Quantcast
Channel: LEYLAK DALI
Viewing all 1481 articles
Browse latest View live

SIRADAN BİR GÜN VE BİR DUYURU

$
0
0

Antalya'da yaşayan biri olarak yukarıdaki fotoğrafı koymaktan hicap duyuyorum ama ne yazık ki bu aralar gerçek böyle. Elektrik sobası, battaniye, üzerinde "Hissikablelvuku" yazan, her yudumda Ferminanım kardeşimi hatırlatan su kavanozum ve kitabımla ayrılmaz bir bütünüz. Bunlara ek olarak iki kat çorabın üzerinde komik yün patiğim ve aile boyu terliğim, bir de bel ağrım var. Klima duvarda tablo görevi görüyor, tepeden üflenen sıcak mı soğuk mu olduğu belirsiz rüzgara karşıyız, elektrik sobası bile yeterli verimle çalışmıyor. Herkes elektriğe yüklendiği için voltaj yerlerde sürünüyor çünkü. Kısacası önceki postlarımda ağzım kulaklarımda fiyonk, "hava soğuk ama pencereden giren güneşle evimizi sıcacık" tarzı Hayat Bilgisi dergisi modundaki mesajlarıma itibar etmeyiniz bu aralar, onlar reklamdı :) Akdeniz ikliminin 365 gün sürdüğünü düşünen müteahhitler tarafından inşa edilen ısıtma tertibatsız evlerimiz yılın yaklaşık bir ayında bizi böyle fena üşütüyor.

Dün aldığım tatsız haberler yüzünden keyifsiz bir şekilde mahallenin marketine girip biftek hazırlatmak için kasap reyonuna yöneldim. Yokluğumda ben yaşlarda yeni bir eleman dahil olmuş kadroya, o ilgilendi. Miktarı söyledim ve etleri dövmesini rica ettim. Hazırladığı paketi uzattığında biftek dilimleri kalın göründü gözüme. Doğrudan kesip verdiğini düşündüm ve aramızda şöyle bir diyalog gelişti:

-"Dövmediniz mi bunu?"
-"Dövdüm efendim"
-"Pek dayak yemişe benzemiyor da :)"
-"Şiddete karşıyız hanfendi"

İşte o zaman koptum, benle birlikte sırada bekleyen diğer müşteriler ve çalışanlar da kahkahayı bastı. Neyse ki kasap sayesinde sabahtan beri gerilmiş olan sinirlerim bir parça gevşedi. 

Az evvel güneş çıktı, ben de balkona çıktım, baktım dışarıdaki hava içeridekinden sıcak. Hal böyle olunca dışarı çıkıp ısınmaya karar verdim, hem maaş çekmem ve bazı alışverişleri yapmam lazım. Otur otur olmuyor böyle. Ama öncesinde küçük bir duyuru yapıp öyle gideceğim. Sanırım hemen hepiniz Japonya'da yaşayan blogger Serrose'yi ve yakınlarda kaybettiği küçük bebeği Efsun'u biliyorsunuz. Serrose güzel bir düşünceyle Efsun adına TEMA aracılığıyla bir orman oluşturmaya karar verdi. 2000 ağaç dikilmesi planlanıyor, 6 lira karşılığında bir fidan-ya da daha fazlasını-dikerek katkıda bulunabilirsiniz. Bağışlar 1-31 Ocak arasında T. İş Bankası Levent Şubesi'ndeki TR56 0006 4000 0011 0351 2077 74   no'lu IBAN hesabına yapılabilir. Açıklama kısmına 'Efsun Ryouka Kato' yazılması gerekli. Orman Balıkesir Bayat'ta oluşturulacak, TEMA'nın gösterdiği yer orası. Aramızdan vakitsiz ayrılan bu minik fidanı başka fidanlarda yaşatmak isterseniz haydi istediğiniz kadar ağaç bağışı yapmaya. Kalın sağlıcakla...

Not: Serros'den gelen duyuruya göre Efsunlu orman projesi başarıyla tamamlanmış, hatta neredeyse iki kat ağaç bağışı olmuş. Artık yeni bağışlara gerek yokmuş. Katkılarınız için teşekkürler...

ANILAR ANILAR...

$
0
0

Uzun yıllar tek çocuktum ben. Dünyaya geldiği için binlerce kez şükrettiğim kızkardeşim aramıza benden 14 yıl sonra katılmıştı. Tek çocuktum ama yalnız değildim. Dedemin genç yaşta ölümünden sonra bir süre yaşadığımız anneannemin evinde ağabey eksikliğini aratmayacak iki tane dayı vardı. Büyük olanı yatılı olarak Hava Harp Okulu'nda okuduğu için ancak tatillerde görürdüm. Bilhassa yazları üniformanın ekstradan arttırdığı olağanüstü yakışıklılığıyla gelir, mahalle kızlarının gönlünü çalıp sonbaharda arkasında bir dolu kırık kalp bırakarak dönerdi okuluna. Küçüğüyse hem başımın belası, hem dertlerimin devasıydı. Aramızda 9 yaş vardı, haliyle bir çeşit rekabet de. Anneannemin deyim yerindeyse Allah'tan sonra taptığı ikinci yaratık, anneminse kıymetlisiydi. Eh, rekabetin dozunu siz hesabedin artık. Babası öldüğünde 12 yaşında olduğu için kazık kadar adamken bile anneannemin "öksüzü, tırnak kadar eti"ydi. Tüm ilgiyi üstünde toplamasına ilaveten doğuştan sahip olduğu karizma ve ender kişiye nasip olan "şeytan tüy"lerinden biri ona bahşedildiği için her türlü yaramazlığı affedilir, her kusuru hoşgörülür ve herkes tarafından çok sevilirdi. Onunla ilgili hayalimdeki ilk resim dedemin öldüğü güne aittir. Bir süre sonra istimlak edilecek evin maviye boyalı oda kapısının eşiğine birlikte oturmuştuk, o ağlamaklı gözlerle pirinç karyolada yatan babasının cenazesine bakıyordu, ben de onun traşlı kafasının daha da sevimlileştirdiği esmer yüzüne. Sonrasını hatırlamıyorum. Orası istimlak edilince yenisi yapılana kadar oturduğumuz ev demiryoluna yakındı. Küçük dayım yaz tatillerinde ya da okuldan kaçtığı-ki bu sık sık olurdu-günlerde istasyona gidip sakız satardı. Sakızların içinde balon olurdu ama o balonların çoğu satışa sunulmadan dayım tarafından itinayla paketinden çıkarılır ve küçük yiğenine sunulurdu. Balon rüşvetini alarak sahtekarlığına ortak olduğum zamanlarda dayımı çok severdim, ufak-tefek yaramazlıkları aramızda sır olarak kalırdı. Lakin çoğu zaman fena halde kavga ederdik, böyle zamanlarda anneannem bir koruyucu melek gibi oğlunun önüne gerilir, yerden göğe haksız olsa da onu savunurdu, bu hayatı boyunca böyle sürdü zaten. 

Derken anneannemin ölene kadar oturacağı eve taşındık ve büyük dayım tüm yakışıklılığıyla aramıza avdet etti, okulu bitirmiş genç bir pilottu. Apartmanın ve mahallenin genç kızlarının yürek tıpırtıları arttı haliyle. Bana kırmızı kumaş kaplı, üzeri sırma işlemeli bir çift oyuncak takunya getirmişti. Kapının pervazına yerleştirmiş, sabah uykudan uyanıp kendisini gördüğümde de "beni unutmadın değil mi?" diyerek kucaklayıp takunyalara ulaşmamı sağlamıştı. Ben memnundum gelişinden, mahallenin kızları da keza ama küçük dayımın işi zordu, daha doğrusu büyük dayımın işi zordu. Anneannemin yıkayıp ütülediği gömleklerini, kazaklarını giyip kirletip atıyor, içmesin diye kalemle işaret koyduğu viskisini içip üzerini suyla doldurup hizalıyor, ders çalıştırmak istediğinde kaytarıyordu. Anneannemle büyük dayım bu yüzden birbirine düşerken bunları yapan o değilmiş gibi dik saçları yatışsın diye limonlu suyla ıslatıp kafasına bir çorap giyiyor ve yatıp uyuyordu. O bisiklet tepesinde ayakta durarak sürüş talimleri yaparken eline aldığı her enstrümandan istediği melodiyi çıkarabilen dayım akerdeon çalıyor ve daha o yaşta kulağıma yer eden şarkılar söylüyordu. O soyadı "Bezmez" olan okul müdürü için daha kayıtta söylediği "Ben onu çabuk bezdiririm" sözünü gerçekleştirmek istercesine okuldan kaçıp minibüslerde muavinlik yaparken dayım filonun en iyi pilotlarından biri olma yolunda ilerliyordu. Büyük dayım evlenme hazırlıkları yaparken o flörtlerini tesbih gibi ardarda diziyordu, takip edemiyorduk. Dayım evlendikten kısa bir süre sonra da kendi gibi 18 yaşındaki sevgilisiyle nişanlanmaya kalkıp anneannemi zorla kız istemeye gönderiyordu. Anneannemin öncülüğünde ailecek reddedileceğimizden emin olarak gittiğimiz evde kızın babası dayımın paraşüt okulundan hocası çıkıyor, krallar gibi karşılanıyor ve sözü alıp dönüyorduk. Şeytan tüyü bir değil birden fazla verilmişti anlaşılan dayıların küçüğüne. Hoş nişanlılık uzun sürmüyordu ama dayı durur mu çok geçmeden yeni bir nişan için başka bir ailenin kapısını çalacaktık, neyse ki bu diğeri gibi olmayacaktı.

Diyeceksiniz ki nereden çıktı şimdi bu dayılar, az önce elektrik süpürgesini açmış yerleri süpürürken dilime eskilerden, neredeyse yıllardır duymadığım bir şarkı takıldı, farkettim ki büyük dayımın söylediklerinden biri. Laf lafı açtı derler ya düşünce düşünceyi açtı, küçük dayımın babası gibi erkenden gittiği tarihin 15 gün öncesi olduğunu hatırladım. Bıraktım süpürgeyi daldım gittim, hayat işte ne yapsak boş, ardı ardınagidiyor sevdiklerimiz, bize anıları kalıyor. Bu upuzun yazıyı Ali Cengizkan'ın dayıma çok yakıştırdığım (ve affına sığınarak biraz değiştirdiğim) şiiriyle bitireyim:

"Dayım gül takardı gömleğinin yakasına
Ve canlıymışcasına, hergün onu sulardı.
Yağız tenindeki su buharlaşsın diye
Düğmeleri en bıçkın küfürlerle açardı:

Çiçekçiydi, yaprak bitlerini öldürmeyen.
Fotoğrafçı, savaş yıllarına rötuş yapan.
Meddahtı, her akşam eve gülücükle gelen
Esmerdi, çocukları hep karısına çeken.
Uzun boylu, kendisine palto diktirmeyen.
Sebzeciydi, domatlarını hiç yemiyen.
İşadamı, hasırdan başka minder bilmeyen.
Dindardı, ezan okunurken rakı içmeyen.
Gözlüklüydü, gözleri daha da büyüyen.
Gezgin, Ankara'nın parkelerini denetleyen.
Balıkçıydı, elleri suyla nasır tutan.
Nikotinman, sigarası bağlanarak uzayan.
Diplomattı, kokteyle pantolonla giden.
Yatırımcı, geceleri ailesini besleyen.

Dayım gül takardı gömleğinin yakasına
Seni görse, eminim mutluluktan ağlardı."


"Fotoğraftaki dayımı bulunuz" demeye gerek var mı bilmiyorum :) 

GÜNLER GEÇERKEN

$
0
0
Dün yataktan kalktığımda günlerdir üzerimde olan ataleti silkeleyip atmak, hastane günlerinin getirdiği ve hala beni terketmeyen huzursuzluğu yenmek, hayatı biraz daha güler yüz ve hoşgörüyle kabullenmek gibi niyetlere sahiptim ama çok geçmedi Sultanahmet patladı. Anladım ki bu memlekette yaşıyorsan her zaman cebinden sıkıntıyı, tedirginliği, mutsuzluğu, endişeyi eksik etmeyeceksin, gerektiğinde çıkarıp üstüne takmana da hacet yok zaten o kendiliğinden yerleşiyor bünyeye. Bir süre izlediğim TV ruhumu iyice kıskaca alınca bastım kumandanın düğmesine ama kurtulmak mümkün olmadı, sosyal medya olayları gözüme sokmaya devam etti. Çareyi kendimi sokağa atmakta buldum. Kitap okumakla, kargoya gitmek, sinemada unutup telefonla gişe görevlisine emanet ettiğim şemsiyemi almak ve alışveriş yapmak arasındaki gelgitlerim böylece otomatik olarak birinci şıkkı eledi ve yürüyerek evin yakınındaki kargoya ulaştım. Elimdeki paketi verirken görevlileri haşlayarak iki gündür içimde biriken siniri de boşalttım. Arkadaşımdan gelen kargoyu bir hafta bekletip evde bulamadık diye geri yollamışlar, ne ihbar, ne telefon. Eve uğradıklarından bile şüpheliyim. Özürümü alıp cebime koyduktan sonra şemsiyem ve alışverişim için dolmuşa bindim. Dolmuş ve otobüs için kullandığımız kent kartları üçüncü seferdir değişiyor. Muhtemelen değişen karttaki 20 liranın üstündeki meblağ elimde patlayacak, haydi ondan geçtim yeni kart için bir sürü uğraşacağız. Sürücülerin değişiklik işlemini yapan bizmişiz gibi attıkları posta da cabası. Dolmuşun şoförü emekli olduğumu söyleyince bir lira ücret alıp (aslında 1.20 ama adam para üstü vermekten bıkmış olmalı) Pandora'nın kutusunu açmış gibi derdini dökmeye başladı. Dinlemeye hiç niyetim yoktu geçtim arkaya oturdum, o havayla dertleşmeye devam etti. Bir sonraki duraktan binen yaşlı karı-kocanın kadın olanı 65 yaş deyip oturdu ilk sıradaki koltuğa (kadınlar her zaman daha pratik), kocası para vermekle eski kartı kullanmak seçenekleri arasında tereddütlüyken şoför "Sen de büyüksündür herhalde 65'ten, para verme geç otur, 70 var mısın?" diye sordu, adam "evet evet 70" derken karısı "75" diye düzeltti. Adamcağızın cemazüyelevvelini tüm dolmuşca öğrenmiş olduk. 

Hiç alışveriş havamda değildim, vitrinlere dahi bakmadım, almam gereken şeyler için bir-iki mağazaya girip çıktıktan sonra D&R'a bile uğramadan sinema gişesine gidip şemsiyemin akibetini sordum. Kız söyler söylemez "Rengarenk şemsiye mi?" diyerek getirmeye gitti. Az sonra karşılığında bir makbuz imzalayarak şemsiyeme kavuşmuştum. (Bu arada yanımdaki koltuğun üstünde ısrarla gezinen, koltuğun renkleriyle son derece uyumlu bir örümcek var, ikinci seferdir öldürmeden yakalayıp balkona bırakmayı düşünüyor ama başaramıyorum. Üçüncüde affetmeyeceğim galiba) Şemsiyeme kavuşunca eski bir dosta kavuşmuş gibi oldum, biraz daha keyfim yerinde olsaydı "Üsküdar'a gider iken" türküsünü bile mırıldanabilirdim. Şemsiyenin gelmesini beklerken yandaki insanların konuşmasından alt katta balmumu heykel sergisi olduğunu işitmiştim, gelmişken göreyim bari dedim. Kayda değer bir şey yoktu; uzun oturan bir Einstein, sırıtan bir Shrek, iyice zayıflamış Obama, sevimsiz baba Bush, yıllardır aynı pozisyonda şarkı söyleyen Freddy Mercury, Karaip korsanı Johnny biraderimiz, koca dudak Angelina ile muhterem eşi Brad efendi arasından sadece şu aşağıdaki ikisinin hatırını sordum, Tolstoy ile Dostoyevsky. İyilermiş, "burası dünyadan daha sakin" dediler.


