  Ortalamasını almak gerekiyor sanırsam :) Eh bindik madem Heybeliada'yı da görürüz böylece dedik. Yarım saat kadar da Heybeli'de turladıktan sonra nihayet Kadıköy vapuruna yerleştik. 

Niyetimiz Kadıköy çarşıda dolaşıp Baylan'da kupgriye yemekti ama içeri girmeye niyet ettiğimizde kapanıyordu. Biz de Şekerci Cafer Erol'a gittik:



Öyle güzel görünüyordu ki meyve şekerlemesi tabağı istedik, lakin şeker komasına girme ihtimalini düşünerek bitirmedik. Aklım tabakta kalmadı dersem yalan olur :)


İlerleyen saatlerde yorgun ama keyifli kalacağımız yere döndük ve bir seyahat klasiği olarak geceyi neredeyse uykusuz geçirdik. 

İkinci günde görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın...

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 2

$
0
0
Evet, nerede kalmıştık? 2. gün, yani cumartesi ve etkinlik dolu bir gün. Sabah erkenden sözleştiğimiz gibi Sevgili Macera Kitabım Özlem biz Bostancı İskelesi önünden arabasıyla aldı. İstikamet Kuzguncuk. Kuzguncuğu çok seviyorum, her gidişimde aynı olmasını, evlerini, sokaklarını, kedilerini, her şeyini seviyorum. Bu kez Kuzguncuk Bostanı'na bakan Bostan Cafe'ye yerleştik, çok geçmeden Lale'nin Bahçesi de bize katıldı. 



Kuzguncuğa ilk kez geldiğimde Sağdaki pembemsi binanın girişindeki "Hayat Kahvesi"nde oturmuştuk iki arkadaşımla. Küçücük bir bahçesi vardı ama öyle şirin ve sıcaktı ki, ne yazık ki kapanmış. Bol sohbetli, keyifli kahvaltının ardından kızkardeşle biraz mıntıka turu yaptık. Hemen karşıdaki kiliseyi ziyaret ettik, içeride bir ayin vardı, kapıdan baktığımızı görünce bizi de davet ettiler, içeri girip oturduk ve bir süre izledik. Vaktimiz kısıtlıydı, daha fazla kalamadık, hem Nail Kitabevi'ni de görmek istiyordum. Çok güzel, köşe bir binada açılmış, gidip dolaştık biraz, dar, spiral merdivenlerden çıkıp Cevriye'ye biraz da ben cevrettim :) Daha sonra Beylerbeyi'ne gitmek üzere vedalaştık  Kuzguncuk sokaklarıyla.


Beylerbeyi'ne geldiğimizde henüz imza ve söyleşi için vaktimiz vardı, fırsattan istifade Beylerbeyi Sarayı'nın gezelim dedik. Gezme saatlerinin uygun olduğunu öğrenince biletlerimizi aldık ve girdik sarayın görkemli bahçesine:




Geldik gelmesine de içeri girmeye davranınca "Hop hemşerim" dediler. "Niye?" dedik. "Saati var, içerdeki turun çıkmasını bekleyeceksiniz" cevabını aldık. E ama bize kapıda bilet verirken öyle dememişlerdi, vaktimiz kısıtlı, haydi 10 dakika bekleyelim, bahçede oyalanalım ama sonrası yine ters. Rehbere uymak ve onun bitirdiği saatte ayrılmak zorunda imişiz. Haydaa, ee ne yapacağız? Söyleşi saati yaklaştı, rehbere takılırsak geç kalacağız. Sonunda halimize acıdılar, bize ayrı bir görevli verip hızlı tur yaptırmaya karar verdiler sağolsunlar. Lakin görevli sanırım çay ocağında görevli idi, hiçbir anlamlı bilgi edinemedik kendisinden. Yatak odasındaki "kardolap"ların yüklük olarak kullanıldığını öğrenebildik sadece :) Bir de salonlardan birindeki iri vazonun tepesindeki süs kuşu gerçek sanıp kovalamaya kalktı, biz dar kaçtık oradan gülmemek için. Yine de sağolsun, sayesinde en azından hızla gezebildik. İçeride fotoğraf çekmek yasak, aşağıdaki giriş holünün fotoğrafını bilmeden ve çaktırmadan çekivermişim meğerse :) Kısacası saray pek görkemli, pek süslü, pek hükümdarlara layık idi ama ben şöyle rahat kanepeli, bol yastıklı, baston yutmuş gibi oturmayacağım mütevazı salonları tercih ederim.


