Yazın sonbahara meylettiği günlerden birinde taşınıyoruz Cengiz Sokak 69 numaraya. Üç katlı bir apartmanın bahçe katında nohut oda, bakla sofa bir yer. Ev sahibi zemin kattaki geniş dairenin büyük bölümünü kendine ayırmış, ufacık bir bölümü de aradaki kapıyı kilitleyerek bize kiralamış. Ev küçük ama en güzel yanı sokak kapısının bahçeye açılması. Bahçe dediğim o zamanlar gözüme Amazon ormanı gibi görünse de küçücük bir yer. Yıllar sonra gidip gördüğümde çok şaşırıyorum. Çocuk gözüne her şey büyük görünüyor. Üç-beş ne olduğunu hatırlamadığım ağaç, bir asma, biraz ot, biraz çiçek var ama benim için adeta bir cangıl. Orada yaşadığımız bir yıla damga vuran şey benim için o bahçe.
Fazla bir eşyamız yok, 4 tane açılır kapanır tahta koltuk (biri hala benim evimde hatıra olarak durur), bir portatif masa, babamın iki meslektaşıyla bir anlık hevesle açtıkları ve 3 aya kalmadan kapattıkları sağlık kabininden payına düşen üç formika sehpa, annemlerin pirinç, benim maviye boyalı karyolalarımız, tek kapaklı bir elbise dolabı, annemin çeyizlik iki halısı, yatak-yorgan ve bir miktar mutfak eşyasından ibaret mal varlığımızı subay dayımın ayarladığı askeri bir kamyonete yükleyip taşınıyoruz. Annem de, babam da mutlu, sonunda çekirdek aile olarak baş başayız. Ev küçük olmuş ne gam, sadece bize ait ya, o yeter.
İki odanın ortasında küçük bir sofa, sokak kapısından sofaya uzanan bir koridor, koridorun solunda da mutfak vazifesi gören bir tezgah ve eviye var. Annem hevesle yerleştiriyor eşyaları fakat odanın birinin mobilyası sadece yere serilmiş Isparta halısı ve sağlık kabini artığı üç sehpadan ibaret. Orası güya misafir odamız ama neredeyse boş. Olsun göç yolda düzelir diyoruz ve hevesle başlıyoruz bu küçücük evdeki yeni hayatımıza. Çok geçmiyor, benim hayatıma daha esaslı bir yenilik geliyor, ilkokula başlıyorum. Annem her sabah tarayıp örmekle uğraşmamak için saçlarımı kestiriyor, önlüğümü dikiyor, yakamı kolalıyor, babam bir akşam kahverengi, kutu biçimli bir çanta getiriyor, defterler, kalemler alınıyor. Sağlık merkezine gidip çiçek aşısı oluyorum, vesikalık fotoğrafım çektiriliyor, kaydım yapılıyor ve hazırım.
Annem bu kez yan yatmış fıskiye modeli tercih etmiş, yamuk kahküllerim uzamış sanırım ve fakat saçım niye öyle yoluk yoluk? Vesikalık işini sevmemişim anlaşılan, huzursuzum dudaklarım yok olmuş 😀. Ah o yakalar, öyle sert kolalardı ki annem, boynumu keserdi her seferinde.
Okula daha ilk günden bayılıyorum. Ertesi gün olsa da tekrar gitsem diye içim içimi yiyor. Diyorum ya, bizler safın "S"sinden hareketle "S" kuşağıyız işte. Evladım önünde en az 15 sene var okul yolunda tüketilecek, neyine bayıldın?