Dışarı çıktığımda hava kararmış, inceden, tükürür gibi bir yağmur başlamıştı. İlk gelen dolmuşa binip bu defa 1,20 ödedim, sarışın bir genç kız bana "teyze" demeden yerini verdi, dese de önemli değildi, paketlerimle ayakta durmaktansa "nine" bile diyebilirdi. Yanlışlıkla bir durak erken indim, şemsiyemi açmaya üşenip yağmur üstüme tükürürken Ortadoğu ve Balkanların en iyi kuruyemişçisine yollandım. Niyetim çocuklara yollamak için üzüm pestili almaktı ama yoktu, meğerse depoda varmış, hemen getirdiler. Bu hizmetleri karşılığı olarak ekstradan zencefil şekeri, ıhlamur, şamfıstığı ve erik kurusu da alıp çıktım.  Yağmur tükürmeye devam ediyordu, inatla açmadım şemsiyeyi, bu defa Ortadoğu ve Balkanların en iyi peynirlerini satan markete yollandım. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim, yine çocuklara yollamak için içinde aile boyu cevizler olan şahane tulum peyniri aldım ve bir kez daha kargoya yollandım. İlk uğradığımda şubede olmayan ama geri yollama işinden esas sorumlu olduğunu düşündüğüm genç görevliye bir diskur çekip paketimi yolladım. Etkisi olmuş ki sabah erkenden şubede teslim kargomun geldiğini bildirmek için telefon etti. Eve dönerken yağmur terbiyesini takınmış tükürmekten vazgeçmişti. 

Yemekten sonra uzun zamandır ilk kez bir dizi izlemeye karar verdim. Yeni başlayan bir diziydi ve izleme sebebim ana rollerden birinde oynayan Uğur Polat'tı. Lakin Uğur Polat'ın rolü çok sevimsiz, dizinin konusu da çok klişe idi, sıkıldım. Bir daha izleyeceğimi sanmıyorum. "M Treni"ni elime aldım ve Patti Smith'le hasbıhal etmek üzere yatağıma gittim. Hasbıhal uzun sürmedi, kitabı etajerin üstüne zor bela koyup uyuyakalmıştım ki ne kadar geçti bilmiyorum çığlıklarla uyandım. Kendimi terliksiz balkona attığımda travestinin biri kimbilir kime kızmış, nasıl canını yakmışlarsa çığlıklar ve küfürlerle sokakta koşuyordu. Bunca yıllık hayatımda hiç duymadığım galizlikte, yakası açılmamış, mahalleyi inleten küfürleri bir süre dinleyip travesti arkasından koşan arkadaşı tarafından zorla götürülünce yatağıma geri döndüm. Bu ara hayat çok aksiyonlu, gece-gündüz. "M Treni"nden çok keyif alarak okuyorum, Patti Smith'in anekdotları çok ilginç, Özlemcim teşekkür ediyorum ve bugün bitirmeyi planlayarak kitabıma geri dönüyorum. Güzel günlere uyanmak dileğiyle...

SENDROMSUZ PAZARTESİ

$
0
0

10 yılı aşkındır Pazartesi sendromum yok, benim sendromum ezeli ve ebedi Pazar gününedir. Çocukken de nefret ederdim, okurken de, çalışırken de ve halihazırda emekliyken de. Çocukken Pazar günleri deterjan kokusu, annemin "Kalk yorganını sök, ipliği koparma uzun tut" diyen sesi, radyodan yükselen maç uğultusu ve ertesi günkü ödevleri yetiştirme telaşıydı. Okurken bunlara ütülenecek önlükler ya da giysiler, hazırlanılması gereken sınavlar, vizeler ve bu defa TV'deki spor yayınları eklendi. Çalışma hayatında en keyif alınacak günken benim için en sıkıcı olanıydı. Annem tüm pazar günlerini "sizin için saçımı süpürge ediyorum bakın" dercesine gözümüze sokarak temizliğe ve çamaşıra ayırdığı için bir nevi karşı duruş olarak ben ölüyor olsam o günde temizlik ya da benzeri domestik faaliyetler yapmadım ama içim sıkılırdı, ruhum daralırdı. Yine öyleyim, benim için her gün pazar artık ama yine de sevmiyorum o günü, hayat duruyor sanki, rutinim bozuluyor, bir an önce geçsin istiyorum. Dünkü Pazar da sıkıntı üstü sos olarak yağmuru, fırtınası, gökgürültüsü ve şimşeğiyle gelip geçti. "İzlenecek Oscar Adayları" listesinden iki filmi ardarda izleyip-"Room" ve "Brooklyn"-elimdeki kitabı yarıladım. "Napoli Romanları"nın üçüncüsü olan "Terk Edenler ve Kalanlar"ı okuyup arkadaşlık üzerine kafa patlatıyorum. Bazen Lila'yı pataklamak, bazen Lenu'ya "Aptal mısın kızım sen?" demek istiyorum. Ara sıra Lila'ya acıdığım da oluyor ama neyse ki çabuk geçiyor :)


Sabah dünkü fırtınadan sonra yine kapkaranlık bir sabaha uyanacağımı düşünüyordum ama yataktan kalktığımda güneş vardı, lakin batıdaki gri bulutlar güneşin aldatmaca olduğunun habercisi gibi haşmetle Beydağlarına çökmüşlerdi. "Yine kapandık eve" diye söylenerek ufak tefek işleri bitirip Oscar filmlerine döndüm. Önce "Mad Max Fury Road"ı, ardından "Revenant"ı açtım ama onlar beni açmadı. Bilim kurgu en son izlemek isteyeceğim hatta mümkünse hiç izlemeyeceğim film türüdür, tüm muhteşem görüntülerine rağmen "Mad Max"a tahammül edemeyeceğime karar verip vedalaştım. Yine pek hoşlanmadığım macera/gerilim tarzındaki "Revenant"ı ise bir ütü seansına sakladım. Yeni bir film aramayı canım istemedi, kitabıma döndüm. Lila ve Lenu'ya bir süre didiştikten sonra ani bir enerjiyle mutfağa yöneldim. Tüm iç sıkıntımın, ruh daralmamın hıncını sebzelerden çıkardım.  Buharda karnabahar haşladım, turunç suyunda zeytinyağlı-havuçlu kereviz pişirdim, domates soslu spagetti yaptım. Tüm bunları yaparken klasik müziğe ayarlı mutfak radyosundan  Zorba'nın üç değişik yorumunu dinledim. Bu nasıl bir tesadüfse geçen yemek pişirme seansımda da Zorba çalıyordu aynı kanalda.  Yemekler pişerken hızımı alamayıp yeni bir iş aradım ve yorganlara yöneldim. En nefret ettiğim ev işlerinden birini, nevresim değiştirmeyi üstün bir gayretle her iki yorgana da uygulayarak ter içinde hallettim. 21. yüzyıla gelmişiz, teknoloji almış başını gidiyor hala kendi kendini değiştiren nevresim icat olmadı, bilim adamları huuuu, sözüm size...

Bu kadar işten sonra dinlenmeyi hak ettim değil mi, blog yazımı bitireyim Lila ve Lenu'nun yanına ışınlanacağım. Kalın sağlıcakla, nevresim değiştirenleriniz çok olsun...

ŞARKILAR, KİTAPLAR, ANILAR

$
0
0
"Gel gitme, kalmasın gözüm yollarda
Her taraf bu akşam sel fidan boylum
Çılgınca dağları saran bu karda
Geçilmez o Çamlıbel fidan boylum

Bu akşam ben gibi sen de mahmursun
İlişme kolların boynumda dursun
Karanlık geceme yıldız olursun
Gel gitme bu akşam gel fidan boylum"

Sözlerini Ömer Bedrettin Uşaklı'nın yazdığı, Kaptanzade Ali Rıza Bey'in bu segah bestesi dolandı gün boyu dilime. Babamın sık sık söylediği iki şarkıdan biriydi çocukluğumda, öteki de:

"Kız sen ne güzelsin sana gençler tapacaklar
Saklan güzelim kalbime saklan kapacaklar
Arkanda bütün gün dolaşıp kur yapacaklar
Saklan güzelim kalbime saklan kapacaklar

Bir şarkı ki yalnız sana, yalnız sana ait
Birlikte geçen günlere ağyar bile şahit
Sevdim seni kafi bu sözüm fazlası zait
Saklan güzelim kalbime saklan kapacaklar"

Bu ikinci şarkının ikinci dörtlüğündeki "Bir şarkı ki yalnız sana, yalnız sana ait" dizesindeki "sana ait"i "sanayi" olarak anladığımı, "ağyar"ın ne olduğunu ise ancak birkaç yıl sonra öğrendiğimi itiraf edeyim ama ben 7 yaşındayken bu şarkıları bilir ve söylerdim. Şimdi bu şarkıları bilen 7 yaşında çocuk var mıdır? Ya da pazar sabahlarına  tepesine vurmadan çalışmayan, eskimiş, kara bir radyodan yükselen, Zehra Eren'in erkeksi alto sesiyle söylediği tangolarıyla başlayan. Zehra Eren de öldü zaten geçenlerde:

https://www.youtube.com/watch?v=Yj1uYyrGVCI
Sesinden bir tango dinlemek isterseniz  tıklayınız lütfen.

2016 bana çocukluğumu hatırlatan, sevdiğim, kıymet verdiğim insanları toparlayıp götürmeye başladı gelir gelmez. Dün de Tahsin Yücel'in aramızdan ayrıldığını duyduk, ki en sevdiğim yazarlardan biridir. Değerinin yeterince bilinmediğini düşünürüm hep. Hakkında yazılmış nehir söyleşi kitabının adı bile "Görünmez Adam"dır. Ama kitapları öyle midir, adamın gözüne gözüne sokar gerçekleri roman kurgusu altında. "Gökdelen"i okuyanlar bilir, adeta günümüzü yazmıştır yıllar önce. "Peygamberin Son Beş Günü", "Bıyık Söylencesi", "Mutfak Çıkmazı", "Kumru ile Kumru", "Yalan" ve diğerleri. Hepsini tekrar okuma isteğiyle dopdoluyum ama kitap çok, vakit az. Okunma sırası bekleyenlere haksızlık etmek istemiyorum. Ara sıra öykü kitaplarını rastgele açıp bir "Albızdan (Elbistan)" söylencesi okuyarak anarım elbet. Huzurla uyusun. 

Çıktığı günden beri bekleyenlerden biri Murathan Mungan'ın "Harita Metod Defteri" idi, dün elime alabildim sonunda. Yukardaki şarkıların, çocukluğuma dönüşümün sebebi biraz da odur belki. Okuması gayet keyifli bir kitap. Keyifli dediğime bakmayın, ben daha çok hüzünleniyorum yazarın çocukluk anılarını okurken ama bir kitap okuruna gerçek duyguyu veriyorsa da okunması keyiflidir. Yer yer kendimle özdeşlikler kuruyorum, hele "Çilek ve Bilezikler" başlıklı bölüm bittiğinde bir süre sayfayı çeviremeden öylece kaldım. Anafartalar Caddesi'ndeki kuyumcular, vitrinlerin ışıltısı, annemin önceleri benimle, sonra kardeşimle sık sık ziyaret edip kimi zaman bir şeyler aldığı, kimi zaman bir şeyler sattığı kuyumcusu Bedri, tıpkı Mungan'ın annesi gibi gelecek garantisi olarak gördüğü kolundaki bilezikler zihnimin derinliklerinden çıkıp geldiler, bileziklerinin şıkırtısını bile duydum adeta. Bu anısında Murathan Mungan babası askerdeyken annesiyle sığındıkları Ankara'daki dayısının evini, evdekilere rahatsızlık vermemek için sık sık gün boyu sokaklarda amaçsızca gezmelerini, parasızlıklarını anlatır. O gün de anafartalar Caddesi'ne kadar uzanmışlardır, bahar başlangıcıdır ve tezgahlardan birinde çok sevdikleri bir meyveyi, çileği görürler. Küçük Murathan çılgınca bir tutkuyla çilek ister, annesi ne yapsa caydıramaz, hiç parası yoktur zira. Sonunda dayanamaz ve kuyumculardan birine girip parmağındaki o güne kadar kıyıp da bozduramadığı alyansını bozdurur ve çilek alır, ana-oğul bir banka oturup yerler çileği, daha doğrusu çilek boğazına dizilir Murat'ın mahcubiyetten, o gün parasızlığın insanı erken büyüttüğünü anlar. Anı zaten hüzünlüydü ama sonuna eklediği 2-3 satır beni yüreğimden vurdu:

"Bazı günlerin hatırı bütün bir ömre yayılır. Yazarların yazdıkları dualarıdır. Bu metin ruhuna gitsin anne."

"NE GÜZEL KOMŞUMUZDUN SEN NERİMAN ABLA"

$
0
0

 
O'nu ilk gördüğümde ilkokul üç ya da dörtteydim sanırım. Küçük bir kamyona sığan eşyalarıyla taşınmışlardı köşemizdeki daireye. Babil Kulesi benzeri bir sitenin 24'er daireli 4 bloğundan birinde oturuyorduk. 1957 yılındaki Hatip Çayı baskınında evleri yıkılanlara uzun taksitlerle dağıtılmış bir sosyal konuttu burası ve her hanenin acıklı bir sel öyküsü vardı. Neriman abla da onlardan biriydi, annem ve diğer komşularla hoşgeldine gittiğimizde ben  beyaz tenine, gümrah siyah saçlarına ve Sevda Ferdağ'a benzeyen güzelliğine hayran hayran bakarken O sel baskınından kurtarılmış çeyiz sandığından çıkan, çamurla lekelenmiş, parçalanmış gelinliğini görünce nasıl ağladığını anlatıyordu. Bizimkiler gibi mütevazı bir evdi, lüksten uzak, az eşyalı, kendi halinde. İçini dolduran, ışıldatan Neriman ablaydı. Büyüğü benimle yaşıt iki oğlu vardı, çok geçmeden hamile kaldığı üçüncü oğlan doğduktan kısa bir süre sonra şehirlerarası otobüslerde şoför olarak çalışan kocası trafik kazasında ölecekti. O günü hiç unutmuyorum, Amasra'da geçirdiğimiz yaz tatilinden dönmüştük. Daha bavullarla evden içeri yeni girmiştik ki tüm apartmanın anası Müyesser teyze ardımızdan fırtına gibi dalmış ve bir "Hoşgeldiniz" kelamı bile etmeden "Biliyor musunuz siz yokken ne oldu, Çağlayan öldü" deyivermişti. Duyduğumuz haberle şok, gencecik adamın ölümüne mi yanalım, biri bebek üç çocukla geride kalan Neriman ablaya mı, bakakalmıştık. 

