Neredeyse 2,5 yıl sonra "Yetti gari!" diyerek kapalı mekanda bir etkinliğe katıldım dün. Kız kardeş katkısının da olduğu bir belgesel için davetiyesi olduğunu ve gelip gelmeyeceğimi sorunca kısa bir tereddütten sonra "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" dedim. Zira hem belgesel çocukluğuma damgasını vurmuş Gençlik Parkı'nı anlatıyordu, hem de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın yeni binasında gösterilecekti. Bir taşla iki kuş yani. Çantaya iki maske attım ve kız kardeşle buluşup yola koyulduk.
CSO'da (ki şimdi tarihi salon olarak isimlendiriliyor o eski bina) ilk konsere gittiğimde ilkokuldaydım. Ankara'nın bir ilçesindeki devlet okulunda herkesin kolayca erişemeyeceği bir müzik lüksüne sahiptik. 4. sınıftaydım sanırım, her cumartesi son ders (o zamanlar cumartesi de yarım gün ders yapılırdı) müzikti ve ünlü müzik yazarı Faruk Yener gelir, müdür odasında bize müzik dersi verir, biz de sınıflarımızdaki hoparlörlerden dinlerdik. O yıl, sanırım Yener'in önayak olmasıyla okul olarak CSO'ya bir senfonik masalı, Prokofiev'in "Peter ve Kurt"unu dinlemeye götürüldük. Çocuk yaşımızda bize kocaman gelen salonun ileri yaşlarda gittiğimde hiç de o kadar kocaman olmadığını görecektim. Koltuklar şahaneydi yalnız, yumuşacık, adeta içinde kaybolmuştuk 😀 "Peter ve Kurt" ise muhteşemdi, ertesi haftaki müzik dersinde mandolin grubu bize Faruk Yener'in yardımıyla gösteriyi gidemeyenler için kendi çaplarında canlandırmışlardı. "Peter ve Kurt" hafızamda o kadar tatlı bir anı olarak kalmıştı ki birkaç yıl önce 23 Nisan nedeniyle Antalya Devlet Senfoni Orkestrası Selim Bayraktar'ın anlatımıyla senfonik masalı çocuklar için sahneye koyunca koşa koşa gidip onca çocuğun arasında keyifle bir kez daha izlemiştim.
Yeni binanın inşaatı birkaç yıldır devam ediyordu. Cermodern'e her gittiğimizde arka planında uzay üssü gibi yükselen binanın ne olduğunu önce anlamamış, sonra CSO'nun yeni binası olacağını öğrenmiştik. Faaliyete geçtiğinde pandemi başlamıştı ve çok istememe rağmen Ankara'ya gelişlerimde görememiştim. Adeta koşarak gittim (esasen koşamam, yürüyerek gittim:). Bina uzaktan dev bir uzay aracı gibi görünüyor, yakına gelip içine girince de arı kovanına girmiş gibi oluyorsunuz. Zaten "Kovan" da diyorlarmış, cafesinin adı da Kovan Cafe.
Girişte hurdaların heykele dönüştürüldüğü bir açıkhava atölyesi var, kapının önündeki boğa heykeli de o atölyeden çıkma mıydı, bilemedim.Yukarıdaki fotoğrafta beni tebaamı selamlarken görmektesiniz 😃