Sevgili blog dostum-ki artık gerçek anlamda da tanıştık, iş blog dostu olmaktan öteye geçti-"Mindmills"Aralık başından bu yana "Yay Günlükleri" adıyla bir seri başlattı, derken ona Şikago'dan seslenen, yazılarını severek okuduğum, fotoğraflarına bayıldığım "Konserve Ruhlar" da katıldı. Ne yazık ki onunla henüz tanışamadık ama umudumuz bâki, elbet bir gün buluşacağız. Hal böyle olunca hayattaki en büyük zevklerinden ikisi okumak-yazmak (üçüncüsü gezmek 😀) olan ben, "O zaman niye duruyorum, haydi 2024'ü yolculamaya ramak kalmışken ben de başlayayım" dedim ve gördüğünüz ya da okuduğunuz gibi "Leylak Günlükleri"ne başladım. Yazalım bakalım ufaktan ufaktan yıl sonuna kadar neler yaptığımızı, yapacağımızı.
Antalya'ya henüz dönemedik, birtakım sağlık sorunları vardı aile içi, vahim değildi ama bir sonuca ulaşması gerekiyordu, o sonuç için de zaman gerekliydi. Hastane işleri malum, elini veren kolunu kurtaramıyor, kurtarsa da epey zaman alıyor. Derken dün hiç beklemediğimiz kadar erken sonuç elimize ulaştı ve bize rahat bir nefes aldırdı. Eve dönme yolları da ufukta göründü ama önce minik Yay'ımızın 5. yaşını kutlamamız ve de yeni yıla onunla girmemiz gerekiyor, sonrası Antalya'nın mor üzümü, severler yolu uzunu 😀 Hoş bugüne kadar Antalya'da yediğim mor üzümler hep başka yerlerden gelmişti ama türküyü yakan, imamın küçük kızına göz koymasının bahanesini mor üzümde bulmuş anlaşılan.
Ankara gri, puslu, soğuk ve sabah itibariyle yağmurlu idi. Yağmur geçenlerdeki fırtınanın becerip düşüremediği yaprakların kalanlarını da dökmeyi başardı. Caddenin akasyaları yazın çiçeklerini, güzün yapraklarını seriyorlar kaldırımlara ve kışın sadece ticari taksilerin renk kattığı Ankara griliğini biraz canlandırıyorlar. Hatırları kalmasın, bir de belediyenin çöp konteynerlerine layık gördüğü pembe çiçekler var ki, içimizin çöp olduğuna bakmayın, dışımız çiçek dedirtiyorlar zavallılara. Aralık güya ışıltılı ay ama henüz Ankara'da bir ışıltıya rastlayamadım, o yüzden bu ilk yazının fotoğrafı erkenci Hollandalılardan gelsin, Amsterdam Schiphol Havaalanı'nda bize hoş geldin diyen Noel ağacı:
Uykularım delik-deşik bu ara. Gerçi gençlik yıllarımdan bu yana deliksiz, derin bir uyku uyuduğum pek nadirdir. O uykular da insanı dinlendirmekten daha çok yoruyor. Delik-deşik deyince hatırladım, öğretmenlik yaptığım yıllarda okulların açıldığı gün ders programlarımızı da verirlerdi. En büyük stresimiz delikli bir programın elimize geçecek olmasıydı. Şöyle yani, diyelim sabah ilk saat dersiniz var, sonra 4 saatiniz boş, derken bir saat daha ders, ardından boş ve tekrar dolu. Ne eve gidebilirsiniz, ne bir işinizi halledebilirsiniz, öğretmenler odasında otur babam otur. Hiç okulda yazılı kağıdı okuyup ders hazırlayabilenlerden olamadım, zira bir çeldirici mutlaka çıkardı, o yüzden gün ziyan olur giderdi. Genellikle de idarecilerimiz kadın öğretmenlere layık görürlerdi bu kalbura benzeyen programları, zira beylerin çoğunun dışarda başka işleri olurdu ve en düzgün programlar onlara verilirdi. "Mobbing" denilen şeyin farkında bile değildik, bu deyim duyulmamıştı bile o yıllarda ve biz ancak kızar söylenir, verilen programa uyup işimize bakardık.
Hiç unutamadığım böyle bir anım var. Öğretmenliğimin ilk yılları, oğlum henüz bebek, aynı okulda görev yaptığımız eşim askerde, yeni yerleştiğimiz bir şehirde yalnızım ve arkadaş çevremi yeni yeni edinmeye başlıyorum. Okulun açıldığı gün programımı almaya gittim, baktım branşım olmayan bir ders konmuş, hem de üç sınıfa birden. Mezunu olduğum bölümle alakası yok ve o konuda yeterli değilim, mutlaka uzun uzun çalışmam gerekecek. Programı veren idareciye bu dersin branşımın dışında olduğunu, haliyle beni çok zorlayıp vaktimi alacağını, eşimin askerde olduğunu ve küçük bir de bebeğim olduğunu söyledim ki zaten bunları biliyordu. Dik ve gür, simsiyah saçlarının olduğu kafasını kaldırdı, yüzüme alaycı ve küçümseyen bir ifadeyle baktı ve her bir kelimeyi uzatarak "İstifaa edin hocaanım, bebeğe daha rahaat bakarsınız" dedi. Çok toydum, ne diyeceğimi bilemedim, neredeyse ağlayarak çıktım odadan. Benden o dersi almamasından ziyade tavrı zoruma gitmişti. Yıllar geçti, şimdiki aklımla o programı onun suratına fırlatır ve ağzıma geleni sayardım ama diyorum ya mobbing kavramı henüz hayatımıza girmemişti, idareci her şeye kadirdir sanıyorduk.
Leylak Günlüğü yazarken bu kadar gerilere gideceğimi düşünmemiştim, neyse laf lafı açtı. Aralık ayının ilk kitabı Melih Cevdet Anday'ın "Raziye"si oldu. Kitabı ilk kez Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan tefrikasından okumuştum, haliyle yıllar öncesiydi ancak ana hatlarıyla hatırlıyordum, hatta bir ara filmi çevrilmiş, baş rolünde de gazeteci Örsan Öymen'in kızı Aslı Öymen oynamıştı, filmi de görmüştüm. Buna rağmen tekrar okumak istedim ve çok iyi ettim, gerçekten iyi bir kitaptı. Yeni kitaba bugün başlayacağım ama henüz ne okumak istediğime karar veremedim. Kitaplık kapağı açılmamışlarla dolu, sürekli alıyorum. Çok uzun zamandır dizi izlemiyordum Elena Ferrante'nin kızlarının dizisinin 4. sezonunu buldum, onu izliyorum, bitmek üzere ama son üç bölümün alt yazıları berbat.
Pek hevesliymişim bu günlükleri yazmaya, baksanıza koridor yolluğu uzunluğuna ulaştı. Yağmura rağmen dışarı çıkacağım bugün ve bir lise arkadaşımla buluşacağım, umarım efendi efendi yağar, şakırdamaz. Yarına görüşmek üzere kalın sağlıcakla...