Dik durdu ama Neriman abla, toparladı kendini, kimselere muhtaç olmadı. Çalışmaya başladı, yıllardır  taşıdığı ev kadınlığı gömleğini kolayca çıkarıp memuriyet gömleğini geçiriverdi üstüne. Sabahları ben okula giderken O da işyerine götürecek servise doğru yürürdü, arkasından bakardım, o edalı yürüyüşüne, kendinden emin havasına özenirdim. Hayalimde hep sarılı-siyahlı ince bir kumaştan, verev etekli, belindeki kemerde  siyah bir gül olan 70'lerin modasına uygun bir kıyafetle yerleşiktir. Neredeyse tamamı ev kadını olan apartmanın yegane çalışan kadınıydı ve bir yerde hepsinin koruyucusu gibi olmuştu. Paraya ihtiyacı olana para, derdini dökene genizden gelen kalın sesiyle akıl verir, yardımcı olmaya çalışırdı. Bir bayram günüydü, ortaokula gidiyordum. Annem, babam ve aynı sitede bir başka blokta oturan anneannem uzak bir semtteki akrabamıza bayram ziyaretine gitmişti. Ben yalnızlığımdan hoşnut kitabıma gömülmüştüm ki zil çaldı. Kapıdaki anneannemin bloğunda oturan bir komşuydu ve dayımın çok hastalandığını, gelip ilgilenmemizi söyledi. Koşarak anneannemin evine gitiğimde dayımın adeta kendinden geçmiş, ateşler içinde yattığını gördüm, hiçbir şey yapamıyordum. Cep telefonlarının henüz icat edilmemesi bir yana ev telefonumuz bile yoktu. Bir şey yapamamanın çaresizliğiyle, ağlayarak eve dönüyordum ki karşımdan Neriman abla geldi. Beni öyle ağlar görünce telaşlandı, durumu öğrenince hemen yoldan bir taksi çevirdi, birlikte bindik, akrabamızın adresini verdik, annemlere ulaşıp durumu bildirdik. Neriman abla bu defa anneannemi alıp dayımla ilgilenmesi için geri götürdü. Bu olayı hiçbir zaman unutmadım, apartmanımızın bütün kadınları annemiz gibiydi ama Neriman abla yeri geldiğinde babamızın görevini de üstlenebiliyordu. Her ne kadar sevmediğim bir terim olsa da "Erkek gibi kadın" dediklerindendi, bilhassa kadınların tüm görevinin ev içiyle sınırlandığı o yıllarda. 

Sonra taşındık o mahalleden. Zaman zaman görüştük, iyi-kötü günleri paylaşmaya devam ettik. Son yıllarda göremez olmuştum, haberlerini alıyordum ara sıra. Yedi yıl önceydi, tüm eski komşularla buluşmuştuk, son görüşümmüş demek, bu sabah ölüm haberini aldım, içim yandı. O kuşağın kadınları birer birer giderken yanlarında çocukluğumdan birer parçayı da götürüyorlar. Şimdi orada annem, anneannem, Şefika abla, Müyesser teyze O'na şanına layık bir karşılama yapmaktadırlar, hem mahalle dedikoduları birikmiştir, öncelikle blokları yıkan müteahhite edilecek beddualar, sıralanacak küfürler vardır. Müyesser teyze üstüne bastıra bastıra "eşşşooolueşşek" derken, anneannem "boyu devrilesice" den başlayıp arka arkaya sıralamıştır ilençlerini. Şefika abla hoşgeldin çayı demlemeye gitmiştir, annemse bu dünyadan gelen haberleri dinlemektedir merakla. Cümlesinin ruhu şadolsun, nur içinde uyusunlar. 

Ahmet Muhip Dranas'ın "Fahriye Abla"şiirini ne zaman dinlesem aklıma Neriman abla gelirdi ve eminim Dranas Neriman abla'yı tanısa şiiri O'na ithaf ederdi:

"Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen Neriman abla!"

HASTAYIM HASTA, ÇORBAM TASTA

$
0
0

Her şey doğum günümden iki gün önce başladı. Klasik laftır ya "insanlar plan yaparken Tanrı yukarıdan gülermiş", bana epeyce kahkaha atmış olmalı. Niyetimde doğumgünümün akşamında çok yakın bir arkadaşımı ve ailesini yemeğe çağırıp ufak bir kutlama yapmak vardı. Menümü bile hazırlamıştım, yemek yapmayı ertesi güne bırakıp hafiften bir ev temizliği yaptıktan sonra kahvemi elime alıp oturmuştum ki öksürmeye başladım. Çok sürmedi eklem ağrılarım başladı. "Eyvahlar olsun" dedim, "galiba domuz sürüsü bizim eve de dalmak üzere". İlaç aldım, üzerime bir battaniye çekip kanepeye uzandım, yatış o yatış. 

Cumartesi ve pazar boyunca kendimi Hint fakiri gibi hissettim, iğneli bir yatakta yatıyordum adeta, ağrımayan tek bir noktam olmadığı gibi boğulurcasına öksürüyordum, zaten 24 saat geçmeden göğsümde hırıltılar başladı. Akciğerlerim aşina olmadığım bir dilde sürekli söylenip durmaktaydılar. O kadar gürültü yapıyorlardı ki ne gece uyumak ne gündüz huzur bulmak mümkündü. Yattığım yere yapışmış, yemek bile yiyemeden 2 gün boyunca serilip kaldım. Sonunda pazartesi günü geldi ve bir gayret ayağa kalkıp sağlık ocağına gittim. Bağlı olduğum ocak eve hayli uzak, aile hekimim de dünyanın en nursuz yaratıklarından biri olduğu için daha yakındaki merkeze başvurdum. Niyetim doktorumu da değiştirmekti. İlgili hekimden onay istendi, o da kontenjanının çok dolu olduğunu, kabul edemeyeceğini ama bir seferlik muayene edebileceğini söyledi. Ne tartışacak, ne de uğraşacak halim vardı. Bekledim sıramı, girdim muayeneye. Doktor akciğerlerimden gelen sese kulak pardon steteskop verdi, tercüme edebildi mi bilmiyorum. Ateşime baktı ve şaşırdı. Zira 36'yı gösteriyordu. Tabii bilmiyordu ki ben içten yanmalı bir motorum, dışarıya hararet yapmıyorum. Sonra biraz da benim ricamla antibiyotik vermeye niyet etti, mide koruyucu da rica ettim, "olur" dedi. Sonra reçeteyi düzenledi, "iyi bir antibiyotik yazdım, pahalı" dedi. Ben bir sevindim, "yaşasın" dedim, "midemde zengin duracak". O sevinçle eczaneye nasıl vardım bilmiyorum, lakin doktorum pahalı antibiyotiği yazarken mide koruyucuyu unutmuş. "Olsun" dedim eczacıya, "paramla alırım, eczanedeki en pahalı mide koruyucuyu ver ki hem antibiyotiğin yanında kendini eksikli hissetmesin, hem de benim şanım yürüsün". Poşetimde iki tane pahalı ilaç taşımanın esrikliğiyle eve geldim, lakin parayla saadet olmadığı gibi, pahalı ilaçla da sağlık olmuyor. Serildim yine kanepeye, en ufak bir iyileşme olmadan iki gün aç-susuz, uykusuz leş gibi yattım.  Bunca yıllık hayatımda bu kadar sıkıntılı bir hastalık süreci geçirmemiştim. Tabii bu arada kutlu doğum haftası falah hikaye oldu. Doğumgünümün her saniyesi yatakta geçti, bırak pastayı, mumu çorba bile içemedim. Hafta ortası ağrılara, hırıltılara, öksürüklere ve kızkardeşin telefon aracılığıyla yaptığı yoğun baskılara dayanamayarak soluğu hastanede aldım. Akciğe röntgeni, kan tahlili falan derken takke düştü kel göründü. Hem alerjik astım atağı, hem hafif tertip zatürre. Buyur buradan yak dedik, yüklü miktarda bir reçete yüklenip döndük kürkçü dükkanı pardon kanepesine. O günden beri-ki bir hafta oluyor-ilk kez bugün kendimde ayağa kalkabilecek gücü bulabildim. Arada yediğim serumu da sayarsak şık bir hastalık tablosu sergiledim. Bir ara hiç iyi olamayacağımı falan kurmaya başlamıştım, vasiyet yazacak aşamaya gelmesem de "Abbas yolcu" galiba diye düşünmedim değil. Bugün kontrol için tekrar hastaneye gittiğimde sedimantasyonumun düşmeye başladığı müjdesini verdi doktor ve antibiyotiği kesti. Alerjik astım ilaçlarına ise devam. Bir süre daha hafiften de olsa hırlamaya devam edecekmişim. Geçen hafta ile kıyas edildiğinde epey toparladım gibi, artık Abbas'a "otur oturduğun yerde, nereye gidiyorsun, daha karpuz kesip doğum günü yapacağız" diyebiliyorum. Kendime ve hırıltılarıma da "hoşt" deyip önümüzdeki hafta sonuna kadar izin verdim, ondan sonrası iyilik, sağlık olsun. 

İşte böyle dostlar, insanın aklına gelmeyen başına geliyormuş. Şimdilik bu kadar olsun, zira kanepem beni bekliyor. Daha sağlıklı günlerde görüşmek üzere, aman kendinize dikkat edin...

"HİS VAR MI BU ALEMDE NEKAHAT GİBİ TATLI"*

$
0
0


Sabah banyoda yüzümü yıkarken aynada gözüme çarpan kişiden korktum. Avurtları çökmüş bomboz bir surat (taş altında yaşayıp uzun süre güneş görmemiş böcekler olur ya, şeffaf, soluk, onlara benzettim kendimi), 2 parmak boyası gelmiş saçlar, orman görüntüsü almış kaşlar, çarpık çurpuk tırnaklar. "Yeter" dedim, "yeter, 18 gündür kapandın eve, toparlan artık biraz, çık şu hastalık modundan". Kendimi şöyle bir yokladım, hafif bir hırıltı ve arada gelen öksürük dışında iyi gibiydim. "Bugün yatmayayım artık" dedim, "hatta çıkayım önce kargoya sonra kuaföre gidip kendime bir çekidüzen vereyim". Gideceğim yerlerin eve yakın olması da itici fonksiyon görevi yaptı ve ayaklandım. Kargoya vereceğim paketi hazırladım, kuaföre telefon edip randevulaştım ve çıktım evden. Postaneye uğrayıp soluğu kuaförde aldım. Sürekli müşterileri olduğum için kızlar beni şımarttılar, terleyen sırtıma bez koydular, açık duran kapıyı kapattılar, çayımı elime verdiler sonra da saçımı boyamaya başladılar. Ben de o arada eskilere doğru bir uzandım. Uzun zamandır hasta olan değil de hasta bakan kişi pozisyonunu üstlendiğimden bu ani ve uzun hastalık süreci beni epey korkuttu. Bir ara hiç iyi olamayacağımı bile düşünmeye başlamıştım, bunda epeydir bu kadar uzun süren ve ağır geçen bir hastalık yaşamamamın da payı olsa gerek. Hatırladığım ilk hastalık Cengiz sokaktaki o küçücük, bahçeli evde geçirdiğim kabakulaktır. Acı, ağrı ya da benzeri bir sıkıntı kalmamış aklımda, sadece sabahları erken kalkmadığım için mutlu olduğumu ama o çok sevdiğim okula gidemediğim için de üzüntü duyduğumu hatırlıyorum. Sonraları, sanırım ilkokulun 3. sınıfında falandım, "zafiyet başlangıcı" teşhisi kondu bana. Annem, babam, bilhassa anneannem çok telaşlandılar, galiba pek iyi bir şey değildi, fısıltıları arada kulağıma geliyordu "iyi beslemek lazım, Allah korusun vereme çevirirse ne yaparız". Kendimi o sıralar moda olan "Veremli Kız"şarkısının kahramanı imiş gibi hayal etmeye başladım. Belki de "Nalan" filmindeki Hülya Koçyiğit gibi dantelli mendillere kan tükürüp ölecektim, ayyyy yazık ama bana. Daha önce doktor, sonra gelin olacaktım, Allahtan reva mıydı bu? O yüzden her gün popoma sapladıkları Penisilin iğnelerine ve sabah akşam pekmez ve dalakla beslemelerine nefret etsem de ses çıkaramadım. İğneleri sağlık memuru olan babam yapıyordu. Babamın işten çıkma saatinde apartmanın önüne iniyor, merdivenlere oturuyor ve korkulu gözlerle ufukta belirmesini bekliyordum. O gelince de kurbanlık koyun gibi ardına düşüyor, eve çıkıyor, divana uzanıp pis kokulu şırınganın kaynamasını ve iğnenin yapılmasını kalbim gümbürdeyerek bekliyordum. Eziyet iğneyle bitmiyordu ki, akşam yemeği vakti geliyor, anneannemin özel olarak hazırladığı ve özel olarak kanlı bıraktığı ızgara dalağı lokmalar ağzımda büyüye büyüye, kusmamak için aşırı gayret sarfederek yutmaya çalışıyordum. İşkencenin akşam seansı bitince sabah yeni bir seans başlıyordu: pekmez. Aç karnına ağzıma tutulan fincandaki koyu kırmızı, kıvamlı ve çok şekerli sıvıyı öğüre öğüre içiyordum. Sonuçta bu eziyet 10 gün kadar sürdü ve bitti, verem olmadım, doktor da ama gelin oldum, yaşasın :) Lakin o günden bu yana ağzıma dalak koymak bir yana, dalak gördüğüm yerden burnumu tutarak kaçtım, pekmezi de ancak zorunlu hallerde ve bir şeyin içine katılmışsa yiyebiliyorum. 

Yine ilkokuldayken geçirdiğim bir de bayram hastalığım var, bayramın birinci günü gezip tozmuş, eğlenmiş, yemiş içmiş, ikinci gün 39 derece ateşle yatağa düşmüştüm. Halam o sıralar çocuk hastalıkları ihtisası yapıyordu, tedavimi üstlendi. Allahtan reçeteye dalak ve pekmez yazmadı, iğne de :) Rengini bugün bile hatırladığım çingene pembesi Eritrosin tabletleri yutarak iyi oldum. Ben içerde yatarken bayram ziyaretine gelen giden oluyordu, biri de yengemin anneannesiydi ve o tipik Rumeli şivesiyle yanıma gelip "Geçmiş olsun kızcağızım, sana bir çıkolatacık getirmişim, yersin onu" demiş çikolatayı başucuma bırakıp çıkmıştı. Daha ben elimi çikolataya uzatırken halam bileğimi tutmuş ve "ateşin düşene kadar yasak, iyi olunca yiyeceksin" demişti. Sanırım çikolata aşkına iki günde dirilivermiştim. 

En son beni korkutan hastalığımsa üniversitedeyken ziyaretime gelmişti. Vücudumda oluşan minik bir kitlenin alınması için yattığım ameliyat esnasında oda arkadaşım öğretmen bir kızla arkadaş olup uzun süre mektuplaşmıştım, şimdi nerelerdedir acaba? Kitlenin zararsız olduğu haberiyle sevinip eşin dostun geçmiş olsun ziyaretinde taşıdığı kitapları duvarda asılı Van Gogh'un "Arles'teki Yatak Odası" tablosunun reprodüksiyonuna bakarak okumuş, bir yandan da annemin getirdiği şamfıstıklarını lüpletmiştim. Taburcu olacağım gün babamın işlemleri yaptırmasını beklerken kapı açılmış, çılgın dayım bir kucak dolusu mor sümbülle beni görmeye gelmişti. Şimdi ne zaman sümbül görsem, kokusunu duysam o hastane odası ve dayım gelir aklıma. 

Ben eskilere dalmış düşünürken kızlar "hocam yıkayalım saçınızı" dediler. Silkinip yeryüzüne indim. Saçım yıkandı, şekil verildi, kaşlarım alınırken yanımda oturan genç kadın hafta sonu gittiği oteli anlatıyordu ve 3 kelimede bir "ama çok iyiydi" diyordu. Onuncu "ama çok iyiydi"ye sıra geldiğinde benim işim bitti, onu ve dinleyen kızları oteliyle başbaşa bırakıp ayrıldım kuaförden. Eh bir yerden başlamak lazımdı, bu hafta da tedbiri elden bırakmadan hafif sokak alıştırmaları yapayım diyorum, önümüzdeki hafta için planlarım var, galiba iyileşeceğim dostlar, haydi kalın sağlıcakla...

*Ses/Yahya Kemal Beyatlı

BİR HAFTANIN ARDINDAN

$
0
0
Beni yatağa mecbur edip eve hapseden üç haftalık hastalık illetini galiba yolcu etmeyi başardım. Giderken öksürük, ter gibi birtakım hatıralar bıraktıysa da benim onu hatırlamak ve tekrar misafir etmek gibi bir niyetim yok ama bu işler niyete bakmıyor, o yüzden tedbirliyim. 