Palaspandıras palas gezimizin ardından söyleşinin yapılacağı mekana yollandık, zaten neredeyse yanyana idiler. Biz gidene kadar sağolsun Lale masa düzenini falan sağlamış ve bazı arkadaşlar da gelmişler idi. Beni çok mutlu eden bir etkinlik oldu. Birbirimizle blog üzerinden yakınlık kurduğumuz görüşme imkanı sağladığımız ve sağlayamadığımız hemen tüm arkadaşlarım katıldı söyleşiye, benim için unutulmaz bir gün oldu, hepsine buradan tekrar teşekkür ediyorum. Ayrıca yine İstanbul'da yaşayan lise ve üniversite arkadaşlarıma, Antalya'dan kızını ziyarete gelip etkinliğime katılmayı ihmal etmeyen okul arkadaşıma ve diğer tüm katılımcılara müteşekkirim, sağolsunlar varolsunlar.


Herzamanki konuşkanlığımla stand-up modunda bir söyleşi yaptık, ardından da imzaya geçtik, bunların hepsi bahane ama arkadaşlarla birlikte olmak, onları görmek şahane idi. Anılar çekmecemde değerli bir köşeye yerleştirdim bu günü.

Etkinlik sonrası birkaç arkadaş önce yemeğe gittik, ardından sevgili Ekmekçi Kız'la birlikte karşıya geçip Beşiktaş-Arnavutköy-Bebek rotasında küçük bir gezi yaptık, pek güzel oldu.


Bir dahaki yazı İstanbul'daki en yoğun günümüzü konu alacak, görüşmek üzere...

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 3

$
0
0
Peşinen söyleyeyim, bir sürü fotoğrafa maruz kalacaksınız :)
İstanbul'daki 3. günümüz en cıvıldak günlerimizden biriydi. Sabahın köründe kalkıp hazırlandık, bu defa metro yerine minibüs kullanmaya karar verdik, zira çok yürüyecektik, ne kadar eksik adım atarsak o kadar kârdı. Bize tarif edildiği üzere minibüs caddesine çıktık ve gelen minibüslerden birine el ettik. İlk günkü vapur yanlışlığından ağzımız yandığı için işi garantiye alalım diye düşündük ve açılan kapıdan şoföre hitaben: "Kadıköy değil mi? Yabancıyız da biz" dedim. Şoförün gözlerinde hayret ve takdir ifadeleri birlikte belirdi ve şöyle cevap verdi: "Yabancıyım diyorsunuz ama Türkçe'yi çok güzel konuşuyorsunuz". Off, kara kafamızla turist sanılmak bir yana, sürücü kardeşimizin izanı öbür yana, adamın suratına gülmemek için arkadaki koltuklardan birine geçtim ve açıkladım: "İstanbulun yabancısıyız". 

İki yabancı sonunda Kadıköy'e vardık ve orada bir yerliye rastladık. Bizimle aynı Balat yürüyüşüne katılacak olan blog arkadaşım Qunegond Eminönü İskelesi'nin önünde karşımıza çıktı, şahane tesadüf. Ne de olsa yabancıyız, bir bilenin eşliği paha biçilmez. Atladık vapura, Eminönü'nden de otobüse, çok geçmedi Balat'ta idik. İstanbul'da kaldığımız sürece uçak hariç denemediğimiz taşıt kalmadı, bu karmaşa aklımızı başımızdan alsa da bir süre daha kalsak alışacaktık el mahkum. İstanbullular kızmasın ama sık sık "Ah Antalya!" dedim, evet dedim. Yanlış anlamayın İstanbul'u çok seviyorum ama biz rahatlığa fena alışmışız. Her neyse Balat'ta otobüsten inip koştura koştura "Sveti Stefan Bulgar Kilisesi"ne yöneldik, nam-ı diğer "Demir Kilise"ye. Hafiften de bir ahmak ıslatan başlamıştı ama biz ahmak olmadığımız için etkilenmedik. 