Okul işi tamam, ayrıca iki de arkadaşım oluyor. Ön dairede oturan ev sahibimiz Gül Hanım'ın kızları Ayşe ve Aysel'le çok iyi anlaşıyoruz, gelsin evcilikler, gitsin saklambaçlar. Lakin anneleri korkulu rüyam. Huysuz, aksi, ne yapacağı belli olmayan bir kadın. Bir bahar öğleden sonrası annemin Niğdeli hemşerilerinin kabul gününe gitmek için hazırlanıyoruz. Gül Hanım da bize uğramış, hazırlanana kadar laflıyorlar annemle. Annem diktiği ve pek beğendiği bir elbiseyi giymemi istiyor, ben onu giymek istemiyorum. Annem ısrar ediyor, ben direniyorum. Hafiften bir oyuna dönüşüyor inatlaşmamız, üstümde çamaşırlarımla sehpanın etrafında dönüp duruyorum, annem elinde elbise, "Giy şunu" diye arkamda. Birden bacaklarıma, kollarıma inen terlik darbeleriyle neye uğradığımı şaşırıyorum. Annem bana dayak atmaz, peki bu kim? Kim olacak ev sahibi Gül Hanım, kendini benim de sahibim sanıvermiş. Vay efendim annemin sözünü nasıl dinlemezmişim. Uzun yıllar sonra gidip evi buluyorum, elimde makine fotoğrafını çekerken üst katta bir pencere açılıyor, yaşlı bir kadın kafayı uzatıp kimi aradığımı soruyor. Bak sen şu işe, Gül Hanım bu. Kendimi tanıtıyor, annemi hatırlatıyorum. Koşturarak aşağı iniyor, kızı Aysel de aynı apartmanda oturuyormuş meğer, hani şu benim arkadaşım olan, onu da çağırıyor. Ön bahçede duygusal anlar yaşıyoruz, Gül Hanım beni vergi memuru sanmış, gülüyoruz. Sonra beni dövdüğünü hatırlayıp hatırlamadığını soruyorum, cevap kızından geliyor: "Annemin dövmediği çocuk var mıydı ki?"
Yıllar sonra gidip bulduğum Cengiz Sokak, No: 69/A. Esasen kapıyı da çaldım ama evde kimse yoktu. Öndeki betonda ne seksekler, ne evcilikler oynandı. Asma çardağının altında ne kahvaltılar yapıldı, ne akşam yemekleri yendi. O zaman pencerelerde demir yoktu, giriş kapısının camında annemin ağ ipinden ördüğü gül motifli perde asılıydı.
Bir gün okuldan eve geliyorum, kapı kilitli, annem yok. Bahçede oyalanıyorum, çok geçmiyor annem görünüyor, arkasında tornetini sürerek gelen ergen bir oğlan (Tornet çocukların, gençlerin portakal kasasından yapıp altına 4 bilyeli rulman ve bir taşıma sapı takarak arabaya dönüştürdüğü, pazardan öte-beri taşıyarak harçlığını çıkardığı ilkel bir tahta araba), tornetin içinde zorla sığıştırılmış 4 tane kıpkırmızı koltuk. "Anne bunlar ne?". "Koltuk". "E onu görüyorum, nereden çıktı?""Pazardan aldım". Ah annem, çarşı-pazar paralarından arttırdıklarıyla (vallah-billah kesesi derdi o paralara) aylardır aklında olan koltukları pazardan ikinci el alıvermiş. Annemin ölene kadar çeşit çeşit koltuk takımları oldu ama hiçbiri pazardan alınmış ikinci el kırmızı koltuklar kadar sevindirmedi. Ben o gün annem o koltukları tornetten indirip içeri alırken, silip boş duran misafir odamıza yerleştirirken, sonra geçip karşısına gözleri parlayarak bakarken "mutluluktan etekleri zil çalmak" deyiminin hayata geçmiş halini izledim. Artık annemin de koltuklu bir misafir odası vardı, varsın misafirden misafire açılsın, o kıymetli kırmızı koltuklara çok az oturulsun, vardı ya...
Cengiz Sokak 69/A benim için çocukluğumun en saf halinin en güzel günlerini yaşadığım minicik bir yuva oldu. Bahçede oynanan oyunlar, akşamları mutfaktan yayılan ışıkta yenen yemekler, babamın sigarasını tellendirirken söylediği şarkılar, uykulu gözlerle yapılan ev ödevleri, heceleyerek okuduğum ilk kitaplar, kabakulaktan şişen yanaklar, pompalı gaz ocağından çıkan fışırtılar ve pazar sabahları radyodan yayılan tangolar kalbimin, zihnimin en güzel köşesinde saklı...