Hafta sonu etkinlik açısından verimli geçti, evde kaldığım günlerin acısını çıkardım. Cumartesi akşamı 80'li yıllarda mezun ettiğimiz öğrencilerin düzenlediği bir okul yemeğine katıldım. Eski öğrencilerimi ve uzun zamandır görmediğim öğretmen arkadaşlarımı görmek harika oldu. Annem sokağa çıkartılınca gülüp sevinen küçük çocukları görünce "bahara çıkmış kırılar gibi" derdi. "Kırı" burada "sıpa" anlamına geliyor. İşte ben aynı o moddaydım, bir coşku, bir sevinç :) Ne yedim ne içtim pek farkında değilim, ayrıca o kadar önemli değil. Bir içli köfte hatırlıyorum, bir de yarısı yenmiş Adana kebap, masalar arasında dolaşmaktan ve her gördüğümle kucaklaşmaktan yemekle ilgilenecek pek vaktim olmadı. Herkes birbirine hiç değişmediği yalanını söyledi, inanmış gibi yaptık, bolca güldük, eski günleri andık ve döndük evlerimize.

Pazar sabahı bir haftadır bahar gibi geçen günlerin intikamını alırcasına deli gibi yağan bir yağmura uyandık. Bulanık ve kapkara bir hava, tepemize çökecek gibi duran bulutlar ruhumu daraltmışken öğleye doğru güneş çıktı. Havayla birlikte ruhum da açıldı, ardından arkadaşlarım arayıp geleceklerini söylediler, daha da açıldı. Çok geçmeden pastalı hediyeli geldiler ve 21 günlük gecikmeli bir sembolik doğumgünü kutlaması yapıverdik. Eh benim gibi bir kadın kutlamasız büyümezdi elbet, geç olsun güç olmasın :)

Hastalığın tek avantajlı yönü bol bol okuma fırsatı bulmam oldu, yattığım yerde birbiri arkasına devirdim kitapları, pek çoğu tuğla boyutluydu. Hemen hemen hepsini de çok sevdim. Yattığım yerde başladığım son kitap Bask bir yazar olan Bernardo Atxaga'ya ait "Akordeoncunun Oğlu" idi. Bask kültürünü tanıtması ve değişik hikayesi yönünden ilgi çekici bir kitaptı, sevdim. "Obaba" isimli bir kasabada yaşayan David'in büyüme sürecini ve Baskların özgürlüğü için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Kitabın bir bölümünde "Obaba"nın doğası ve faunası-bilhassa kelebekleri-konu ediliyor. Esasen kelebeklerin önemli bir yeri var kitapta, zaman zaman metafor olarak kullanılmış. Merak edip sordum gugıl amcaya sözü edilen kelebekleri, bana vesikalık fotoğraflarını yolladı, sizlerle paylaşayım istedim, pek güzeller:


Gonepteryx rhammi 


Leptidea sinapis

Lymantria dispar

Mariposa monarca

Pararge maira

Parnassius apollo

Plebejus ikarus

Colias creceus

Eudia pavonia

Euproctis chysorrhoea

Geçen yaz Konya'da Kelebek Müzesi'ni bulup gezeceğiz diye neredeyse bütün şehri tavaf etmiş bir şahsiyet olarak bu kelebekleri de öğrenmesem çatlardım. Kitap dediğin böyle olacak zaten, okurunu meraklandırıp araştırmaya yöneltecek. Sevdim seni "Akordeoncunun Oğlu", bir de kitapta sözü edilen, gençliğimin dillerden düşmeyen Rus halk şarkısı "Kazaço"yu David'in akordeonundan dinleme şansım olsaydı balından yenmezdi. Ben de Ayferi'nin söylediği Türkçe versiyonunu dinledim, haydi siz de dinleyin:


ESKİLERDEN-YENİLERDEN

$
0
0


Bu aralar pek dışarı çıkmıyorum, kendimi koruma moduna aldım. Evde bir şeylerle oyalanıyor, kitap okuyor, bilgisayar başında vakit öldürüyor, bol bol da düşünüyorum. Ev işi falan hakgetire, bazen yerde yuvarlanan pamukcuklar Nevada çöllerinde western çeviriyormuş gibi hissetmeme sebep oluyor. Şaka maka en kısa zamanda birisini bulup temizlik yaptırmam lazım, yoksa kendi tozumda boğulacağım :) 

Dedim ya en çok eskilere dalıp gidiyorum, vakit çok nasılsa. Anıları kategorize etmek de bir boş zaman geçirme yöntemidir. Bu aralar Feray abla takıldı kafama, düşündükçe aslında ilk gençliğimi ne kadar absürd bir ortamda geçirdiğimi farkediyorum, insan yaşarken anlamıyormuş. Feray abla ve ailesi yanımızdaki apartmanın tam göz hizamızdaki dairesine taşındığında annem gibi perde çekmekten hoşlanmayan bir komşuya kavuşmuştuk. Her gece TV izlemiyorsak pencereden birbirimizi izliyorduk. Mim yöntemiyle bayağı bayağı sohbet ediyorduk :) Feray abla bazen eliyle balkonu işaret ediyordu, çıkıyorduk balkona ve "pat"önümüze bir şey düşüyordu. Bazen bir kalıp peynir, bazen 3-5 muz, bazen çikolata, bazen kurabiye. Bu işte o kadar uzmanlaşmıştı ki asla ıskalamıyordu, basketbol milli takımına alsalar en az 10 basketi garantiydi. Annem onun kadar becerikli değildi, onların balkonu kod olarak biraz yukarıda olduğundan kimi zaman atarken yere düşürdüğü ıvır zıvırı almak için 3 kat merdiveni inmek bana düşüyordu. Birer yaş arayla 2 kızı vardı Feray ablanın, büyüğü kızkardeşle yaşıttı, haliyle arkadaş oldular. Aynı ilkokulun, aynı sınıfına birlikte başladılar. Okul şehrin en merkezi yerinde ve ulaşıncaya kadar bir kaç trafiği yoğun cadde geçileceği için-Feray abla çok evhamlı olduğu için-bir taksiyle anlaştı. Taksi öğlen oldu mu apartmanın önüne geliyor, "zart zart" kornaya basıyor, akabinde Feray abla ellerinden tutup sürüklediği büyük ve küçük kızlarıyla paldır küldür merdivenlerden inerken avazı çıktığı kadar da kardeşimin ismini bağırıyordu. Beşinci sınıfa kadar böyle devam etti, 3 kız çocuğu ve Feray abla bir gün bile fire vermeden taksiyle okula gidip geldiler. 

Bir akşam, epeyce ilerlemiş bir saatte Feray ablanın sesiyle cümleten balkonlara koştuk. Balkon demirlerine yapışmış Feray abla "Ayhaaaan, Ayhaaaan" diye deliler gibi bağırmakta idi. Aileden birine bir şey oldu diye düşündük ama bildiğimiz kadarıyla  Ayhan adında bir yakınları yoktu. Meğer Ayhan Işık ölmüş, o kadar çok severmiş ki rahmetliyi dayanamamış kendini balkonlara atmış. Yıllarca güldük bu olaya. 

Zorla evine davet ederdi konu komşuyu, evde ne varsa sunar, yemeyeni neredeyse yere yatırıp zorla boğazına tıkardı. Gelgelelim kendi birini ziyarete gittiğinde ikram edileni elinin tersiyle iter, "yemeeem hayatta yemem" derdi, ısrar edilirse "ben dilenci miyim ayol" deyip evsahibini zor durumda bırakırdı. Alışmıştık onun bu hallerine, ciddiye almazdık. Hayata tanıdığım en eli açık-savurgan daha mı doğru tabir acaba-insandı. Bir defasında anlatmıştı, ucuz olduğunu duyduğu bir toptancıya gidip 12 tane kaşar peyniri almış. Eve gelene kadar yolda görüp fakir olduğunu düşündüğü ya da tanıdığı herkese birer tane dağıtmış. Eve geldiğinde torbaya bir bakmış ki tek bir peynir kalmamış. Annem "kız sen deli misin, derdin neydi?" dediğinde, "Sürünesice ne olacak, alırım yine" deyip basmıştı kahkahayı. En favori lafıydı "sürünesice", kadın, erkek, genç, yaşlı, tanıdık, tanımadık herkese söyleyebilirdi. 

Şimdi düşündüğümde o en genç haliyle, sarıya boyalı saçları, rimelli kirpikleri ve beğendiği zaman aynısının her renginden aldığı giysileriyle gözümün önünde. Uzun zamandır görmüyorum, umarım sağ ve esendir. Bizim komşular Feray ablayla bitmez, ara ara bahsetmek iyi olacak, hazır koruma modundayken, vakit bolken. Şimdilik kalın sağlıcakla, güzel geçsin hafta sonunuz.

AND OSCAR GOES TO LEYLAK DALI...

$
0
0
Gününüz aydın, yeni haftanız keyifli olsun sevgili kârilerim. Bu sayfada saçını ağartmış takipçilerim bilirler, her yıl sizin için hiçbir güçlükten kaçınmayarak Oscar törenini izlemeye giderim Los Encılıs'a. Haliyle bu yıl da gereğini yerine getirdim, hem artık davetiyeler evime geliyor, öyle kaçak-göçek, pencere kenarlarından, kapı aralıklarından, kırmızı halı yırtıklarından izlemiyorum. Yayılıyorum koltuğuma seyreyliyorum Holivut yavrularını. Öncesinde bir hazırlık süreci var tabii, ne de olsa ülkemizi ve blog alemini temsil ediyoruz, dersimize çalışmamız lazım. Allah sizi inandırsın bütün aday filmleri seyrettim, Mad Max Fury Road hariç, 10. dakikada hafakanlar bastı, kalktım ekran başından. Aksi gibi soruların çoğu da oradan geldi ya, neyse.

Bir de giysi seçimi var tabii, onca kokoşun arasında mahcup olmamak lazım. Resmi bir şeyler giyeyim istemiştim, aklımda lacivert eşofman takımım vardı ama aksiliğe bakın ki sabahtan yıkamıştım, kurumamış. Ben de grileri giydim. Pek soluk göründüm kendi gözüme, kırmızı terliklerimi geçirdim ayağıma, biraz parladım. Yanıma yolluk olarak sabah yoğurduğum mercimekli köftelerden almaya karar verdim. Belli mi olur, o yıl boyu beden ölçülerini korumak için aç gezen artistcikler "senede bir defa Oscar'da yenen kilo yapmaz, üstelik de beleş, yumulun" diyerek After Party'de yığılırlar açık büfenin önüne, ben elin gurbetlerinde aç kalırım. Doldurdum sefertasına köfteleri, yanına da üç-beş marul, bir limon, oh mis. Sefertasını da çanta sanır bunlar nasılsa, sorana "klaç" derim. Hem Yekta Kopan bile öğrendi programa katılan modacılar sayesinde "klaç" neymiş, ha bir de tek omuzlu kıyafetle kolye takılmazmış, onu da öğrettiler, takmaz artık Yekta Kopan. Zinhar siz de takmayın, karizmanız yerle bir olur. 

Böylece hazırlıklar tamamlandı ya ışınlandım "red carpet"e. Kimin yanına yanaşsam diye bakınırken ne göreyim bizim Vupi, ay pek severim, ne "Mor Yıllar"ımız geçti birlikte. 



O da beni görünce pek sevindi, gözü sefertası klaça takıldı, yavaşça kulağına eğildim, "Mercimekli köfte var ayol, bir ara yeriz" dedim, çak yaptık, girdim koluna, başladık kırmızı halı gıybetine.


Ötelerde paraşüt benzeri sarı bir kumaş görünce yanaştık, meğer bizim "Danimarkalı Kız"ın Alicia'sı imiş, kumrala dönüşmüş taze, neredeyse tanımayacaktım. Paraşüt eteğiyle mahcup mahcup salınıyordu ortalıkta, pek sevimli, pek mahcuptu, yanağından bir öpücük alıp devam ettik. 


Brie Larson'u Vupi farketti, "Gel kız gel" dedi, "ne giymiş bu yavrucak böyle abuk sabuk, yakından bakalım". Gittik yanına, sorduk "Ne iş?". Meğer aceleye gelmiş, kostümü yetişmemiş, annesi koşmuş imdadına, Brie'nin doğumunda aldığı lohusalık gecelik-sabahlık takımını çıkarmış sandıktan, sabahlığı koymuş kenara, geceliği giydirmiş kıza, "Valla yıkamadım bile, bir tek doğum yaptığım gün giydiydim, yepyeni duruyor. Zaten yatabildim mi ki, kolikli, ağlak bir bebektin zır zır, seninle uğraşırken lohusalık mı bildim" diye lafı da geçirmiş giydirirken. Hazır sandık açılmışken anneannenin annesinden kalma gümüş kemer de çıkmış ortaya, takıvermişler beline. Rahmetli Barış olsaydı "Aynalı kemer ince bele/Bu can kurban tatlı dile/Seher vakti ben Brie'ye vuruldum" diye şarkı bile söylerdi. "Hayırlısı yavrum" dedi Vupi kıs kıs gülerek, "Oscar"ı alınca eteğine bohçalarsın artık, dikkat et de topuklarına takılmasın". Kaçtık oradan acele. 


Vupi'ye bir ara TV muhabirleri el etti, "Müsaadenle" diyerek söyleşmeye gitti, ben de gözümü alan kırmızılının yanına yanaştım, aman da aman bir afet-i suzan ki yanaşanı yakıyor. "Af buyur tanıyamadım" dedim, "Aaa aşkolsun, ben Çarliz, teyzecim" dedi. Densize bak, teyze ne be, "teyze yok, teyze yok" diye atarlandım biraz, kendine geldi, "Hangi filmde oynadın sen bakayım" dedim, "Mad Max" demesin mi? "Ay sen yoksa o kara suratlı, kel kafalı Furiosa'mıydın" dedim, "Ta kendisi" dedi. "İlahi yavrum, şu güzellikle bir Sindirella, bir Anastasya falan olaydın, ne o kömüre bulamışlar kafanı gözünü" diye vahlanırken cevap vermeye tenezzül bile etmeyip hamburger tezgahına doğru yürüdü gitti, "teyze" demesinden belliydi zaten ne saygısız olduğu, Allah güzellik vermiş ama zerre nezaket vermemiş. Neyse Vupi geldi o arada, çekti götürdü beni. 


Jennifer'e rastladık yürürken, bişiler olmuş ayol  kıza, botoks mu yaptırmış ne, gülümsemesi bile değişmiş. Hep kırmızı giyerdi bu, kilo mu aldı ki siyahlara bürünmüş. Pek de sakardır, düşmeden şaşmadan getirse bari törenin sonunu. 

Vupi yine mikrofonlu birine takıldı, ben kırmızı terliklerimle uyumlu kırmızı halıda sağa sola bakınırken iki balmumu heykel gördüm.


Ay bir mutlu olayım ben, Yılmaz Büyükerşen Oscarlara bile el attı canını sevdiğim, bak yapmış heykelleri yollamış Los Encılıs'a diyerekten. Kadını balmumundan dökerken de birkaç yıl öncenin Oscar'ındaki Ancelina Coli'den ilham almış, "yırtmaç açılsın, bacak görülsün" hesabı. Yanaştım şöyle kıyın kıyın, uzattım parmağımı, dokundum yanağına, amanın canlandı: "Hanım hanım, noluyoruz, yaş kemale erdi diye dövüşmeyi unuttum mu sandın çıkarırım bir sağ kroşe, uçarsın Dolby Theatre'ın çatısına". Ossaat İngilizce'yi falan unuttum, döndüm anadilime: "Aboovv, heykel canlandı dostlaaar, yok mu bir Allah kulu, yetişin" diye çığrınırken Vupi koştu geldi. "Görgüsüz müsün nesin ayol, hiç mi ömründe "Rocky, Rambo" seyretmedin. Bildiğimiz Silvestır o, Stallone olanından. Yalnız araziye biraz fazla dolgu yaptırmış, suni duruyor. Ondan şaşırdın sen" dedi aldı götürdü beni oradan. Vupi olmasa halim harap, pot üstüne pot kıracağım, yine de sevindim, "teyze" demedi en azından.