500 ton ağırlığında ve Viyana'da hazırlanan tüm parçaları dökme demirden olan kilise demonte bir şekilde Tuna nehri ve Karadeniz üzerinden gemilerle İstanbul'a getirilmiş ve denizin üstünde monte edilerek yerine yerleştirilmiş, açılışı 1898 yılında yapılmış. Mimari projesi Ermeni mimar Hovsep Aznavour'a ait olan ve korozyon nedeniyle aşındığından 7 yıldır bakım ve yenileme nedeniyle kapalı olan kilisenin restorasyonu bu yılın başında bitmiş ve ibadete açılmış. Geçen gelişimizde bu nedenle gezememiştik, hayli merak ediyorduk, o yüzden araya sıkıştırıverdik. Oldukça kalabalıktı ve biz ayrılırken bile akın akın ziyaretçi grupları geliyordu. 





İçerisi hayli görkemli, vitraylı pencereler de çok güzeldi, keza kapıdaki kabartmalar da...


Kiliseden çıktığımızda yağmur dinmişti ama gün boyu ara ara serpti durdu, yağsam-yağmasam kararsızlığı yaşadı, neyse ki gezimizi engelleyecek bir yoğunluk olmadı.

Gezi yine Balat'taki Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin önünden başlayacaktı. Çok güzel ve tarihi taş bir binada yer alan kütüphane 1990 yılında bir grup kadının (Şirin Tekeli, Füsun Akatlı, Jale Baysal, Füsun Ertuğ Yaraş ve Aslı Davaz) öncülüğü ile açılmış. Kuruluş amacı kadınların geçmişini iyi tanımak, bu bilgileri araştırmacılara sunmak ve yazılı belgeleri gelecek nesillere saklamak. Kişisel düşünceme göre de şahane bir amaç. Kızkardeş öğleden sonra orada bir sertifika programı için ders verecekti, gezi öncesi içeri girip biraz dolaştık ve saat 10.00'da Sabancı Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi'nin düzenlediği "Cins Adımlar Toplumsal Cinsiyet ve Hafıza Yürüyüşleri"nin Balat ayağına katılmak üzere binanın önünde yerimizi aldık. 


Yürüyüşün amacı sadece semti tanıtmak değil, burada yaşayan ya da bir şekilde semtle bağlantısı olan kadınları, olayları ve sivil toplum örgütlerini de anlatmak. Zaten ilk olarak merkezi önünde iki görevlinin anlattığı  karikatürist Selma Emiroğlu ve yazar Leyla Erbil hakkında detaylı bilgiler aldık.

İkinci mekan 2000 yılından bu yana insan, çocuk ve LGBT hakları, kadın sağlığı ve ayrımcılığın önlenmesi konusunda çalışmalar yapan "Mavi Kalem Derneği" oldu.  Fotoğraflar o civardan:






Daha sonra rotamızı "Moğolların Meryemi Kilisesi"ne kırdık. "Kanlı Meryem Kilisesi" de denilen Bizans'tan günümüze ulaşan ve camiye çevrilmeden Rum Cemaati tarafından kullanılan tek kilise imiş. 


13.yüzyılda Bizans hükümranlığının sürdüğü topraklara sık sık Moğol akını yapılmakta imiş. Bunun önünü almak amacıyla Bizans İmparatoru VIII. Mihail ile Moğol İmparatoru Abak Han arasında bir anlaşma yapılır ve Mihail'in kızı Maria'nın isteğine bakılmaksızın Abak Han'la evlendirilmesi kararlaştırılır. Ancak Abak Han o kadar yaşlıdır ki daha gelin alayı Moğol illerine ulaşmadan yolda ölür. Anlaşma bozulmasın diye bu kez Maria Abak Han'ın oğluna gelin edilir. Ancak damat taht kavgaları yüzünden 1 sene sonra kardeşi tarafından öldürülür, Maria yine dul kalır. Dul kalmakla kalmaz, evlendiği erkeklere uğursuzluk getirdiğine inanılır ve "Kanlı Maria" olarak anılmaya başlar. Bu baskıya dayanamayan Maria tüm haklarından vazgeçip İstanbul'a döner ve bu kiliseyi inşa ettirip kendisi de içinde rahibe olarak yaşamaya başlar. İçinde önemli tarihi belgelerin saklandığı söylenen kilisenin zamanında aç ve yoksullara da hizmet verdiği bilinmekte. Aşağıdaki fotoğrafı çektikten sonra içeride fotoğraf çekmenin yasak olduğunu öğrendim ama çekmiş bulundum bir kere, siz de görün madem:


Kanlı Meryem'e veda edip hepinizin bildiği şahane yapı "Fener Rum Lisesi"nin önünden geçerek "Yuvakimyon Kız Lisesi"ne geldik. Aşağıda Fener Rum Lisesi:



 
Yuvakimyon Kız Lisesi bu görkemli binanın arkasında ve gölgesinde kalmış. Balat'taki azınlık kız çocukların Pera'daki liseye uzaklığı nedeniyle gitmeleri mümkün olmayınca 1880 yılında Patrik 2. Yoakim'in önderliğinde bu okul açılmış. Kaliteli eğitimiyle ün salmış ama zamanla öğrenci sayısı azalmış ve 1988'de eğitim sona ermiş, mevcut kız öğrenciler de Fener Rum Lisesi'nde eğitimlerine devam etmiş, bina şu anda metruk durumda. Bu liseden yetişen önemli öğrencilerden biri Türkiye'nin ilk kadın foto muhabiri olan Eleni Küreman imiş ama genellikle görmezden gelinmiş.

 



Dar, yokuşlu inişli, kimi zaman merdivenli sokaklardan geçerek şimdi "Balat Kültür Evi" olarak hizmet veren "Vodina Cafe"yi geçiyoruz. Geçtiğimiz her sokak film platosu gibi, gördüğümüz her binanın fotoğrafını çekmek, önünde durup dakikalarca incelemek istiyoruz.



Sırada "Agora Meyhanesi" var. Şarkılara konu olmuş, ünlü Agora Meyhanesi:
"Burası Agora Meyhanesi/Burda yaşar aşkların en divanesi/En şahanesi/Cama vuran her damlada/Seni hatırlıyorum/Ve sana susuzluğumu".





Agora Meyhanesi'ni 1890'da aşkı uğruna denizlerden vazgeçen Rum Kaptan Asteri açar, kendinden sonra da oğlu Stelyo ve torunu Hristo ayakta tutar. 1950'de bir yangına yenik düşen meyhaneyi Hristo müdavimlerinin yardımıyla yeniden ayağa kaldırır. Yeşilçam filmlerindeki pek çok meyhane sahnesi Agora'da çekilmiş. 1990'larda Balat'taki Rum ve Yahudi nüfusu azalınca Hristo da Yunanistan'a göçer ve meyhane kapanır. Zamanında Hristo'nun yanında çalışan Ersin Kalkan, yönetmen Ezel Akay ve birkaç kişinin daha ortaklığıyla 124 yıllık meyhaneyi restore eder ve 2014 yılında tekrar hizmete sunarlar. Cins Adımlar ekibi meyhane hakkında bilgi verirken şarkıyı ünlendiren Müzeyyen Senar'ı, ömrünün bir kısmını Balat'taki meyhanelerde geçirmiş şair Enderunlu Fazıl'ı ve bir zamanlar Balat'taki meyhaneleri danslarıyla şenlendiren Çingene İsmail'i de anmadan geçmediler. Daha detaylı bilgi isterseniz önümüzdeki günlerde tekrarlanacak yürüyüşe katılın, yoksa bu post metrelerce uzayacak. 

Agora Meyhanesi'nden ayrılınca Çıfıt Çarşısı'na yollandık. Çıfıt Çarşısı karşılıklı küçük dükkanların sıralandığı Leblebiciler Sokağı'na verilen isim. 


