Hemen hemen her yaz Ankara'ya geldiğimde kız kardeşle yollara düşer, Ankara'nın bilinmeyen yerlerine, eski mahallelerine, unutulmuş köşelerine, tarihi binalarına keşif yürüyüşleri yapardık, pandemi her şey gibi buna da engel oldu iki yıldır. Kardeşim Ankara üzerine çok çalışmış biri, pek ince ayrıntılara vakıftır ve zaman zaman bireysel ya da bazı kuruluşlar adına Ankara yürüyüşlerine rehberlik eder. En çok da bana rehberlik eder, sağ olsun. Ben kendi adıma bu yürüyüşleri çok özledim, çünkü zamanında gittiğimiz pek çok mahalle ne yazık ki kentsel dönüşüm kurbanı olarak artık yok, bazı binalar yıkılmış ya da amacı dışında kullanılmaya başlanmış oluyor, o yüzden bu geziler ve gittiğimiz yerlerde çektiğimiz fotoğraflar elimizde birer belge niteliğinde. Dün karşılıklı küçük bir istişare sonucu Ulus tarafına gitmeye, bazı kalıntıları ve eski binaları görmeye, son olarak da Devlet Resim ve Heykel Müzesi'ni gezmeye niyet ettik. Buluştuk ve Kızılay'dan yaya olarak yola düştük.
Çok sıcaktı, yanında bonus olarak nem de vardı, buna rağmen yılmadık, su şişeleri boşaltarak eski adıyla Bankalar Caddesi'ni tırmanmaya başladık, PTT Pul Müzesi'nde küçük bir mola verdik, daha önce birkaç kere gezdiğimiz için niyetimiz sadece satış mağazasından bir şeyler almaktı. Birkaç parça cam objeyi koleksiyonuma dahil ettikten sonra yola devam ettik. Eski binalar ve hanların bazılarına kafamızı uzattık, bazılarına girip kolaçan ettik. Adını unuttuğum bir tanesinde yer karoları çok güzeldi mesela:
Yıllardır binlerce ayak tarafından çiğnenmiş olduğu için oldukça pasaklıydı haliyle ama temizlense nasıl güzel olur, değil mi? En sıradan hanlara bile özenilmiş zamanında, şimdilerde her yapılan birbirinin aynı neredeyse.
Yüzbaşıoğlu Han'a uğradık sonra, epey önceleri annemle ayakkabı almaya gelirdik bu hana, her katta ayakkabıcılar vardı ve serisi bitmiş, numarası kırılmış kaliteli ayakkabıları oldukça hesaplı fiyatlara satarlardı. Buranın Cumhuriyet'in ilk yıllarında MEB Tercüme Bürosu olarak kullanıldığını dün yine kız kardeşten öğrendim. Han şu anda boş, sanırım satılık. Ayakkabı denemek için girip çıktığımız odalarda bir zamanlar Sabahattin Eyüboğlu'nun, Sabahattin Ali'nin, Nurullah Ataç'ın, Bedrettin Tuncel'in oturduğunu, çeviri yapmak için lügat karıştırdıklarını düşünmek ilginçti.
Biraz daha ilerleyip Ulus İş Hanı bloklarından birine daldık. Çocukluğum, ilk gençliğim boyunca defalarca geldiğim bu çarşı ve iş hanına hiç mi alıcı gözüyle bakıp detayları görmedim, yoksa o yaşlar pek detay arayıcı yaşlar değil miydi bilmiyorum. Hanın avlularından birinde Akman Pastanesi vardı mesela, sayısız kere uğradığım, boza içip muhteşem sosisli sandviçini defalarca yediğim, minik havuzunda dem çeken güvercinleri izlediğim, çaktırmadan laf dinleyen meraklı garsonlarını sevdiğim bir mekandı, artık yok. Diğer avluda Dodanlı Yerli Mallar Mağazası vardı. Çocukluğumda Kızılay'ı sosyetik olarak nitelerdi ailem, pahalı ve lüks bulur, alışverişleri Ulus'tan yapmayı tercih ederlerdi. Kumaşlar da Dodanlı ya da Sümerbank'dan alınırdı. Kapıdan girerken kumaşlara uygulanan haşıl ameliyesi kaynaklı bir koku yükselirdi ki bayılırdım. Sonra pat diye kumaş topunu ahşap tezgaha vururdu görevli, hafiften bir toz bulutuyla şelale gibi açılırdı rengarenk kumaşlar, seyrine doyamazdım. Orası da artık yok. Kitapçılar, kırtasiye dükkanları vardı avlu üstünde, dış cephede ise Berkalp Kitabevi, yabancı dil kitaplarını oradan temin ederdik. Tabii ki artık yok. Mişmiş'den dondurmalar, kuruyemişler, kuru meyveler, pestiller alırdık, mis gibi kahve kokardı içerisi, tabii ki yok. Yoklar alemine gelmiş gibi olduk ve bir zamanlar kuzenlerin avukatlık bürosunun bulunduğu bölüme girdik, ne sarmal merdivenlerin güzelliğine, ne duvarlardaki ve merdiven boşluklarındaki seramiklere dikkat etmişiz. Vay canına...
Müze gezisi bitince yemyeşil bahçedeki Müze Mağazası'ndan bir magnet alıp cafeye otururak Türk kahvesi içiyor ve dinleniyoruz. Sonra da istikamet ev, bir güne bu kadar yürümek ve nostalji yeter...