Heykellerin, pardon Rambo Raki'nin az gerisinde şu mahcup oğlan duruyordu karısıyla, hani geçen yıl Stephen Hawking, bu yıl Trans Elbe olan yetenekli şey. 2015'de kaptıydı Oscar'ı, gönlüm bu yıl da onun almasından yana ama kazara verirlerse Leo hem jürinin, hem bunun gözünü oyar. Adam alıştı ayılarla güreşmeye, şuncacık Eddie'den mi korkacak. Vupi'ye "Van münit" deyip gittim yanına, yanağından bir makas aldım, "gönlümün Oscar'ını sana takdim ediyorum çocuuum" dedim. Baktım karısı da hamileymiş, "Bir avazda inşallah, hayırlısıya alın kucağınıza, haber ederseniz bir çeyrek yollarım" diyerek veda ediyordum ki "Sağol teyze" dedi arkamdan, bak şimdi merhametten maraz doğar. "Teyze yok, teyze yok" diye parmak sallayıp yürüdüm Vupi'nin yanına. 


Ve derken ilahe göründü, Keytimiz, Blancetimiz çiçek bahçesinden çıkmış da gelivermiş gibi süzülüp geçti yanımızdan, dilim lâl oldu, bir kelime edemedim. Hoş o çiçekler biraz fazla olmuş ya neyse (fesatlık no:1). Böyle kasılırsan Oscar'ı da sana değil gecelikli Brie'ye verirler işte. (fesatlık no:2)


Bir ara WC'ye gitmem gerekti, eh ortamın yabancısıyım ya, kafamı çevirdim sorayım diye, Vupi yine bir yerlere kaybolmuş. Baktım karşıda hanım hanımcık bir hatun, eh yaşını başını da almış, alışkındır buralara ona sorayım bari dedim. "Teyzecim pardon WC nerde acaba?". Oy, kadın bir kükredi, "Teyze sensin densiz" dedi bana, "tuvalet bekçisi miyim ben, filmin adı "45 Yıl" diye teyze mi olduk, yıkıl karşımdan". Amaan, nasıl kaçtım oradan bilemedim, meğer kadın Şarlot'muş. Her gördüğün Şarlot pasta, her Rampling teyze değilmiş işte Leylak hanım, Vupi'nin elini tut bırakma sen, bu bile teyzeyi bana iade etti ya ona yanarım. 


Aman da aman, kimleri görüyorum "Hateful Eight"in Daisy Domergue'su değil mi bu, gönlümün Oscarının sahibi Cenifır. Lavrıns değil Ceysin Liyh olanından. Biraz yaşlanmış ama yine de zarif ve o ne rol kesmekti öyle. Yediler koçumun hakkını diyeceğim ama Alicia'yı da hor görmeyelim yani. 


Bu Roni Mara kızımız filmde daha güzeldi yahu. O ne öyle, kafasında Gülürüz Sururi topuzu, göbeğinde pencere. Sanırsın Çıkrıkçılar Yokuşu'ndaki perdeciler giydirmiş.


Vupi'yi aranırken Rachel Mc Adams'a rastladım. Sade her zaman güzel derim de daha da bir şey demem. Yeşiller pek yakışmış haspaya ama bir yeşilli daha vardı ki evlere şenlik:


Şu kızcağız, adını bir türlü kimseler doğru söyleyemiyor: "Saoirse". Kimi Serse diyor, kimi Sorşe, az sıksan Porşe. Kim giydirmiş bu garibanı böyle bilmem, yoldan geçerken görsem kek çırpıp dantel ören komşu kızı sanırım, o giysi öyle emanet üstünde. Daha dünkü çocuk ayol, o kadar dekolteye ne hacetti ki, saçlar dersen ayrı bir facia, kuaför en sona bırakmış galiba bunu, fönü şöyle bir tutup yollamış. Küpesinin tekini de bulamamış zaten aceleyle, biri yeşil biri beyaz :)


Dekolte dedim de, işte bu. Bunu da Nükdet Duru giydirmiş galiba, tam onun tarzı. Ama Allah için yakışmış hasbaya, hele sırt dekoltesinde bir kanatlar vardı ki sanırsın melek. Klaça gelince, keşke benim sefertasını alsaydı, daha havalı dururdu. 


Aa kimleri görüyorum, 6. Haçlı-pardon-Oscar seferine çıkmış aslan yürekli, ayı bilekli Leo abimiz. "Ayıyla dövüş dediniz dövüştük, atın karnına gir dediniz girdik, karda buzda telef ol dediniz olduk. Bu sefer de alamazsak seneye benden paso, gidip figüranlığa yazılıcam. İyisi mi şu Oscar'ın önünde bir foto çektireyim de hatıra olsun" diye düşünüyor burada, siz görmüyorsunuz ama ben konuşma balonunu okudum. 

Ben Leo'nun balonunu okurken Vupi nefes nefese geldi, "Neredesin ayol, haydi tören başlıyor içeri girelim" dedi, çekti kolumdan götürdü. "Girmeden köftelerden biraz atıştırsaydık, içim kıyılır şimdi benim" dedimse de dinlemedi. Girdik oturduk, yorgunluktan içim geçmiş, gözümü açtığımda ortalık alkıştan yıkılıyordu:


Leomuz canımız, feda olsan kanımız-yok be niye feda olacakmış, olmasın. Kafiye olsun diye söyledim-sonunda Oscar'ı kucaklamış, tamam artık emekliliğini isteyebilir bence. Muradına erdi. Aslında Nürgül Yeşilçay gibi eline ödülü alıp "Bu muymuş?" diyebilirdi  demedi, firaklı iki çift laf etti ama ben uyku sersemi anlamadım. O ödülüyle gurur duyarkene çöp poşeti giyip gelmiş Keyt Vinslet'in gözyaşları da elbisenin plastiğinden kayıp yerde bir göl oluşturuyordu:


"Hadi" dedi Vupi, "bitti tören çıkıyoruz salondan, gidip bir şeyler yiyelim, açık büfeye yanaşamazsak senin klaçtaki köfteleri götürürüz". "Van münit" dedim Vupi'ye, "çıkmadan söylenecek iki çift sözüm var birine".


Gittim İnarritu'nun yanına, "Alehandıro birader" dedim, sen ve başoyuncun Oscar neyin aldı diye havalara girme, bize yutturamazsın. Bu "Revenant" dediğin insanın içini üşüten filmi saymayoruz. Ne "Amores Perres"in, ne "21 Gram"ın, ne "Biutiful"un, ne de "Babel"in yanına yanaşamaz. Bu sana son ikazım, onlara benzer film yaptın yaptın, yapmadın izlemem o filmi" dedim ve cevabını bile beklemeden sırtımı dönüp çıktım. Vupi'ye yavaşca dedim ki, "Bak bakalım kız çok etkilenmiş mi?". "He" dedi Vupi, "ağlıyor hıçkıra hıçkıra, yürü çatlak yürü, açık büfenin önü doldu, aç kalacağız".

"MART DİYE BAHAR GELDİ" DERSEM İNANMAYIN...

$
0
0


Sabah resimli edebiyat takvimimden yaprak koparırken bugün 1 Mart olduğunu gördüm. Yılın en sevmediğim ayı; kalleş, sağ gösterip sol vuran, bahar geldi diye sevinirken en beter kışı yaşatan, bitmek bilmeyen sevimsiz bir ay. Benim çocukluğumda bir de mali yılbaşı başlangıcıydı ki işte o zaman "Mart ayı dert ayı" yakıştırmasını sonuna kadar hakederdi. Baktım İnstagramda, Facebook'ta bir sevinç, "bahar geldi" diye, he yalancı bahar. Ben Nisan gelmeden hatta ortasını bulmadan bahara "hoşgeldin" diyemiyorum. Hoş yaşadığım coğrafyada bahar ne, ne zaman gelir, ne zaman gider o da muallakta ama olsun, ben bu konuda gelenekçiyim. Üstelik daha çiçek açmış bir ağaç bile göremedim bu yıl, bugün kararlıyım dışarı çıkıp arayacağım. Eskiden çalıştığım okulda bir öğretmen arkadaş vardı, 23 Nisan dedi mi çorapları fora ederdi, ondan sonra da ister kar yağsın, ister buz tutsun inatla giymezdi. Ondan hatıradır ben de 23 Nisan'da atarım çorapları :)

Takvimde 1 Mart yazısını görünce ilkokul öğretmenimi hatırladım. Tüm karnelerimin "düşünceler" bölümüne anlamını çözemediğim bir şekilde yana eğik güzel yazısıyla "1 Kasım-1 Mart/1 Mart-1 Kasım" yazardı. Allah sizi inandırsın hâlâ arada bir aklıma gelir ve merak ederim niye yazardı diye. Keşke hayatta olsaydı da arayıp bulup sorsaydım, hazır sanal alem imkanları da artmışken. İçinizde bileniniz, kendi karnesinde de aynı şeyler yazanınız varsa bir yorumcuk ediversin şu yazının altına da bunca yıldan sonra merakımı gidereyim.

İşin gerçeği harika, harika olduğu kadar da ilginç bir kadındı ilkokul öğretmenim. İlkokula başlama yaşını düşünürseniz o yaştaki bir çocuk için çok yaşlıydı. Şimdi buradan bakınca hiç yaşlı gelmiyor, bizi mezun edip yaş haddinden emekliye ayrılmasına rağmen. Üstelik o yaşın ona kattığı binlerce tecrübe benim kişiliğime çok önemli şeyler eklemişken. Okulun diğer öğretmenlerinden ayrıksı tavırlar sergilerdi. Demode denilecek kesimlerde döpiyesleri vardı, belki de tayyör demeliyim. Kahverengili-tabalı bir tanesi vardı ki hiç unutmuyorum. Altlarına kısa topuklu, rahat ayakkabılar giyerdi. Lastiklerini sık sık gördüğümüz çoraplarının üstüne eski bir çorabın ayak kısmını kesip geçirirdi ki ayakkabıları çoraplarını kaçırmasın. O zamanlar hazır satılan patik çoraplar yoktu tabii ki. Arada bir biz kızlara ayağını gösterir ve ince çorap giyme yaşına gelince öyle yapmamızı önerirdi. Çok tutumluydu, savaşlardan çıkıp gelmiş bir nesildendi. Balkan savaşı sırasında nasıl aç kaldıklarını, ağaç kabuklarını kemirdiklerini anlatırdı. Öyle içli dışlıydık ki bazen ders esnasında açılan sütyeninin kopçasını ilikletmek için içimizden birini koridora çağırırdı. Bu önemli ve onur verici bir işti biz kızlar için, belki bir gün bize de sıra gelir diye hevesle beklerdik ama sınıfın "sütyenilikleyicibaşı" istisnasız 5 yıl boyunca hep Ünzile oldu. Biz de hevesimizi öğretmenin "iyi su şişesi"ni doldurarak gidermeye başladık. Bilenler bilir Ankara'da musluk suyu içilmez, çok klorludur. Benim çocukluğumda at arabalı sucular mahalle aralarında dolaşır, evlere hasırlı cam damacanalar içinde memba suyu satarlardı. Biz "İnci" suyu alırdık, aileden biri haline gelmiş bir sucumuz vardı. Haftada bir uğrar, annemin üstüne çiçekli basmadan entari diktiği toprak küpümüze doldururdu suyu. Bu işin bir raconu vardı, önce edalı bir el hareketiyle damacananın pirinç kapağını kapatan kurşun mühür koparılır, yere atılırdı. Sonra 20-30 santimlik bir hortum suyun kolay akması için damacanının ağzından içeri sokulurdu. Annem de dahil titiz hanımlar sucunun getirdiği hortuma rağbet etmezler, evde bu iş için ayrılmış hortumu kullandırırlardı. Sonrasında su küpün içine insanda gülme isteği uyandıran bir lıkırtıyla dökülürdü. O arada hal-hatır sorulur, iki kelam edilir ve sucuya parası ya peşin takdim edilir ya da aybaşlarında ödenmek üzere kapının kenarına bir çentik atılırdı. Dedim ya bizim sucu kendini fena halde aileden hissederdi, öyle ki deniz kenarında geçen bir tatil dönüşü biraz fazla yanıp kararmış anneme "Kız bu ne hal, ateşten atlamış tilkiye dönmüşsün" demişti :)

Öğretmenim sağlık sorunları nedeniyle çok su içmesi gerektiğinden dolu bir şişeyi hep yanında bulundururdu. Bizim için o şişe Kaf dağının ardındaki sihirli bir nesne gibiydi, ulaşılması çok zor, ulaşıldığında insanın başını göğe erdiren. Şans eseri boşaldığında ele geçirebilen arkadaşımız sevine sevine evine götürür, memba suyuyla doldurup getirirdi. Tam 4 yıl büyük mücadeleler verdikten sonra 5. sınıfta şişeyi eve götürüp doldurma şerefine nail oldum. Kaptığım gibi, içemediğim için bardağı içindeki iğrenç sulandırılmış süttozu artığıyla koyduğumdan süt lekeli, basmadan süt torbama koyup içim mutlulukla dolu eve gittim. Evde komşumuz Faruk abi ve karısı Jale abla vardı. Onlara merhaba bile demeden heyecanla  torbadan çıkarıp mutfağa koştum. Basma entarili küpün üstündeki maşrapayla suyu şişeye doldurdum ve keyifle salona girdim. Faruk abi elimdeki şişeye baktı, "Ne o kız çok mu susadın, bir hoşgeldin demeden mutfağa daldın?" dedi. "Yok" dedim, "susamadım, bu öğretmenin şişesi, yarın ona su götüreceğim de unutmayım diye şimdiden doldurdum". Faruk abi gibi insana takılmak için fırsat kollayan, şakacı ve zeki birine koz vermemek lazımdı ama çocukluk işte bilemedim. O andan itibaren başka bir eve taşınıncaya kadar kullandı bu olayı Faruk abi, gördüğü her şişe "Firdes'in şişesi", ben de "öğretmene su götürdüğü için torpilli kız" oldum. Şaka yaptığını bildiğim halde çok kızardım, duygularımla oynanmış hissederdim. Ah canım Faruk abi, keşke bunca yıldan sonra bir şekilde karşıma çıkıversen, mavi gözlerini kısıp gülerek "Hâlâ Firdes'e su taşıyor musun kız?" diye sorsan, ben de her gördüğüm bandonun tamburmajöründe seni aramasam. 

Evet bugün 1 Mart, kimilerine göre baharın ilk, benim için de anımsamanın günü oldu. Fotoğraf geçen yıl bu günden, güneşte gülümseyen mor zambaklar ve başlıktaki şiir, Yılmaz Erdoğan'dan, hislerime tercüman:

"Adını savurur rüzgar,
Saçlarının niyetine.
Aşka küserim sonra, ülserim azar,
Azar azar düşer şakaklarıma mart akları.

Bak ne güzel erken bahar açmış ağaçlar,
Bir soğuk vursun da görsünler günlerini!

Adını savurur rüzgar,
Deneyimli bahar niyetine.
Ülserim azar,
Azar azar düşer saçlarıma mart akları.

Ben her bahar pişman olurum.
Erken açar baharlarım,
Soğuk vurur goncalarıma,
Toprak olurum.