Günümüzde "karmakarışık" sözcüğüne karşılık gelen "çıfıt" aslında Yahudilere verilen bir isim ve bu bölgede yoğun olarak yaşamış Yahudilerden alıyor bu adı. Hem Bizans, hem de engizisyondan kaçan İspanyol Yahudilerinin yoğun olarak yaşadığı Balat 20. yüzyıl başlarına kadar dünyanın en önemli Yahudi yerleşim yerlerinden biri imiş. Ne yazık ki günümüz için bunu söyleyemeyeceğiz. 

Son olarak Khorenyan Mektebi'ni ve Surp Hreşdagabed Kilisesi'ni de görüp Balat gezimizi sonlandırıyoruz.





  

Her biri ayrı ilginç binaları, cafeleri seyrederek Fener Köftecisi'ne yöneliyoruz ve hoş dekorasyonuna bakarak karnımızı doyuruyoruz:


Yemek sonrası kızkardeş ders vermek üzere Kadın Eserleri Kütüphanesi'ne, Qunegond'la ikimiz de Balat cafelerine doğru yola düşüyoruz. 

Gözüme kestirdiğim kedili cafe Naftalin tıklım tıklım dolu, hemen karşısındaki küçük ama sevimli Maide'ye giriyoruz biz de, meğer başımıza eğlenceli bir şey gelecekmiş :)


Birer fincan kahvenin başında Qunegond'la sıkı bir sohbete dalmışken içeriye yaşlıca bir kadın giriyor, doğrudan bizim masaya ve bana yöneliyor. Konuşması biraz peltek, anlamakta güçlük çekiyoruz önce. "Kedilere" diyor, "kedilere yardım lazım". Bir an meczup olduğunu düşünüyor ve anlamaz bakışlarla kadını süzmeye devam ediyoruz. "Kedilere yemek yapacağız" diyor, "yardım edin". Hala algılama güçlüğü mü çekiyoruz, basiretimiz mi bağlandı meçhul, biz boş boş bakıyoruz, kadın konuşuyor. Sonunda bizden "tık"çıkmayınca "Haa" diyor, "anladım, yabancı bunlar, yabancı, dilimizi bilmiyor". O anda ayılıyor ve kadının cafeden çıkmasıyla birlikte senkronize olarak gülmeye başlıyoruz. O kadar çok ve kahkahayla gülüyoruz ki diğer masalar bize bakıyor. Zor bela kendimizi susturuyoruz ama nasıl gülmeyelim. Bugün ikinci yabancı zannedilişim. Gerçi daha gün uzun, Tanrı'nın hakkı da üçtür 😀

Bu kadar çok gülünce Maide'den kaçıyoruz ve bu defa başka bir cafeye yerleşip sohbete kaldığımız yerden devam ediyoruz. Burası daha modern ve şık bir cafe, adı da Balatkapı. Bu gidişle Balat cafeleri üzerine tez yazacağım. 


Balatkapı'daki sohbetimiz sona erince Qunegond beni yanımıza gelen iki lise arkadaşıma emanet edip ayrılıyor. Blogda tanıştığımız günden bu yana birkaç sefer biraraya geldik ama sanırım en verimlisi ve en keyiflisi bu oldu. Teşekkürler Qunegond eşliğin ve attığımız kahkahalar için. 

Naftalin Cafe'de aklım kaldı ya, lise kızlarımla birlikte oraya yöneliyoruz ve pek hoş, pek nostaljik dekorasyonlu bir duvar dibindeki dantel örtülü masaya yerleşiyoruz. Diğer birkaç masada gençler kahvelerinin ya da içeceklerinin arasında uyuklayan kedilerle birlikte sohbetteler. 


Kızkardeşin dersi bitene kadar sohbete burada devam ediyoruz ve işi bitince onu da alarak Balat'a veda edip Samatya'ya doğru yola koyuluyoruz.