Martı görünce kaçacak yaz ararım.
Ve gözlerimi kapatırım erken martı sesi duyunca.
Sanki kızıp dilime vurmuş sanırım,
Giderken kapattığım kapının kilidi.

Ben her bahar pişman olurum.
Güneşe kanar baharlarım,
Orospu bir gülüşün gamzelerine,
Yaprak yaprak teslim olurum!"

CARMEN, RUNATOLİA, BAHAR...

$
0
0
Bir süredir eve kapanmanın acısını hafta sonu çıkardım. Cumartesi günü Antalya'nın ısıtmakla kalmayıp cayır cayır yakan güneşinden dolayı 5 yılda bir eriyen güneşliklerimi yenilemek için ilk gördüğüm perdeciye dalıp 5 dakikada sipariş verdikten sonra arkadaşımın arabasına atlayıp Opera Sahnesi'ne doğru yola koyuldum. Niyetimiz bir kez babamın, bir kez de kendimin hastalığı yüzünden 2 kere biletlerini iade etmek zorunda kaldığım "Carmen" operasını üçüncü seferde izleyebilmekti. Neyse ki başardık sonunda, 4 perdelik hayli uzun operayı hiç sıkılmadan, büyük bir keyifle seyrettik. Solistler, koristler, dekorlar, kostümler her şey çok güzeldi. Mutlulukla ayrıldık salondan. 


Gece yatarken niyetim sabah erken kalkıp "Runatolia" yarışlarının startını izlemekti. Bir süredir hayli erken kalkıyorum, Pazar günü de öyle oldu ve kısa sürede startın verileceği Cam Piramit civarına ulaştım. Çok kalabalık, rengarenk ve cıvıl cıvıldı. Bir süre park içinde, yarışçıların arasında dolaştıktan sonra fotoğraf makinemi hazırlayıp üst geçitte starta nâzır bir yere konuşlandım. Önce tekerlekli sandalyeli engellilerin yarışına start verildi:


İkinci yarış Maratondu.




Katılım hayli yoğundu ve herkesin neşesi yerindeydi, saat 09.15'de maraton startı verildi. 



Maratoncular koşadursunlar 10 km yarışındakiler de yavaş yavaş başlama noktasındaki yerlerini almaya başladılar.



Bazı balonlar özgürlüğünü ilan edip gökyüzüne doğru yol aldılar:


Ve saat 09.30'da 10 km. yarışının startı verildi:



Yarışçıları başarılar dileğiyle yolcu edip yürüyüş yapmak üzere parka daldım. Hava mis gibiydi, yaklaşmakta olan kocakarı soğukları ve Antalya'nın dinmek bilmez çılgın Nisan yağmurlarını zihnimin gerisine itip bahar gelmiş gibi yaptım. Zaten bahar da gelmiş gibi yapmaktaydı:




Deniz sakin ve ışıltılı, Beydağları'nın tepeleri karlı, gökyüzü jetlerin bıraktığı izlerle teğellenmiş gibiydi:




Ağzım kulaklarımda bitirdim yürüyüşü. Parktan çıktığımda yarışçılar teker teker finiş noktasına doğru koşmakta idi:


Eh o zaman onlara kolay gelsin, sizlerin yeni haftası güzel olsun...

ŞUBAT OKUMALARI

$
0
0
Bir süredir blogumda kitaplara fazla yer vermediğimi farkettim, bu sanırım bir aralar açtığım(ız) kitap bloglarından sonra ortaya çıkan bir tavır. Oralarda bahsedince blogda tekrar tekrar yazmak gereksiz olur diye düşünmüş olmalıyım. Kitap bloglarını kapatalı epey oldu ama ben alışkanlığımı sürdürmüşüm anlaşılan. Bugün Macera Kitabım kendi blogunda Şubat okumalarını yazınca haydi dedim, ben de kısaca söz edeyim, belki bir yararlanan olur. 10 kitapla fena bir rekolte yapmamışım aslında yılın bu cüce ayında, bunda biraz da Ocak sonuında hastalanıp 3 hafta yatmamın rolü var, başka bir şey yapamayınca gelsin kitaplar oldu:



"Oyun Dürtüsü" uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. Juli Zeh'in "Sessizliğin Gürültüsü" isimli savaşın hemen ertesinde Bosna'yı anlatan gezi kitabından sonra tiryakisi olmuştum. Okuduğum en değişik, en güzel gezi kitabıydı diyebilirim.  Bunun üzerine tüm külliyatını edinip okumaya başlamış ve yazarın engin bilgi dağarcığına hayran kalmıştım. "Oyun Dürtüsü" Türkçe'ye çevrilmiş eserlerinin içinde tek okumadığımdı, hasta yatağında kısmetmiş, böylece külliyatı bitirdim, şimdi yeni bir kitabının yayınlanmasını bekliyorum. Kitap hayli hacimli, hem Metis Yayınlarının karakteristik özelliği olarak küçük puntolu ve çok sayfalı, hem de içerik açısından hayli kapsamlı. Tarih, felsefe, matematik, hukuk ne ararsanız var, harmanlanıp oldukça değişik bir konuya serpiştirilmiş. Her ikisi de ayrıksı karakterlere sahip Ada ile Alev'in okudukları özel okulda bir çeşit oyun dürtüsüyle öğretmenleri Smutek'i de dahil ettikleri karmaşayı, altüst ettikleri hayatları anlatıyor. Önemli olan konu değil aslında, kitabın size açacağı geniş ufuk. O nedenle çok satan fasarya kitaplara tutkun değilseniz "Oyun Dürtüsü"nü seveceksiniz.


"Kala Afiyet" yine hasta yatağımda mutsuz mutsuz somurturken kapıyı çalan kargocu aracılığıyla sevgili bir arkadaşımdan doğum günü hediyesi olarak geldi. Hem de yazarından adıma imzalanmış şekilde.  "Yemek kitabı okunur mu?" diyeceksiniz, evet okunur. Eğer içinde tariflere ilaveten o tariflerin kaynağı ve anlamı da anlatılmışsa daha bir güzel okunur. Ümit Hamlacıbaşı uzun süredir yaşadığı Bozcaada'da halktan kişilerle görüşüp bu tarifleri ve öykülerini derlemiş ve "Kala-Afiyet" adıyla sunmuş. Yemek kültürüne meraklı iseniz ilginizi çekecektir.


"Fahrenheit 451" yine rafta epeydir okunma sırasını bekleyenlerden biriydi. Hastalığın yegane faydası bunları epeyce eritmem oldu sanki.  Distopik bir roman bu, gerçekleştiği düşünüldüğünde insanın içini karartıp korkutan cinsten. Belirtilmemiş bir gelecekte itfaiyecilerin yangın söndürmek yerine kitapları yakmak için var oldukları, herkesin birbirini gammazladığı, ürkütücü bir coğrafyada geçiyor. Kült bir roman ve gecikmeli bir okuma ama hasta yatağında da olunca pek sevemedim doğal olarak.


"Ev Anası"  blogu kitapla aynı ismi taşıyan bir bloggerin yeni basılan romanı. Roman demek de tam anlamıyla doğru olmasa gerek ama içinde yazanlar hayatın ta kendisi. Bu kitap da bana yine sürpriz olarak yazarın kendisi tarafından bir dilim kek eşliğinde ulaştırıldı. Bir solukta okudum diyebilirim. Bir sebeple çalışma hayatını bırakan ve kendisini ev kadını değil de "ev anası" olarak niteleyen yazarın ironik diliyle gündelik yaşamı anlattığı kitap güldürürken ağlatıp, ağlatırken düşündüren cinsten. Yekta Kopan kitaptan söz ederken "yazar kelimelerle börek açmış" tabirini kullanmış ki, yakışmış. Okuyun derim, akıcı diliyle, zekice ve eğlenceli saptamalarıyla-bazen ağzınıza biber sürülmüş gibi olsa da-çok seveceksiniz, hele çalışan-çalışmayan çoğu kadının ev anası olduğu düşünülürse kendinizi bulacaksınız. 


Güvendiğim bir dostun tavsiyesi üzerine ve daha önce "Tokyo Uçuşu İptal" isimli kitabıyla sevdiğim Rana Dasgupta'nın yazarı olması sebebiyle hemen edindiğim bir kitaptı "Solo". Fazla bekletmeden yine hasta yatağında okuduklarımdan biri oldu.  100 yaşındaki münzevi Bulgar Ulrich'in hayata ve dünyaya bakışı, anıları, hayalleri ve iç yolculuğu konu edilmiş. Sona doğru farklı öyküler de giriyor işin içine Ulrich'in yanısıra. Önce kopukluk gibi gelse de kitaba ayrı bir tat katıyor okudukça. Sayfa sayısı ve puntoların küçüklüğü biraz gözleri yorsa da değiyor, okunmalı.


Sonunda yataktan çıkabildiğim ve aslında öykü okumaktan sıkıldığım bir dönemde, pek de istekle elime almamıştım yazın edindiğim "Kör Pencerede Uyuyan"ı.  Ama okurken önyargımdan utandım. Toplu kurgusunda bir roman tadı veren, birbiriyle bağlantılı öykülerdi bunlar. Kısacası çok sevdim. Bu dalda aldığı Cevdet Kudret ödülünü sonuna kadar haketmiş Nihan Eren. Okuyun derim


Alef  Yayınevi yayınladığı özgün kitaplar nedeniyle sevdiğim bir yayınevidir. Fırsat buldukça yeni çıkan kitaplarını alırım. "Akerdeoncunun Oğlu" da böyle bir kitap. İspanya'da bir kasabada yaşayan Bask kökenli iki dostun, David ile Joseba'nın çocukluktan başlayan öyküsü. Obaba'dan Californiya'ya uzanan, içine pek çok kahraman ve olayın karıştığı ilgi çekici bir yolculuk. Okumanın verdiği hazzın yanısıra yeni bilgiler de kazandırıyor insana, tavsiye olunur.


Fantastik öykülerin kraliçesi Ursula K. Le Guin'i uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırım. "Marifetler" ile başlayan "Batı Sahili Yıllıkları"nın 2. ve 3. kitabı "Sesler" ve "Güçler". Fantastik bir dünyada gezinirken "Marifetler"in kahramanlarına da rastlamak hoş bir sürpriz oluyor. Bu türün ve Ursula'nın sevdalıları için tavsiyeye bile gerek yok, belki çoktan okumuşlardır. 


Ve şairlerin kraliçesi Birhan Keskin'in ne zamandır beklenen yeni kitabı: "Fakir Kene". İlk şiir "Kargo" zaten daha ilk satırını okurken çarpıyor. Ursula gibi Birhan'ı da anlatmaya gerek yok, tutkunları bilirler. Gönül kitabın daha kapsamlı olmasını isterdi ama bu da yeter ne yapalım. Ve Şubat okumalarını bitirirken Kargo'dan bir dize koyalım ki güç hep bizde olsun, kitabınız ve umudunuz hiç eksik olmasın:

""Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun."

DÜNDEN KARELER

$
0
0
Dün uzunca bir süredir ilk defa bir arkadaşımla buluşup uzun uzun sokaklarda dolaştım. Hava mis, sohbet şahane, manzaralar harika, çiçekler gözalıcı idi. Fazla uzatmadan bir kaç kare koyayım da içiniz açılsın:



Refüjlerde, göbeklerde, tarhlarda özel dikilmiş laleler, kıyıda köşede ise gönlünce açmış kır çiçekleri aynı renkten elbise giyinmişlerdi. 


Uzun zamandır Yat Limanı'na ve Kaleiçi'ne inmemiştim, ne kadar güzel olduğunu unutmuşum.



Ağaç kökleri ve kütüklerden yapılmış heykeller pek güzeldi. 


Defilesini kaçırsam da Karaalioğlu Parkı içindeki Bülent Ecevit kültür Merkezi'nde açılan "Yörük Gelini Sergisi"ni gezmeyi de ihmal etmedik. Fotoğraftaki heykel yörük çadırı şeklindeki eteğiyle yörük gelinini temsil ediyor. 

Bugünlük bu kadar olsun, dünkü güzel hava yerini yağışa bırakacak gibi, ortalık karardı. Haydi kalın sağlıcakla.

HAYATIMDAN GEÇEN KİTAPÇILAR

$
0
0

Dün kargo görevlisi sipariş ettiğim kitap paketini teslim edince ne kadar uzun zamandır kitap alışverişlerimi internet sitelerinden yaptığımı düşündüm. Hoş Urfa'da Okusford, Antalya'da da doğru dürüst kitabevi var da biz mi almadık, o da başka bir mevzu. Bir süredir sadece Ankara'da kitapçılardan temin ediyorum kitaplarımı, onun dışında kapıya teslim kolaylığı ve sağladıkları indirimler internet sitelerini tercih ettiriyor. 

Oysa hayatımdan ne güzel kitabevleri gelip geçti, hepsinin kokusunu, dokusunu tek tek hatırladığım. Hâlâ en büyük zevklerimden biri olsa da kitabevinde vakit geçirmek onların verdiği duyguyu şimdikilerde hissedemiyorum (Konur'daki şube kapanalıberi Dost'ta bile).

Hatırladığım ilk kitabevi "Karakedi". İlkokula giden yolun üstünde bir merdiven altına yerleşmiş, kirli camları, dağınık tezgahı ile minnacık bir yerdi. Teyzemin üniversitede okuyan kızı ile girmiştik ilk defa, daha önce önünden geçerken içini merak ettiğim yere girmenin ve çok istediğim boyama kitabının hediye edilecek olmasının heyecanıyla yerimde duramıyordum. Kısıtlı öğrenci bütçesinin yettiğince kapağında kocaman bir kedi resmi olan, incecik bir boyama kitabı almıştı bana teyzemin kızı, günlerce oyalamıştı o kitap beni. "Karakedi"ye sık sık uğradım ilkokul hayatım boyunca, oradan alınmış bir Halide Edip romanı olan "Döner Ayna" ve yine teyze oğlumun hediyesi "Lassie Yuvaya Dönüş" hâlâ kitaplığımda durur. Fotoğraftaki o "Döner Ayna", "Lassie"yi ise tüm aramalarıma rağmen bulamadım kitaplıkta. Bir süredir böyle, artık aradığım kitabı bulabilmem için epey çaba sarfetmem gerekiyor. 


Ortaokulda hayatıma "Kanarya Kitap-Kırtasiye" girdi, hem de ne girmek. Okulun üstünde olduğu caddenin hemen sonunda, küçük, karanlık bir dükkandı. İnce uzun, ak saçlı bir emekliydi sahibi. Okul giriş-çıkış saatlerinde yoğunluk artınca karısı da gelirdi yardımına. Kanarya tutkunu bir adamdı, dükkanın adı oradan geliyordu. Neredeyse hemen her gün uğrardık arkadaşlarla dükkana. "Kanarya'ya gitmek" bir jargon olmuştu dilimizde. Kimi zaman kokulu bir silgi, kimileyin arkasına eğlenceli bir başlık takılmış kalem, elde yeterince para varsa bazen bir kitap ya da herhangi bir ıvır zıvır almadan çıkmazdık. Bir yılbaşı öncesi şöyle bir duyuruda bulundu Kanarya amca, aldığımız her şeyin fiyatını bir deftere yazacak ve belirli bir miktarı aşanlar arasında kura çekip hediye verecekti. Gidiş-gelişlerimizi ve alışverişlerimizi sıklaştırdık. Neredeyse harçlığın tamamını Kanarya amcanın kasasına aktarıyorduk. Epey yekun tutmuştu benim hesap, haliyle iyi bir hediye beklentim vardı. Derken yılbaşı geldi, çekiliş yapıldı ve heyhat onca birikmiş yekunuma bir adet kalemtraş çıkmıştı. Büyük hediye olan kanarya ise her bir saç örgüsü bileğim kalınlığında olan sarışın Bülbün'ündü. Oradan alıp zevkle okuduğum kitaplar arasında Kemalettin Tuğcu ve Heidi serilerini hatırlıyorum. Hatta serinin son kitabı "Heidi Büyüdü"yü aldırabilmek için babama epey dil dökmüş, sonuç alamayınca anneanneme müracaat etmiştim: "Annaane nooolur bana Heydi Büyüdü"yü al". "Eydi Büydü ne kız?" demiş ve sonra yalvarmalarıma dayanamayıp saymıştı kitabın parasını avucuma. Ne yazık ki Kanarya'dan bir anı yok kitaplığımda, zaten artık Kanarya ve muhtemelen sahipleri de yok. 

Biz bu sokak arası kitapçımsı kırtasiyelerle idare edip duralım Yenimahalle'ye kocaman ve kapsamlı bir kitabevi açıldı: "Sipahi Kitabevi". Ortaokul sondaydım ve çok sevinmiştim. İthal malı, giysilerinin bazıları kadifemsi bir malzemeyle boyanıp kumaş süsü verilmiş karton bebekler ve yeni öğrenmeye başladığımız Almancamızla sanki okuyup anlayabilecekmişiz gibi bir heves Bravo dergileri alırdık oradan. Hayli pahalıydı dergiler, başında uzun süre oyalandığımı görünce sahibi yanaşmış ve "eski sayılar daha ucuz" diyerek çaresizliğime çözüm bulmuştu. Kitaplığımda oradan alınma iki kitap kalmış bunca yıl sonra: de Amicis'in "Çocuk Kalbi" ve Blasco Ibanez'den "Baharlar Açarken". Biri çocukluğun sonu, biri  ilk gençliğin başını temsil ediyor olsa gerek. Şimdi fotoğrafını çekerken farkettim ki "Baharlar Açarken"in çevirisini Sinan Cemgil'in babası Adnan Cemgil yapmış. 


Üniversiteye başladığımda Yenimahalle defterini kapatmış başka bir semte taşınmıştık. Artık Kızılay'a ve dolayısıyla orada yoğunlaşmış kitapçılara daha yakındık. Okulum Ulus civarında olduğu için Ulus'taki kitapçılara da (ders kitapları için Berkalp, ders dışı için Ulus İşhanı içindeki ismini hatırlamadığım bir kitapçı) yolumun düştüğü oluyordu. İlhan Selçuğun yazdığı "Yüzbaşı Selahattin'in Romanı" ile İsveç asıllı yazar Edita Morris'in "Nasıl mısın, İyi misin?" isimli kitabı Ulus İşhanı içindeki kitapçıdan alınıp hala kitaplığımda duranlardandır. 


Üniversite yıllarında adeta dergahım olan iki kitabevi vardı Kızılay'da. Biri labirent gibi dolaşık, inişli çıkışlı, karanlık denecek kadar loş, sıkış-tepiş kitapla dolu, rutubetle karışık kağıt-mürekkep kokusunun burun deliklerine girer girmez dolduğu ve sahibi Tevfik Küflü'nün ince uzun silüetiyle o loşlukta bir hayalet gibi göründüğü Bilgi Kitabevi'ydi. Çok sevdiğim, tutkunu olduğum yazarları Bilgi Kitabevi'nden aldığım kitaplarıyla tanıdım ben. İlk Füruzanlarım, ilk Sevgi Soysallarım, ilk Pınar Kürlerim hep Bilgi Yayınevi'nden çıkma, Bilgi Kitabevi'nden alınmadır.  Kitaplığımın pek çok rafı oradan edinilmiş, defalarca okunmaktan yıpranmış, en değerli kitaplarıma evsahipliği yapar. Ne yazık ki yakınlarda kapandı, artık yerinde parfüm kokulu, bol ışıklı bir kozmetik mağazası var. 

Edebî yönümü Bilgi Kitabevi doyururken yeni yeni serpilmeye başlayan ideolojik yönüm için adres "Hat Kitabevi" idi. Soysal Pasajı'nın altındaki bu mekan Bilgi'nin aksine parlak floresan ışıklı, minimal yerleşimli, orta boy bir dükkandı. Belirli bir kesim gençlik kitaplarını oradan temin eder, sohbetler eder, kendi eviymiş gibi rahat davranırdı. Henüz tam oturmamış politik bilincimizle anlamakta güçlük çektiğimiz, çoğu zaman başlayıp yarım bıraktığımız teorik kitapları yüklenir, dünyayı kurtaracakmış havalarında kasaya yönelirdik. Ah o kendimizden çok emin, naif ve çileli gençliğimiz. Hat Kitabevi'nin ömrü çok uzun olmadı, sanırım 80'lerin başında kapandı. 

Okul bitmiş, evlenip Ankara'dan ayrılmış, Denizli'ye yerleşmiştim. 2 yıllık Denizli maceramın tam kendimi oralı hissetmeye başlama aşamasında göç yolu bu kez Antalya'yı göstermişti. Henüz bir liseye atamam yapılmadığı için bol vaktim vardı. Yabancı olduğum bu küçük taşra kentinde kendimi kaybolmuş hissediyor, sıkıntımı azaltmak ve şehri tanımak için sokaklarını arşınlıyordum sürekli. Ana caddelerden birinde küçük bir kitapçı keşfettim. Adını asla hatırlamıyorum ama bana o yalnızlık günlerimde kucağını açan bir dost gibiydi. Dünya kadar Varlık Yayınevi baskısı cep kitabı satın aldım oradan. Eksik kalan klasik okuma kotamı sanırım o aylak ve yalnız günlerimde tamamladım. Hâlâ orada mıdır, kapandı mı, hiçbir fikrim yok ama anılarımın bir köşesinde hep yer alacak. 

Antalya'nın ilk yılları okula, eve, yeni bir hayata, aramıza katılan bir bebeğe alışma çabalarıyla geçti. Şehirde bir kitabevi var mı, yok mu aramadım bile, öylesine zamansızdım. O sıralar evdeki kitaplıkta mevcut kitaplar birer birer elden geçip çift dikiş okundu. Sonraları artık kendime boş vakit yaratabildiğim bir süreçte pasaj içinde, küçücük, karanlık bir dükkan keşfettim: "Barış Kitabevi". Sinekli bakkal denecek kadar bakımsız, kendi halinde bir mekandı. Emekli edebiyat öğretmeni, saz benizli, kibar mı kibar bir sahibi vardı. Benzinin solukluğunu o ışıksız, güneşsiz dükkanda gün boyu kalmasına bağlardım anlamsızca. Bir süre sonra adeta abonesi oldum. Gözönünde bir yerde olmadığından ve Antalya halkının okumaya düşkünlüğünün yetersizliğinden dolayı ne zaman gitsem boş görürdüm dükkanı. Sahibi ya önüne açtığı bir kitabı okur ya da ziyaretine gelmiş muhtemelen eski meslektaşlarıyla koyu bir sohbete dalmış olurdu. İçeri girdiğimde hemen ayağa kalkar, gözleri parlayarak tezgah üstüne sıraladığı yeni çıkan kitapları tek tek tanıtmaya başlardı. Öyle çok kitap aldım ki oradan, çoğu taksitle, bütçemi sarsmadan. Alfabetik sıralı, çizgili bir deftere yazardı ödenecek taksitleri, senet falan yapmazdı, ödemeyi yapınca o ayın üstünü karalardı. Bana Ayla Kutlu'yu "Islak Güneş" isimli romanını önererek ilk tanıtan odur, o sebeple bile müteşekkirim. Sonra uzun bir tatil dönüşü gittim ki dükkan boş, içerisi karanlık. Komşuları kapattığını ve başka bir şehre taşındığını söylediler, "Barış Kitabevi" maceram böylece son buldu.

Bir süre Akdeniz Kitabevi, Gençlik Kitabevi gibi kitabevlerinden temin ettim kitaplarımı, sonra pek güzel bir şey oldu. Kocaman bir kitapçı açıldı Antalya'ya: "İletişim Kitabevi". Çalışanların bir kısmını yeni açılmış ve bir süre kitap sağlayıcım olmuş D&R'dan tanıyordum. Diğerleriyle de hemen arkadaş oldum. Artık evim kadar rahat hareket edebildiğim, istediğim kitabı bulabildiğim, sırf sohbet için bile uğradığım, çeşitli yazarları konuk edip imza günleri düzenleyen bir kitapçımız vardı, pek mutluydum. Ne yazık ki o samimi ortamlı, kocaman, aydınlık, rengarenk kitabevi ekonomik açıdan fazla dayanamadı, bir rüyaydı bitti. Kaldık ortada. O arada D&R'lar örümcek ağı gibi sarmıştı zaten ortalığı. Market havasındaki bir kitapçıdan hiç hoşlanmıyordum ama el mahkumdu, ta ki internette kitap sitelerini keşfedene kadar. Antalya'da artık kendimi evimde hissedeceğim bir kitapçı bulamıyorum ya da bilmiyorum ama yazları Ankara'ya gittiğimde ilk uğrağım "Dost Kitabevi". Hayatıma giren son kitapçı olsun ve ebediyen varolsun istiyorum. Yenilenmiş halini görmek için yazı merakla bekliyorum, önceleri biraz yadırgayacağımdan eminim ama insan neye alışmıyor ki.


Bu fotoğraf Dost Kitabevi'nin evvelki yıl kapanan Konur Sokak'taki şubesinden.

Bu upuzun yazıyı bitirirken diyorum ki kendinizi evinizde hissettiğiniz kitapçılar hep hayatınızda olsun ve var mısınız siz de iz bırakan kitapçılarınızı yazmaya...

ÖYLESİNE BİR ŞEYLER

$
0
0

Hergün yeni bir acı haberle sarsıldığımız ülkemizde küçük mutluluklar yaşamak bile haram oldu. İnsan gülümsediğinden utanıyor. Üzüntü, endişe, kızgınlık, çaresizlik hepsi somutlaşıp bünyeye yerleşti, oysa dışarda pırıl bir bahar var, ağaçlar, çiçekler, deniz, güneş hepsi sokağa çağırıyor. Gel gör ki ruhlara kar yağmakta. 

Uzun zamandır, bünyeyi terketmeyen stres ve gerginliğin sonucu olduğunu düşündüğüm irritable kolon sendromu ağrıları çekmekteyim. Alışığım aslında buna, ara ara yoklar, hatırımı sorar. Bazen yatıya kalır, bazen bir kahve içip giderdi ama bu defa temelli yerleşmeye niyet etmiş gibi göründü gözüme. Bekle bekle kendiliğinden gitmeyince kulağını çeksin diye doktor amcaya götürdüm sabah. Hastane ve doktor fobisi ayyuka çıkmış biri olarak bunun hayli zor olduğunu tahmin edebilirsiniz. Yusuf yusuf ataraktan gittim tıp merkezine. Giriş işlemlerini yaptırıp çöktüm bir sandalyeye, sıramı bekleyemeye başladım. 15-20 dakikalık bekleme sürecinde yüzlerce öksürüğe maruz kaldım. "Yahu" dedim, "ağrınla otursaydın evinde, şimdi bu öksürüklerden fışkıran mikroplar boy sırasına girip, sağdan say diyerekten rap rap ağzından, burnundan içeri dolacak. Zor bela geçirdiğin grip sonrası dertlerin yine hortlayacak". Bir ara kalkıp en uzak noktaya konuşlandım, bu defa da zırt pırt açılan kapıdan gelen cereyandan rahatsız oldum. Nazik ve narin bedenim-ki nohut üstünde prenses yanımda halt etmiş-bir türlü şanına layık bir yer bulamadı kendine. Karşımda oturan teyzenin pantolon paçası ile ayakkabıları arasından görünen kalpli çoraplarına bakarak ve yanımdaki iki adamdan birinin aile öykülerini dinleyerek zaman öldürdüm. Yanındakine kardeşlerinden bahsediyordu, kimi öz, kimi üveymiş, kimiyle hiç görüşmüyormuş ama hangisinden sözettiyse sonunda adamları "mefat" ettirdi. Sonra sıram geldi girdim içeri, doktor "yine mi sen" der gibi mi baktı, bana mı öyle geldi anlayamadım ama kısa bir muayene sonrası tahlile gönderildim. İki tüp kan verip sonuçların çıkmasını beklemek üzere kafeteryaya yollandım. Karton bardakta çay alıp yanımda getirdiğim kitabı açtım, ilk öyküyü okumaya başladım: "Adem'in Kekliği ve Chopin". Öykü güzelmiş, sardı, henüz zaman dolmadığından ikinciye geçtim: "Çati'ye Kıyamam". Lakin Çati'nin akibetini öğrenemeden sonuçları göstermek için doktorun yanına girdim yine. Doktor içimi rahatlatan şeyler söyledi, sevine sevine çıktım. Kolon spazmımın da kulağını çekmiştir umarım, tez elden valizleri toplar defolur. 

4 kitaplık "Napoli Romanları"nın dördüncüsünü ve sonuncusunu gözlerimin kanlanmasına aldırış etmeyerek neredeyse bir günde bitirdim. Hafifsemeyin hemen, sözkonusu arkadaş beşyüz küsur sayfadan oluşmakta idi. Lina ve Lenu yine beni kararsız bıraktılar, sevsem mi, nefret mi etsem bilemedim. Ama kendilerine öyle alışmışım ki özleyeceğim muhakkak. 


Dün birkaç arkadaş havanın güzelliğinden istifade denize karşı kahve içmek için buluştuk. Deniz, dağlar, hava, manzara hepsi çok güzeldi. Neyi paylaşamıyoruz diye düşündüm bir an, aklıma Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dizeleri geldi:

"Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken
İnsan dallarla, bulutlarla bir
Aynı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir
Yaşamak bu kadar güzelken"

Her şeye rağmen güzellikleri çoğaltmak dileğiyle...

ÇAĞLA

$
0
0



Geçenlerde yeni çıkmış olsalar da sakalları uzamış çağlalar gördüm markette. Duyacağım rakamı tahmin ederek fiyatını sorduğumda görevli ağzının içinde bir şeyler geveledi. "Anlamadım" dediğimde aynı gevelemeyi bir kez daha yaptı, inatla tekrar sordum ve sonunda güç bela "30 lira" cevabını duyabildim. Anladım ki o gevelemelerin sebebi bu rakamı telaffuz etmenin verdiği utançmış. "Yuh" dememek için güldüm ve o anlamasa da çağlaya hitaben "inersin gönlüm inersin, attan iner eşeğe binersin" deyip ayrıldım reyondan. 