Ama önce Küçük Ayasofya Camii'ni görmeye gidiyoruz. Küçük Ayasofya Camii Kadırga ile Samatya semtleri arasında. Mimarisi Ayasofya ile çok benzerlik gösterdiği için camie çevrildiğinde bu adı alsa da Ayasofya'dan çok daha önce inşa edilmiş. İmparator Justinien tarafından Sergius ve Bacchus Kilisesi adıyla yaptırılmış, Fatih döneminde kilise olarak kullanılmaya devam edilmiş, 2. Bayezid döneminde camiye çevrilmiş. Camii şöyle bir dolaşıyoruz, Ramazan nedeniyle içeride namaz kılanlar var, rahatsız etmemek için fazla oyalanmıyoruz, Kadırga'ya geçiyoruz, sokak aralarında birkaç fotoğraf çekip Samatya'ya yollanıyoruz. 
(Foto internetten)


Samatya'yı "İkinci Bahar" dizisini izlediğimden bu yana merak ederdim, kısmet bu zamana imiş. Sağolsun gerçek bir İstanbul rehberi olan lise arkadaşım Sema hem gezdirip hem bilgilendirdi bizi. 



Samatya'nın ara sokakları hayli renkli, sanki başka bir hayatı yaşıyor gibiler. Bolca çocuk ve kedi vardı girdiğimiz ilk sokakta. Sonra meydana yöneldik ve diziden çok tanıdık gelen o restoranlar çıktı karşımıza; Ali Haydar ve Develi :)




Bir an Şener Şen çıkıverecek bir yerlerden gibi geldi ama onun yerine istediğimiz her şeye "yok" diyen bir garson denk geldi. Biz de Ali Haydar'ı terkedip rakibine yöneldik ama hiç pişman olmadık.


Aslında niyetimiz yemek sonrası Matya Cafe'de kahve içmekti ama zaman hayli ilerlemişti, üstelik daha karşıya geçecektik, caydık. Şöyle bir uğrayıp Samatya ile vedalaştık. Yoğun, koşturmalı, biraz yorucu ama cıvıl cıvıl ve renkli bir gündü, gayet keyifli geçti. Bunda payı olan sevgili dostlara buradan bir kez daha teşekkürler...

Not: Balat yürüyüşü benzeri yürüyüşler "Cins Adımlar" adıyla Kadıköy ve Beyoğlu'nda da yapılmakta. Katılmak isterseniz aşağıdaki linki takibe alınız:

GELENEKSEL BACISAL SEYAHAT ETKİNLİĞİ-İSTANBUL 4

$
0
0
İstanbul'daki son günümüz, saat 16.00'da trenimiz kalkacak ama bizde bu yarım günü bile boş geçirecek göz yok. Erkenden kalk, giyin, valizleri toparla, tabanvay, metro, vapur, hop Karaköy'deyiz. Hop dediysem de hop diye olmadı tabii ki ama artık yavaştan İstanbul düzenine ayak uydurduk. Karaköy'de bir süre ne yapsak diye düşünüyoruz, sonra Bankalar Caddesi'ne sapıp hem Salt Galata'yı, hem Osmanlı Bankası Müzesi'ni deniyoruz ama kader utansın, günlerden pazartesi ve müzeler kapalı. Aslında aklımızdaki belli, YKY'nin yeni binasını ve Akdeniz Heykeli'ni görmek önceliğimiz. Biz de bir kez daha Cevriye'yi kızdırmak pahasına Camondo merdivenlerini ve takip eden yokuşları tırmanıp Galata'ya ulaşıyoruz. İstanbul'a kadar gelmişken en sevdiğim kuleyle halleşmeden olmazdı. Fazla vaktimiz yok, uzaktan birbirimize göz kırpıyor ve İstiklal'e çıkıp devam ediyoruz. İstiklal içler acısı, söylüyorlardı da inanmıyordum, bu kadarını tahmin etmiyordum. Nasıl diyeyim ruhu gitmiş, büyüsü bozulmuş sanki. Yıllar sonra ilk kez İstanbul'a geldiğimde gözlerim yukarıda, binalara hayran hayran bakarak yürüyüşümü, senelerdir değişmeyen mağazalara bakışımı, Markiz'de "Mevsimler" panoları eşliğinde çay içişimi, kendimi Füruzan öykülerinde gibi hissedişimi hatırlıyorum, neredeyse ağlamaklı oluyorum. Geçtiğim cadde ruhsuz, pastaneden yemekçiye, oradan da hiçbir şeye evrilen Markiz ise ışığı sönmüş, kör kör bakıyor:


Neyse ki betona kesmiş, ağaçsız, çiçeksiz caddede tramvay bir renk olarak tekrar sefere başlamış, ona olsun seviniyoruz:


YKY binasına ulaşıyoruz sonunda, o da devasa bir hayal kırıklığı, çirkin, kocaman, beton bir bina. Yine de çöle dönmüş caddede bir sanat vahası diyerek giriyoruz içeriye. Güvenlik görevlisi genç çok kibar, merdiven görünce değişen yüzüme bakıp "Rahatsızsanız diğer girişte asansör var" diyor. Teşekkür edip o kapıya geçiyoruz ama buradaki görevliler aynı kibarlıkta değil, neredeyse dizimin röntgenini isteyecek arka desteki görevli genç kadın. Aldırmıyoruz, sonuçta derdimiz üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. Sonunda şahane Akdeniz heykeli karşımızda, bu gerçekten olağanüstü bir sanat yapıtı:


Bir arkadaşım şöyle demişti: "Bunu Antalya'ya getirip Varyant'ın tepesine yerleştirsek ve Akdeniz'i kucaklasa". Aslında ne kadar doğru, tam oraya yakışan bir heykel ama bizim memlekette vandal çok, açıktan durunca neler olabilir tahmin etmek zor değil. En azından yeni mekanında korumalı, Akdeniz'i değilse de İstiklal'i kucaklıyor. Zaten İlhan Koman da heykel hakkında şunları söylemiş: "İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi, kucak açmayı bu adla anlatmak istedim". Ne iyi etmiş de istemiş.

Akdeniz heykeliyle kucaklaştıktan ve mekandaki sergileri gezdikten sonra anı kabilinden bir kitap alıp ayrılıyoruz YKY binasından. Bu defa ters yöne yürüyoruz. Yol üstünde St. Antuan Kilisesi'ne uğruyoruz hatırı kalmasın diye. Bu muhteşem yapının mimarisine hayranım, geçen yıl okuduğum kitabın kahramanlarından biri kilisenin iki yanındaki dairelerden birinde kirada oturuyordu. Aslında çok merak ediyorum o dairelerin içlerini, görmek isterdim. Sonuçta ben Doğan Apartmanı'nda bile kiralık daire gezmiş insanım :)



Sondan bir önceki kat hiç fena değil, kirası ne kadar acaba 😀

Kendim değil ama Cevriye biraz yorulup mızırdanmaya başlayınca hem yokuş inmemek, hem de nostalji olsun diye Tünel'e binmeye karar verdik. Canım Tünel, çok komik ve çok sevimli geliyor bana, bin ve 5 dakika sonra in 😀


Aslında niyetlerimizden biri de geçici binasındaki İstanbul Modern'e uğramaktı ama ne yazık ki zamanımız kısıtlıydı, işin ucunda treni kaçırıp İstanbul'da mahsur kalmak da vardı, caydık. Karaköy'de Gümrük Lokantası'na ayırdık son kalan vaktimizi. Şahane bir taş binadaki, çok güzel dekorasyonlu lokantada gayet lezzetli ve keyifli bir yemek yedik. Görevli genç kızla biraz Ara Güler'den bahsettik, Ara Cafe ile Gümrük Lokantasının işletmesi aynı kişideymiş, konu oradan açıldı.



Yemek sonrası Avrupa yakası ile vedalaşıp kendimizi vapura yerleştirdik. Gelirken iç salonda oturmuştuk ama bu artık İstanbullu olduğumuzdan değil rüzgardan ve serinlikten korunmak adına idi, dönüşte yabancı kimliğimiz ortaya çıktı ve güverteye yerleşip Tarihi Yarımada ile vedalaştık.


Canım İstanbul, bu gelişimde iyice çirkinleşmiş, betona kesmiş bulsam da seni yine de güzelsin, yine de efsunlusun, yine de çarpıcısın. Tekrar görüşmek dileğiyle hoşçakal. Burada olduğum sürece ilgilerini, dostluklarını eksik etmeyen tüm arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim...

Viewing all 1502 articles
Browse latest View live