Çağlaya bayılırım, ben zaten olgunlaşmamış her türlü meyveye bayılırım. İstimlak sonucu şimdi yerinde çirkin blok apartmanlar yükselen büyük teyzemin şahane bahçesindeki mürdüm eriği sayemde hiç olgun yaşlarını göremedi, "Ham meyveyi kopardılar dalından" türküsünün kahramanı olacak şekilde yolardım o acı-ekşi erikleri ve tuza banıp dişlerim kamaşa kamaşa yollardım mideye. Dedemin bağındaki-ki artık onun da yerinde yeller esiyor-asmalardan tek salkım üzüm koparmadım, ben tüketim hakkımı korukken kullanırdım. Şimdi bile ağzımın suyu aktı, kavanoza doldurduğum taneleri tuzlar, kavanozu sallaya sallaya terletirdim korukları. Sonrası tam bir ziyafet. Bunları yiyip zevklenen bir kişinin çağla düşkünlüğü kaçınılmaz elbette. Evlenene kadar yediğim çağlaları çağla sandım, esasen hepsinin gövdeye indirilmeden önce traş edilmesi gerekirmiş, bilemedim, en tazesi bile epeyce tüylü olurdu ama ne gam. Bahar hafiften kokusunu Ankara semalarına göndermeye başladı mı ben de babamın akşam işten dönüşlerini kollamaya başlardım. Sonunda bir küçük kesekağıdı çağla ile kapıdan girince işlem tamamdı. Ne Hıdrellez, ne Nevruz, ne cemre, ne ekinoks, baharın resmi ilanı babanın elinde çağla paketi ile eve gelmesiydi. Kaptığım gibi çağlaları tabağa döker, yıkayıp tuzlayıp tek bir tanesini bile paylaşmadan büyük bir keyifle yerdim. Zaten kimsenin de ikram etsem bile çağla yemek gibi bir arzusu yoktu, benim bu çılgınca tutkum da eleştirilir, bilhassa anneannem tarafından sürekli uyarılırdım: "aç garnına yime", "safra yapar uşaak, niye yidirirsiniz bu eğşi şeyi çocuğa", "şunun nesini yin ki, git bi portakal falan yi de vitamin olsun". Kim dinleyecek ki anneanneyi. zaten onun son uyarısı bitene kadar çağla da bitmiş olurdu. Sonra büyüdüm ama hâlâ çağla seviyordum. Doğduğu kasabanın adında bile "Badem" olan biriyle evlendim. Nişanlıyken koca bir torba çağla geldi, o adında "Badem" olan kasabadaki ağaçlardan. İşte ben ağzıma o torbadan ilk çağlayı attığım anda o zamana kadar çağla değil ayakkabı fırçası yediğimi anladım. Tek bir tüy bile yoktu yeşili göz alan çağlanın üstünde ve daha dişlerinize değer değmez tatlı bir çıtırtıyla dağılıyordu ağzınızın içinde. Evlendiğim zaman bir çağla Cennetine düşeceğim düşüncesinin keyfiyle bir torba çağlayı iyi ediverdim oracıkta. Sonrasında midemin durumunu merak ediyorsanız fazla kurcalamayın derim :) Şimdi bir sürü badem ağacıyla dolu bir bahçemiz bile var ama çağla zamanını görmüyorum handiyse. Hem görsem de nerede o eskiden bir torba çağlayı övüten dişler. Beşinci çağlada kamaşmaya başlıyor köprülerin altındaki zavallı dişlerim. Gönlümse bahçede yenmeden bademleşmeyi bekleyen tazecik çağlalardan ziyade babamın kesekağıdıyla bir bahar müjdesi gibi getirdiği sakallılarda ve o yıllarda...


KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ 1 (VARNİK)

$
0
0





Küçük kardeşimin ödü kopardı ondan, laf aramızda ben de ürkerdim. 24 haneli, 4 katlı ve oldukça bakımsız apartmanımızın merdivenlerinin temizlik günlerinde ürkek bir yarasa gibi görünürdü sahanlıkta. Neredeyse iki boyutlu denecek kadar zayıftı, seyrelmiş ve kırlaşmış saçlarına sardığı siyah örtü ve her daim üzerinde taşıdığı eskimiş, uzun, siyah giysi zayıflığını ve ürkütücülüğünü arttırırdı. Çukura kaçmış gözleri ve frengi nedeniyle kaybettiğini çok sonra anlayacağım burnunun yerindeki dipsiz bir kuyuya benzeyen burun delikleri ile rahatlıkla bir korku filminde rol alabilirdi. Ayazın açık merdiven sahanlıklarından bıçak keskinliğinde vurduğu kış günlerinde, henüz ağarmamış sabahlarda görünürdü süpürgesi, kovası ve soğuktan çatlayıp kızarmış iskeletimsi elleriyle. Okula gitme saatimdi ve bakmamaya çalışsam da içimden bir şey dürterdi. Başımı çevirdiğimde beni süzdüğünü fark eder, paldır küldür inerdim merdivenlerden. O’nun bizden bizim O’ndan ürktüğümüzden daha çok ürktüğünü o yaşlarda idrak edemiyordum. O apartmanda “öcü” yerine kullandığımız “Varnik”ti. Biz apartmancak O’nun “öcü”süydük aslında, bilmiyorduk. 

Kat malikiydi, sitedeki pek çok aile gibi yıllar önceki bir büyük sel baskınında yıkılan evinin yerine verilmişti oğlu “Cıray”la oturduğu ve odalarını bekâr öğrencilere kiraya verdiği zemin kattaki daire kendisine. Asıl adı Jirayr olan oğul yaşını başını almış bir adam olsa da hiçbir işte dikiş tutturamadığı, karısı da kendisini terk edip kaçtığı için annesiyle otururdu. Kimse Jirayr demezdi ona, daha doğrusu Jirayr diye bir isim olduğunu bile bilmezdi, “Cıray” demek daha kolaydı hem. Zaten Varnik’in de aslında “Veronik” olduğunun farkında değildiler, farkında olsalar bile romanlarda, filmlerde şuh, sarışın, havalı güzellere konmuş Veronik adını yakıştırmazlardı ki ona, “Varnik” iyiydi, karardı, O’na yeterdi. 

Konuşmazdı kimseyle pek, çok ender duydum bir mağaradan gelirmişcesine hışırtılı, yükseltse kızacaklarmış gibi kısık sesini. Bir kez annem soğuktan morarmış ellerine acıyıp merdivenleri silerken takması için kauçuk bir eldiven verdiğinde teşekkür etmişti duyulur duyulmaz, eldivenleri bir kenara koyup yine çıplak elle işine devam etmişti. Geçim zorluğu çekiyordu ve apartman yönetimi bunun farkındaydı, üç-beş kuruş karşılığında merdiven süpürüp silme işini ona havale etmişti, apartmanda başka kimse yanaşmazdı zaten buna. Ses etmeden kabul etmişti, memnun olmuş muydu bilinmez. Sonraları her biri mahallenin bir kızıyla evlenecek kiracılarından gelen paraya ekleyip belki biraz daha iyi bir sofra kuracaktı. Biz o evden taşınana kadar hep süpürüp sildi o bakımsız merdivenleri, sanırım bizden sonra da devam etti. Çok zaman sonra öldüğünü duydum.

Oysa bir süre oturduğumuz ve anneannemin de oturmaya devam ettiği diğer bloktaki Ermeni komşularla ilişkiler çok farklıydı. Varnik’e asıl ismi “Veronik” bile layık görülmezken Ağavni Hanım öyle benimsenmişti ki “Avniyanım” oluvermişti taşındığının haftasına.  Çünkü görece zengindiler, çünkü başında kocası, evinde yetişkin çocukları vardı, kabul için gerekli şartları taşıyordu yani. Çoğunluğu dul ve muhafazakâr kadınlardan oluşmuş komşuları ne eşi Ohannes’ten kaçmış, ne mutfak penceresine dizilmiş boş şarap şişelerinden rahatsız olmuş ne de evlerine teklifsizce girip çıkmaktan çekinmişti. 

Öteki olmak; varlık düzeyleri dışlanmalarını engellese de doğup büyüdükleri ülkede yabancı kabul edilmek zor zanaattı kısacası, oysa ki en az bizim kadar bizden, bizim kadar bizdiler...

Not: Böyle bir seri yazmaya karar verdim, verdim ki unutulmasınlar. Hayatıma değen, bana bir şeyler katan kişileri anlatan, gençliğin havailiğiyle anlamlandıramadığım yaşantıları irdeliyen bir seri olsun. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Her biri için o zaman veremediğim bir çiçekle...

MART OKUMALARI

$
0
0
Yılın bana göre en sevimsiz ve en uzun ayını geride bırakırken Mart okumalarını yazayım dedim sıcağı sıcağına. Şu anda okumakta olduğum ve akşama bitirmeyi umduğum Ayfer Tunç'un "Suzan Defter"ini de sayarsak 12 kitap oldukça verimli bir sayı elde etmişim. Umarım böyle devam eder ve yıl sonu hedefim olan 120'ye ulaşırım. 


Ayın ilk okuması Prof.Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı'nın kendisinin ve annesinin anılarını harmanlayarak yazdığı bir biyografi idi. Lüla ya da asıl adıyla Süheyla Çizakça yazarın annesi ve eşi İhsan Çizakça ile Bursa'nın ilk özel okulu olan "Özel İhsan Çizakça İlkokulu"nu kurmuş bir kişi. Kendi yazdığı anıları ölmeden önce bir kitapta toplamış. Çiğdem Kağıtçıbaşı annesinin anılarından hareketle kendi çocukluğunu ve büyüme sürecini de dile getirmiş kitapta. Akıcı, keyifli bir kitap, özellikle benim gibi anı okumayı seviyorsanız hoşunuza gidebilir, ayrıca bazı yakın dönem olaylarına da ışık tutuyor. 


"Savruluş" bana bir arkadaşımın adıma yazarından imzalı olarak hediye ettiği bir kitap idi ve bir süredir kitaplıkta okunma sırasını bekliyordu. Bir önceki tanıtımda bahsettiğim "Lüla"yı okurken birden bu kitabın adı geçti. Çiğdem Kağıtçıbaşı kolej yıllarından bahsederken çok sevdiği bir arkadaşıyla uzun yıllar ilişkisini sürdürdüğünü fakat daha sonra Amerika'ya yerleşen bu arkadaşının orada serebral palsili kızıyla birlikte intihar ettiğini, yaşam öyküsünün de ablası tarafından "Savruluş" adıyla kitaplaştırıldığını yazıyordu. "Savruluş" ismini okur okumaz zihnimde oluşan çağrışımla kafamı sağa çevirdim ve kitaplıkta "sonunda sıram geldi" diye gülümseyen kitabı gördüm. "Kitaplar okunma zamanlarını kendileri seçiyor" galiba diyerek kitabı alıp yanıma koydum ve "Lüla" biter bitmez başladım. Acı bir öyküydü aslında anlatılan ve gerçek oluşu daha da acı kılıyordu. Tavsiyede bulunmayacağım, merak eden okusun demekle yetineceğim. 




"Rüzgar Gibi Geçti"yi duymayan, bilmeyen, en azından filmini görmeyen yoktur sanırım. Ben de yıllar önce yeni versiyonuyla Ankara'daki Akün Sineması'nda uzun bir kuyruğun ucuna eklenerek bilet almış ve iki seans halinde izlemiştim. Scarlett ile Rhett'i unutmak imkansız elbette ama araya giren seneler detayları yokettiği için bu defa okumaya karar vermiş ve geçen yılın sonunda sipariş etmiştim. Neyse ki puntoları büyük iki ciltlik tuğla çıktı kargodan. Kitabı ilginç bir şekilde okudum. Birinci cildin yarısına gelince filmin 1. bölümünü izledim, bitirince 2. bölümünü. İkinci cildi de bu minvalde okuyarak hem filmi, hem kitabı senkronize yürüttüm. Hoş bir uygulama oldu, filmi yeniden izlemek oldukça keyifliydi. Bir Güney öyküsü okusam ve zenci-beyaz ayrımcılığının ne kadar had safhada olduğunu bilsem de yine de kitaptaki ırkçı yaklaşımlar beni yer yer sinirlendirmedi desem yalan olur. Eh nostaljik bir okuma yapmak isterseniz buyurun, Scarlett ve Rhett sizleri bekliyor. 


Ayla Kutlu ne yazsa okurum dediğim yazarlandandır. Son kitabının çıktığını duyunca okunmak için bekleyen onca kitaba "siz biraz daha bekleyedurun" dedim ve hemen başladım. Ayla Kutlu'nun sık sık konu ettiği göç olgusu vardı kitapta, bu defa Balkanlardan, Saraybosna'dan İzmir'e uzanan bir göç öyküsü kahramanı Hasret aracılığı ile dile getirilmiş. Ayla Kutlu külliyatının tamamını okumamış bir yeni başlayan için evet güzel bir kitap diyebiliriz ama kesinlikle "Bir Göçmen Kuştu O", bir "Emir Beyin Kızları", bir "Islak Güneş" ya da "Zehir Zıkkım Hikayeler" değildi. Araya sıkıştırılmış tarihsel bilgiler beni yer yer ana konudan koparttı ve final bölümünde bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık duygusu hissettim. Yine de okunabilir düzeyde, eli yüzü düzgün bir kitap, Ayla Kutlu sevenlere tavsiye olunur.


Bu kadar kurmacanın üstüne araya farklı bir tarz gerekir dedim ve Katalan yazar Juan Goytisolo'nun "Kapadokya'da Gaudi'nin İzinde"sine başladım. İlk bölümde Kapadokya ile Gaudi'nin bağdaştırıldığı fantastik bir anlatım var. Sonra İstanbul, Konya Mevlana, Edirne Kırkpınar güreşleri, Kahire ve Marakeş yazarın kendine has diliyle öykü tadında anlatılmış. Bu türün meraklılarına önerilir.


Ve bizim kızlarla vedalaşma zamanı. Napoli romanlarının sonuncusu ve  Lena ile Lenu'nun yetişkinlik ve yaşlılık halleri. En az diğerleri kadar güzel, akıcı, şaşırtıcı idi. Şunu biliyorum ki bu kızları özleyeceğim. Ben öneriyorum ama sadece bu olmaz, ilk üç kitapla birlikte okunmalı.


Mustafa Çiftci'nin kısa öykülerinden oluşan bir kitap "Adem'in Kekliği ve Chopin". Yozgatlı bir yazar M. Çiftci, öyküler de memleketinden ve yöre insanlarından esintiler taşıyor. Beni en çok "Çati", "Portakal" ve "Diyeşet" isimli öyküler etkiledi. Yazarın "Bozkırda Altmışaltı" isimli kitabını da okumak niyetindeyim. Öykü okumayı seviyorsanız bu kitabı da seveceksiniz. 


Ardarda edebi kitaplar okuduysanız kafa biraz dağılmak istiyor, araya bir polisiye-gerilim sıkıştırmak iyi oluyor. "İlik" bu alanda tavsiyelerine güvendiğim bir arkadaşım sayesinde alıp okuduğum bir kitap oldu. Çocuk tacizinin ve tecavüzün gündemimizi işgal ettiği şu dönemde okumak da hayli anlamlı oldu. Tarryn Fisher polisiye-gerilim tarzını sevenler için iyi bir seçenek, evde beni bekleyen bir kitabı daha var.


Macar yazar Agota Kristof'un "Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan" isimli kitabını epeydir okumak istiyordum. Eş-dost aracılığı ile de referanslar almıştım hakkında, lakin kitap ne piyasada, ne de kitap sitelerinde mevcut değildi. Sonunda sağolsun bir arkadaş pdf formatında yolladı da okuyabildim. Savaş nedeniyle anneannelerinin yanına sığınan ikiz kardeşler aracılığıyla savaşın, yıkımın, açlığın, göçmenliğin ve insanlığın sorgulandığı bir kitap. En çok Büyük Defter bölümünü sevdim. Son kısımda kafam biraz karıştı desem yalan olmaz. Tavsiye etsem de temin etmeniz zor, çetin okumaları seviyorsanız arayıp bulun derim. 


"Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz" Raymond Carver'in okuduğum üçüncü kitabı ve en çok tanınan kitabı. Ben yazarı okumaya "Katedral" ile başlamış ve çok sevmiştim. "Azgın Mevsimler"deki öyküler de güzeldi lakin bu kitabı çok sevemedim. Kuru ve anlamsız geldi bazı öyküler, "niye okudum ki bunu?" diye düşündüğüm bile oldu. Eğer bir Raymond Carver öyküsü okumak istiyorsanız "Katedral"i tercih edin derim.

Evet, "Suzan Defter"i henüz bitirmediğim için hakkında yazmıyorum ama bir Ayfer Tunç fanı iseniz zaten okumuşsunuzdur ya da okuyacaksınızdır. Mart ayını kapatırken Nisan için en güzel okumalar olsun diyorum, kalın sağlıcakla...

Not: Dikkat ettim de her kitabın yanına bir çiçek kondurmuşum neredeyse, bu hem kitaplar kadar çiçeklere de düşkün oluşumun hem de baharın kapıdan kafasını uzattığının resmidir :)
Viewing all 1481 articles
Browse latest View live